EĞİTİM KÜLTÜR VE SANAT SİTESİ
 
  ANASAYFA
  GİRİŞ
  ATATÜRKÜN GENÇLİĞE HİTABESİ
  İSTİKLAL MARŞI
  EDİTÖRÜN KÖŞESİ
  GALERİ
  ONLİNE E- DEVLET HİZMETLERİ
  GAZETELER
  TÜRK VE DÜNYA KLASİKLERİ
  => SEMERKANT (AMİN MAALOUF)
  => YABAN ( YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU)
  => KİRALIK KONAK (YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU)
  => CEMİLE ( CENGİZ AYTMATOV )
  => MISKINLER TEKKESI (REŞAT NURI GÜNTEKIN)
  => HUZUR ( AHMET HAMDİ TAMPINAR )
  => ECCO HOMO Friedrich Nietzsche
  ŞAİRLERDEN SEÇMELER
  TÜRK ÖYKÜ
  TARİHTEN SAYFALAR
  KURAN DİNLE
  OYUNLAR
  ANKET
  MP3 DİNLE
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  HABERLER
  FORUM
  BAĞLANTILAR
  İLETİŞİM
Açılış Sayfam Yap

Online E-Devlet Hizmetleri
TC Kimlik No

Vergi Kimlik No
SSK Hizmet Dökümü
İnternet Vergi Dairesi
Motorlu Taşıtlar Vergisi
Telefon Rehberi
ÖSYM Sınav Sonuçları
ÖSYM Sınav Sonuçları
ÖSS Sonuçları
KPSS Sonuçları
KPDS Sonuçları
LES Sonuçları
TUS Sonuçları
ÜDS Sonuçları
ALS Sonuçları
DGS Sonuçları
Diğer Sınav Sonuçları
ÖSYM Sınav Takvimi
E-Devlet Linkleri:
EMemleketim.Com
Online Hizmetler
Milli Eğitim Bakanlığı
Üniversiteler
Sağlık Bakanlığı
Emeklilik Hizmetleri
Hukuk ve Adalet
Emniyet Hizmetleri
Ekonomik ve Mali İşler
İş ve Eleman Arama
Genel Devlet Kurumları
Bakanlıklar
Valilikler
Belediyeler
Kaymakamlıklar
Siyasi Partiler
Silahlı Kuvvetler
Sivil Toplum
Engelli Sayfaları
Elçilik - Konsolosluklar
Avrupa Birliği
K.K.T.C.
Turizm
Tatil ve Gezi Rehberi
Deprem Linkleri
Haber Kaynakları MySpace Codes
Bugün 58 ziyaretçi (84 klik) kişi burdaydı!
CEMİLE ( CENGİZ AYTMATOV )

Cengiz Aytmatov

Cemile

Öğretmen Duyşen

CEMİLE

 

O basit çerçeveli küçük resmin yine karşısındayım işte. Köye

gidiyorum yarın sabah; resme uzun uzun, dikkatle bakıyorum,

yolculuk için bana bir şeyler söyleyecek sanki.

 

Resim sergilenmedi. Üstelik, köyden akrabalar gelince hemen

kaldırıyorum onu, saklıyorum. Sanat eseri sayılmaz gerçi, ama

utanılacak bir şey de değil. İçindeki toprak kadar yalın.

 

Arkada soğuk bir sonbahar göğü çizili; ötelerde, sıradağlar üstünde

kaçan bulutları kovalayan rüzgar. Önde, kurumuş pelinlerle kaplı

bozkır, son yağmurlarla ıslanmış, kararmış yol; iki yanında kırık

çalılar. Çamurlu yolda iki yolcunun ayak izleri durmakta. Yol

uzaklarda silinip giderken izler de belirsizleşiyor. Birer adım daha

atsalardı, çerçevenin arkasında kaybolacaklardı sanki. Biri... Ama

sırayla anlatayım.

 

Her şey ben çocukken oldu. Savaşın üçüncü yılıydı. Uzaklarda bir

yerlerde, Kurak'da, Orel'de, babalarımız, ağabeylerimiz düşmanla

savaşırken bizler, on beş yaşındaki çocuklar, kolhozda çalışıyorduk.

Cılız, gencecik omuzlarımız, koca adamların işini yüklenmişti. En

gücü de hasat zamanıydı. Haftalarca evden uzak kalır, günlerimizi,

gecelerimizi tarlada, harman yerinde ya da istasyon yolunda ekin

taşımakla geçirirdik.

 

Oraklarımızın ekin biçmekten sanki kor kesildiği o kavurucu

günlerin birinde, boş arabamla istasyondan dönerken eve uğrayayım

dedim.

 

Sokağın taa sonunda, ırmağın yanındaki tepecikte iki ev vardır;

sağlam bir duvarla çevrilidir ikisi de, duvarın ötesinde uzun kavaklar

yükselir. Bizim evlerimizdir bunlar. Ailelerimiz uzun yıllar yan yana

yaşamıştır. Ben, Büyük Ev'dendim. İki ağabeyim vardı, ikisi de

bekardı, ikisi de cephedeydi, uzun zamandır ikisinden de haber

alamıyorduk.

 

Babam ihtiyar bir dülgerdi. Seher vakti sabah duasını ettikten sonra,

ortak avludaki atölyesinde çalışmaya gider, akşamın geç saatlerine

kadar da orada kalırdı.

 

Anamla kız kardeşim evden çıkmazlardı.

 

Yakın akrabalarımız bitişikte, köylülerin Küçük Ev dediği yerde

otururlardı. Ya dedelerimizin dedeleri ya da büyük dedelerimizin

dedeleri kardeşmiş, yine de yakın akrabalarımız sayardım onları,

çünkü bir aile gibi yaşardık. Atalarımızın göçebeliğinden kalma bir

şeydi bu; büyük dedelerimiz bir yerde konaklar, hayvanlarını bir arada

otlatırmış. Aynı geleneği sürdürüyorduk. Köyde kolektifleştirme

olduğu zaman babalarımız evlerini yan yana kurmuşlar. Aslında,

hepimiz bir obadan geliyordukköyde ırmak boyunca uzanan

Aralskaya Sokağı'nda oturan herkes, aynı soyun torunlarıydı.

Kolhoza katıldığımızdan kısa bir süre sonra Küçük Ev'in erkeği

ölmüş; dul karısıyla iki küçük oğlanı bırakmış geriye. O sıralar köyde

hala geçerli olan eski oba geleneğine göre, oğul sahibi dul kadınlar

topluluktan ayrılmazlarmış; babamın kadınla evlenmesi

kararlaştırılmış. Ölen adamın en yakın akrabası olduğu için, atalarına

saygı duyan babam bu görevi yerine getirmiş.

 

İkinci ailemiz böyle kurulmuş işte. Küçük Ev'in kendi toprağı, kendi

hayvanları vardı; ama gerçekte bir arada yaşıyorduk.

Küçük Ev de iki oğlunu savaşa yollamıştı. Çocukların büyüğü Sadık,

evlendikten kısa bir süre sonra gitmişti. Seyrek olmasına rağmen,

ikisinden de mektup alıyorduk.

 

Böylece iki kişi kalmıştı Küçük Ev'de: kiciapa, yani Küçük Ana

dediğim kadın, bir de gelini, Sadık'ın karısı. İkisi de sabahtan akşama

kadar kolhozda çalışırlardı. Küçük anam iyi, saygılı, uysaldı; hendek

kazmada olsun, tarla sulamada olsun, gençlerden geri kalmazdı.

Kader, hamarat bir gelin vermişti ona. Cemile, tam ona yakışır bir

kızdı; yılmak nedir bilmezdi, canlıydı, dipdiriydi.

 

Cemile'yi severdim. O da beni severdi. Yakın arkadaştık, ama

birbirimizi ilk adlarımızla çağıramıyorduk. Ayrı ailelerden gelseydik,

hiç çekinmez, Cemile derdim ona. Ama ağabeyimin karısı olduğu için

ben ona yenge, o da bana kiçine bala, yani küçük çocuk demek

zorundaydık. Küçük değildim, yaşlarımız arasında pek az fark vardı.

Köylerimizin geleneği bunu gerektiriyordu: gelinler, kocalarının

küçük kardeşlerine kiçine bala derlerdi.

 

Anam, iki evin işine de bakardı. Kız kardeşim yardım ederdi ona;

örgülü saçlarını hep iple bağlayan tatlı bir kızdı. O güç yıllarda nasıl

çalıştığını hiç unutamam. İki evin kuzularını, buzağılarını otlağa

götüren oydu; yakmak için tezek ve çalı çırpı toplayan oydu.

Cephedeki oğullarından haber alamayan anamın kara düşüncelerini

dağıtan, yalnız günlerini ışıtan oydu, kalkık burunlu kardeşimdi.

Büyük ailemiz, dirlik içinde yaşamasını anama borçluydu. İki evi de o

çekip çevirirdi. Göçebe dedelerimizin yanına geldiğinde gencecik bir

kızmış; iki aileyi kimseye haksızlık etmeden yöneterek, onların

anısına bir çeşit saygı gösteriyordu. Akıllılığından, hakseverliğinden,

hamaratlığından ötürü bütün köy halkının saygısını kazanmıştı. Evi

yöneten oydu. İşin aslında, köylülerin hiçbiri ailenin başı saymazdı

babamı. Ah, ustaya gitme, o sadece kendi baltasının dilinden anlar.

Her şeyin başı Koca Ana. Bir şey danışacaksan ona danış, derlerdi.

Küçük olmasına küçüktüm, ama ağabeylerim savaşa gittikleri için,

benim de sözüm geçerdi ailede. Çoğu kere, iki ailenin bir başı diye

takılırlardı bana, bazen de ciddi ciddi, evin erkeğinin ben olduğumu

söylerlerdi. Doğrusu gurur duyardım bundan, derin bir sorumluluk

duygusuna kapılırdım. Anam da isterdi sorumluluk duymamı.

Günlerini rende rendelemekle, tahta kesmekle geçiren babam gibi

olmayayım, akıllı, tutkulu bir çiftçi olayım isterdi.

 

Neyse, arabamı bir söğüdün gölgesine çektim, dizginleri gevşettim,

avluya giderken bizim küme başkanı Orozmat'ı gördüm. At

sırtındaydı, koltuk değneğini eyere bağlamıştı yine. Anam yanında

duruyordu onun. Tartışıyorlardı. Yaklaşınca, anamın sözlerini

duydum:

 

Olmaz! Allah korkusu yok mu sende? Kadınların arabaya çuvalı

yüklemesi duyulmuş şey mi? Olmaz yiğidim, bırak gelinimi, şimdiye

kadar nasıl çalıştıysa yine öyle çalışsın. Benim zaten çalışmaktan

güneşi gördüğüm yok. Sen dene bakalım, bir evin içinde iki evi çekip

çevirmek nasıl oluyormuş? İyi ki kızım büyüdü de arada bir el

uzatabiliyor bana. Bir haftadır sırtımın ağrısından belimi

doğrultamıyorum. Her yanım keçe gibi oldu. Şu mısırlara bak,

susuzluktan kuruyorlar! Konuşurken, başörtüsünün ucunu yakasının

altına sokuyordu boyuna; öfkelenince hep öyle yapardı.

 

Orozmat, öne eğilerek, Anlamıyor musun? diye bağırdı.

 

Bacağımda şu kütük yerine doğru dürüst bir ayak olsaydı sana gelir

miydim? Kendim yüklerdim çuvalları, atları da kendim kırbaçlardım

eskisi gibi! Biliyorum, kadın işi değil bu, ama erkeği nereden

bulayım? İşte onun için askerlerin karılarını çağırıyoruz ya! Gelinini

bırakmazsan, kolhoz başkanı benim tepeme biner. Askerler ekmek

ister, zaten planı uygulayamıyoruz. Anlasana!

 

Kırbacımı yerde sürüyerek yanlarına vardım. Küme başkanı beni

görünce gülümsedi; aklına bir şey gelmişti anlaşılan.

 

Gelinini o kadar düşünüyorsan, kiçine bala'sı ona gözkulak olur.

 

Beni gösterdi keyifle. Hiç korkma! Seyit koca adam sayılır artık.

Ekmeğimizi onun gibileri sağlıyor; bizi düzlüğe de onlar çıkaracaklar.

 

Anam dinlemedi bile onu.

 

Üstüme yürüyerek, Şu haline bak! Serseri! diye bağırdı. Saçın

yeleye dönmüş! Baban da ne babaymış ya oğlunun saçını bile

kesmeye vakti yok.

 

Orozmat, İyi öyleyse, bugün evde kalıp saçını kestirsin, dedi.

 

Seyit, bugün burada kalır, atlara bir araba veririz. Birlikte

çalışırsınız. Ama ondan seni sorumlu tutuyorum. Artık canın

sıkılmasın, baybiçe, Seyit gelinine gözkulak olur. Hem Daniyar'ı da

yollarım. Tanırsın, sessiz sedasız bir oğlandır, askerden yeni geldi.

Ekini üçü taşırlar istasyona, gelinine de kimse dokunamaz. Yalan mı?

Sen ne dersin, Seyit? Cemile'yi sürücü yapalım diyoruz, anan

yanaşmıyor. Artık ananın gönlünü etmek sana düşer.

Orozmat'ın övgüsünden hoşlanmıştım, koca adam yerine koymuştu

beni. Hem istasyona Cemile'yle gitmek güzel olacaktı doğrusu. Ciddi

ciddi kaşlarımı çatarak anama döndüm:

 

Ne olacak Cemile'ye? Kurt mu kapacak?

 

Kırk yıllık sürücü gibi dişlerimin arasından tükürüp

önemli, biriymişim gibi yürüdüm, kırbacımı da yerde sürüyordum hala.

Anam, şaşkınlıkla, Şuna bakın! diye bağırdı. Hoşlanmasına

hoşlanmıştı davranışımdan, ama söylemeden edemedi: Kurda

kuzuya aklın mı erer senin?

 

Onun aklı ermez de kimin erer? dedi Orozmat. Seyit iki ailenin bir

başı göğsün kabarsın! Anamın yine direneceğinden korkuyordu.

 

Nerde... Seyit daha çocuk; ama çocukluğuna bakmaz, gece gündüz

çalışır. Yiğitlerimizin nerede olduğunu Allah bilir. Evlerimiz,

terkedilmiş konak yerlerine döndü.

 

Oradan uzaklaştığım için anamın bütün sözlerini duyamadım.

Ardımda bir toz bulutu kaldırarak evin köşesini döndüm, kapıya

yöneldim; bu arada, kardeşimin gülümsemesini bile karşılıksız

bıraktım. Avluya çökmüş, tezek yapıyordu. Kapının oraya varınca

çömeldim; testiden su alıp ellerimi yıkadım. Odaya girdim sonra, bir

tas ayran içtim, bir tas ayran da pencerenin önüne koyup içine ekmek

doğradım.

 

Anamla Orozmat avludaydılar hala; artık tartışmıyorlar, alçak sesle

bir şeyler konuşuyorlardı. Ağabeylerimin sözünü ediyorlardı herhalde.

Anam, yeniyle gözlerini siliyor, Orozmat'ın her dediğine baş

sallıyordu. Besbelli, Orozmat anamı avutmaya çalışıyordu. Uzaklara,

ağaçların tepelerine bakıyordu anam; sanki oralarda bir yerde

oğullarını görecekti.

 

Benim tasalı anacığım, Orozmat'ın isteğini galiba kabullendi. Küme

başkanı amacına ulaşmıştı, keyifle atını kırbaçladı, çekti gitti. Bunun

neye varacağını o anda ne anam biliyordu, ne de ben.

 

Cemile'nin iki atlı bir arabayı rahatça kullanacağından hiç kuşkum

yoktu. Atların huyundan anlardı, Bakair'li bir at bakıcısının kızıydı

çünkü. Sadık da at bakıcısıydı. Söylendiğine göre, bahar yarışlarında

Cemile'yi geçememiş Sadık. Bu yüzden de onu kaçırmış. Ama başka

söylentiler de vardı: Cemile'yle Sadık birbirlerine sevdalanmışlar.

Evlilikleri dört ay sürmüştü sadece. Sonra savaş çıkmış, Sadık'ı askere

çağırmışlardı.

 

Niye, bilmiyorumbelki de babasının tek çocuğu, hem oğlu hem kızı

olduğu, küçük yaştan atlarla uğraşmaya alıştığı içinerkeksi bir hava

vardı Cemile'de; bir erkek sertliği, bir erkek kabalığı vardı; erkek gibi

de kıyasıya çalışırdı. Öteki kadınlarla iyi geçinirdi ama biri haksız

yere kendine yüklenirse altta kalmazdı; bazı bazı kadınlardan birini

saçlarından tutup sürüdüğü bile olurdu.

 

Komşular gelip yakınırlardı:

 

Ne biçim gelininiz var? Şunun şurasında geleli kaç gün oldu? Her

şeye burnunu sokuyor! Ne saygı biliyor, ne utanma!

 

Anam, İyi ki öyle! diye cevap verirdi. Benim gelinim her şeyi

adamın yüzüne söyler. Arkasından konuşmaz. Bir de kendi kızlarınıza

bakın; görünüşte hepsi erdemli. Ama çürük yumurtaya benzer erdem:

dışı güzeldir, pırıl pırıldır...bir de içini kokla bakalım.

 

Babamla küçük anam, Cemile'ye hiç de kaynana, kaynata gibi sert

davranmıyorlardı. Seviyorlardı onu; tek istekleri, Cemile'nin bir

Allah'a bir de kocasına inanmasıydı.

 

Onları anlıyordum. Dört oğullarını savaşa yolladıkları için, iki evin

bir gelini Cemile'ye sımsıkı sarılmışlardı; üstüne titriyorlardı onun.

Ama kendi anamı anlamıyordum. Birine sevgi gösterecek kadın

değildi anam. Sertti, huysuzdu. Kendi kafasının dikine gider, kimseyi

dinlemez, ne biliyorsa onu yapardı. Sözün gelişi, baharda havalar

ısınmaya başlayınca, babamın gençlik yıllarında yapmış olduğu çadırı

kurar, katırtırnağı yakarak tütsülerdi. Bizi de hamarat insanlar olarak

yetiştirmişti; büyüklerimize saygı göstermemizi, her isteğine boyun

eğmemizi isterdi.

 

Cemile öteki gelinlere pek benzemiyordu. Doğru, büyükleri sayardı

saymasına, ama ezilmezdi de. Öteki gelinler gibi, kimsenin arkasından

konuşmazdı. Düşündüğünü, hiç çekinmez, açık açık söylerdi. Anam

desteklerdi onu. Son söz anamdaydı.

 

Galiba Cemile'yi, açık yürekliliği ve hakseverliğinden ötürü,

kendisiyle bir tutuyor, onun ileride aileye yaraşır bir baybiçe

olabileceğini düşünüyordu.

 

Sık sık, Allaha dua et, kızım, iyi bir aileye düştün, derdi. Talihin

varmış. Kadının mutluluğu çocuk doğurmak, kalabalık bir evde

yaşamaktır. Allaha şükür, bir eksiğimiz yok, nemiz varsa sizlere

kalacak. Onurunla yaşarsan mutlu olursun. Unutma bunu!

 

Ama Cemile, bir bakımdan iki kaynanasını da tedirgin ediyordu: çok

şendi. Hala çocuktu sanki. Durup dururken gülmeye başlardı. İşten

dönerken de ağır ağır yürümez; arkın üstünden atlayıp koşa koşa

avluya dalar, kaynanalarına sarılır, onları öper öperdi.

 

Cemile türkü söylemeyi severdi. Büyüklerinin yanındayken bile hiç

çekinmez, türkü mırıldanırdı hep. Köyümüzde gelinlerin böyle

davranması olacak şey değildi tabii. Ama iki kaynana da, Cemile'nin

zamanla durulacağını söyleyerek ses çıkarmazlardı. Gençliklerinde

kendileri de öyle yapmamışlar mıydı? Bana kalırsa, dünyada

Cemile'den iyisi yoktu. Birlikte eğlenir, avluda koşmaca oynar,

boyuna gülerdik.

 

Cemile çok, güzeldi. Uzun boyluydu, incecikti; düzgün saçlarını

sımsıkı örer, boynunun iki yanından sarkıtırdı; beyaz yazmasını

bağlardı başınaesmer tenine o beyaz yazma nasıl da yakışırdı!

Gülümsediği zaman simsiyah, badem gibi gözleri ışıl ışıl olurdu; bir

sevda türküsüne başlamaya görsün, sevdayla tutuşurdu gözleri.

Köyün yiğitleri, hele cepheden dönenler, onu görünce büyülenirlerdi

sanki. Gözümden kaçmazdı. Cemile herkese takılmayı severdi, ama

karşısındaki biraz ileri giderse ağzının payını verirdi. Pek

hoşlanmazdım bundan. Çocuklar ablalarını nasıl kıskanırsa, ben de

Cemile'yi öyle kıskanırdım; yanında bir delikanlı görsem hemen araya

girerdim. Şöyle bir kabarır, ters ters bakardım delikanlıya. Yavaş gel.

O benim ağabeyimin karısı; sahipsiz belleme!der gibi.

 

Böyle durumlarda lafa karışır, karşımdakileri alaya almak isterdim.

Beceremeyince süngüm düşerdi, küskün küskün bir yana çekilirdim.

Delikanlılar gülmekten kırılırlardı:

 

Şuna bak! Kız, herhalde yengesi olacak! Allah Allah? Sahi, yengesi

mi acep?

 

Kendimi tutmaya çalışırdım, kulaklarım kor kesilir, gözlerim dolardı.

Ama Cemile, yengem, beni anlardı. Yüreğinden kopan kahkahaları

bastırır, ciddi bir havaya bürünürdü hemen. Sonra da bir güzel haşlardı

delikanlıları:

 

Ne yani? Evli barklı kadınların işi yok da sizinle mi kırıştıracak?

Belki sizin orada adet öyledir, ama bizim kitabımızda yoktu bu! Gel,

kiçine bala, sen onlara kulak asma!Sonra başını geriye atar, çalımlı

çalımlı yürür giderdi; yolda kendi kendine gülümsediğini görürdüm.

O gülümseyişte hem tedirginlik, hem de bir çeşit sevinç vardı. Belki

de, Sersem çocuk! Canım istese beni kim tutabilir sanki? Bütün aile

karşıma çıksa, yine bildiğimi okurum!diye düşünürdü. Susardım,

hiç konuşmazdım. Evet, kıskanıyordum Cemile'yi, ona tapıyordum;

yengem olduğu için, güzel olduğu için, kimseye aldırmadığı için gurur

duyuyordum. Dosttuk, birbirimizden saklımız gizlimiz yoktu.

 

Savaş sırasında köyde pek az erkek kalmıştı. Bunu fırsat bilen bazı

gençler küstahça davranıyor, kadınları hor görüyorlardı. Ne diye

peşlerinden koşacaksın, elini sallasan ellisi! diyorlardı sanki.

Bir keresinde, ot biçerken, uzak akrabamız Osman, Cemile'ye

sataşmaya kalktı. Bütün kadınların kendisine tutkun olduğunu

sananlardandı Osman. Cemile onu elinin tersiyle itti; gölgesinde

dinlendiği saman yığınının altından kalktı.

 

Rahat bırak beni! dedi öfkeyle. Senin gibi aygırlardan da başka

şey beklenmez ya!

 

Osman, saman yığınının altında kalakaldı.

 

Nemli dudaklarını büzerek, Kedi erişemediği ciğere pis dermiş,

diye söylendi. Ne diye ağıra satıyorsun kendini? Aslında için gidiyor.

 

Cemile hırsla döndü.

 

Gidiyorsa gidiyor! İşim kalmadı da sana mı yüz vereceğim? Yüz yıl

dul kalırım da senin gibilerin suratına bile tükürmem midemi

bulandırıyorsun! Savaş olmasaydı, kimse selam bile vermezdi sana!

 

Osman, sırıtarak, İyi ya işte! Savaştayız, kocanın kamçısını

yemediğin için kuduruyorsun! dedi. Ah, benim karım olacaktın ki

sen... başka türlü konuşurdum.

 

Cemile az kalsın üstüne atılacaktı onun, ama değmez diye cevap

vermedi. Kinle bakıyordu Osman'a. Tiksintiyle tükürerek yabasını

aldı, oradan uzaklaştı.

 

Saman yığınının ardında bir arabadaydım. Cemile beni görür görmez

yolunu değiştirdi; anlamıştı içimden geçenleri. Sanki o değil de ben

aşağılanmıştım, öyle bir duygu vardı içimde. Canım sıkılmıştı;

Cemile'yi azarladım.

 

Onun gibilere niye yüz veriyorsun? Bunlarla konuşmaya bile

değmez!

 

Cemile gün boyunca bir yağmur bulutu gibi sıkıntılıydı. Ağzını açıp

tek kelime söylemedi; gülmedi de. Arabamı sürüp yanına yaklaştım,

yabasını bir saman yığınına sapladı; kaldırdığı samanı yüzünün

önünde tutuyorduacısını gizlemek istiyordu sanki. Hiç durmuyor,

boyuna çalışıyordu. Arabayı çabucak doldurdu. Uzaklaşırken dönüp

ardıma baktım: yabasının sapına dayanmış, düşünüyordu. Ansızın

irkilip işine koyuldu yine.

 

Son arabayı da yükledikten sonra, uzun uzun güneşin batışını

seyretti, başka her şeyi unutmuştu dünyada. Orada, ırmağın ötesinde,

Kazak bozkırının sonunda, hasat güneşi bir tandır gibi alev alevdi.

Dağınık bulutları kızartarak, alacakaranlığın gölgelerine bürünmüş

mor bozkıra son ışıklarını saçarak ağır ağır batıyordu. Cemile, bir

mucizeye tanık oluyormuş gibi, hayranlıkla seyretti güneşin batışını.

Yüzü ışıl ışıldı, aralık dudaklarında bir çocuk gülümsemesi vardı. İşte

o zaman, hala dilimin ucundaki söylenmemiş azarları cevaplandırdı,

kaldığımız yerden konuşmaya devam etti:

 

Artık düşünme onu, kiçine bala; sen ona bakma! Değmez. Güneşin

solan ucunu seyrederek sustu. İçini çekti sonra, düşünceli düşünceli,

 

Osman gibileri, insanın yüreğinden geçenleri ne bilir? Kimseler

bilmez bunu. Belki de bunu bilecek tek adam bile yok dünyada, diye

ekledi.

 

Ben tam atları çeviriyordum ki, Cemile koşa koşa kadınların yanına

gitti; gülüşmeye başladılar. Ansızın nasıl değişivermişti, aklım ermedi

belki güneşin batışı rahatlatmıştı onu, belki de bütün gün çalışmak

mutlu kılmıştı. Arabada oturup Cemile'ye baktım. Başından beyaz

yazmasını çıkarıp, biçilmiş gölgeli çayırda bir kızın ardından

seğirtiyordu; iki yana açmıştı kollarını, rüzgar eteğini savuruyordu.

İçimdeki bütün sıkıntılar uçup gitti ansızın. Osman serserisinden bize

ne?

 

Atları kırbaçlayarak, Deeh! diye bağırdım.

 

O gün küme başkanının sözünü dinledim; babamın eve gelip

saçlarımı kesmesini bekledim. O arada oturup ağabeyim Sadık'ın

mektubuna cevap yazdım. Bu işin bile belirli kuralları vardı.

Kardeşlerim, mektuplarını babama yazarlardı; postacı zarfı anama

verirdi; onları okumak, cevaplandırmak ise benim görevimdi. Daha

zarfı açmadan, Sadık'ın neler yazdığını kelimesi kelimesine bilirdim;

mektupları, bir sürünün koyunları gibi birbirlerine benzerdi hep.

Sadık, hepimize sağlık dileyerek başlardı mektubuna, sonra şöyle

derdi: Bu mektubumu, mis kokulu yemyeşil Talas'da oturan

akrabalarıma, saygıdeğer büyüğüm babam Yolcubay'a postayla

göndermekteyim... Sonra anama, anasına hepimize sırayla selam

ederdi. Arkadan, köyün aksakallarının, yakın akrabalarımızın

sağlıklarını sorar, sanki aceleyle eklenmiş bir cümleyle mektubunu

bitirirdi: Karım Cemile'ye de selam ederim.

 

Tabii anası babası hayattaysa, köy aksakallarla, hısım akrabayla

doluysa, önce karısına selam edemez insan hele mektup, hiç

yazamaz! Yalnız Sadık değil, aklı başında herkes böyle yapardı.

Yerleşmiş bir gelenekti bu, tartışma götürmezdi, iyi olup olmadığını

düşünmezdik bile. Hem ne önemi vardı zaten, uzun zamandır yolu

gözlenen mektup, ortalığa mutluluk saçardı.

 

Anam birkaç kere okuturdu mektubu. Sonra kağıdı nasırlı ellerine

alır, uçup gidecek bir kuşmuş gibi dikkatle tutar, sert parmaklarıyla

üçgen biçiminde katlardı.

 

Gözyaşları içinde titreyerek; Ah yavrucuklarım, mektuplarınızı muska

gibi saklayacağız! derdi. Anasının, babasının, akrabalarının nasıl

olduğunu soruyor. Nasıl olacağız? Bize ne olacak, köyümüzdeyiz işte. Asıl

siz nasılsınız? Arada bir iki satır yazıp sağlığınızı bildirin, yeter. Başka bir

şey istediğimiz yok.

 

Anam uzun uzun bakardı kağıda. Sonra mektubu küçük bir meşin

keseye, öteki mektupların yanına koyar, sandığa kaldırırdı.

 

Daha öncekiler gibi, Sadık'ın bu mektubu da Saratov'dan

postalanmıştı. Orada hastanedeydi Sadık: Allahın izniyle güzden önce

köye geleceğini yazıyordu. Aynı şeyi eski mektuplarında da yazmıştı;

kavuşacağımız günü hasretle bekliyorduk.

 

Postacı geldiğinde Cemile evde olursa, mektubu okumasına izin

verilirdi. Kağıdı daha eline alırken kızarırdı yengem. Satırları

yutarcasına okur, okudukça omuzları çöker, yanaklarının kızartısı

geçerdi. Kaşlarını çatardı, son satırlara bakmazdı bile; ödünç aldığı bir

şeyi geri veriyormuşçasına, mektubu soğuk soğuk anama uzatırdı.

Anam, gelinin halinden anlar, onu neşelendirmeye çalışırdı. Sandığı

kilitlerken, Ne var? derdi. Sevineceğine kederlendin! Sadece senin

kocanı mı aldılar askere? Üzülen bir tek sen misin sanki. Bütün millet

kan ağlıyor. Herkes gibi katlanacaksın. Senden başka yalnız kalan,

kocasını özleyen yok mu? Ne kadar üzülürsen üzül, sen sen ol,

üzüntünü kimseye belli etme, kendine sakla.

 

Cemile bir şey demezdi; ama kederli, inatçı yüreğiyle konuşurdu

sanki: Ah, anacığım, anlamıyorsun, anlamıyorsun.

 

Evde kalmadım o gün geceleri uyuduğum harman yerine gittim.

Atları yonca tarlasına salıverecektim. Kolhoz başkanı, hayvanları

orada otlatmamıza izin vermiyordu; ama atlarımızın besili olmalarını

istediğim için aldırmıyordum bile. Geniş hendekte gözden ırak bir yer

vardı, üstelik gecenin karanlığında kim fark ederdi? O gece atları

çözüp de otlağa götürdüğümde, hendekte dört at daha gördüm.

Öfkelendim tabii. İki atlı bir arabanın sürücüsü olarak öfkelenmeye de

hakkım vardı doğrusu. Öteki atları hemen kovalamayı, benim

otlağıma giren o saygısıza iyi bir ders vermeyi kararlaştırdım. Ansızın

Daniyar'ın iki atını tanıdım. Daniyar, o gün küme başkanının sözünü

ettiği delikanlıydı. Ertesi sabahtan itibaren birlikte çalışacağımız için

atlarına ilişmedim, harman yerine döndüm.

 

Daniyar oradaydı. Arabasının tekerleklerini yağlamış, oku

pekiştiriyordu.

 

Daniyar, hendekteki atlar senin mi? diye sordum. Ağır ağır başını

çevirdi.

 

İkisi benim.

 

 Ötekiler?

 

Onlar... neydi adı... Cemile'nin. Yengen mi olur?

 

Evet.

 

Küme başkanı getirdi onları, göz kulak olmamı söyledi. Atları iyi

ki kovalamamışım!

 

Gece bastırdı, dağlardan kopup gelen akşam rüzgarı dindi. Harman

yerinde çıt yoktu şimdi. Daniyar, bir saman yığınının altına, yanıma

uzandı, bir süre sonra kalkıp ırmağa doğru yürüdü. Sırtı bana dönük,

elleri arkasında, ırmak kıyısında durdu, başını yana eğmişti. Uzun,

incecik gövdesi ay ışığında baltayla yontulmuş gibi duruyordu.

Suların sesini dinliyordu galibagecenin sessizliğinde kayalardan akan

ırmağın sesini. Kimbilir, belki de benim duymadığım sesler, fısıltılar

geliyordu kulağına. Geceyi yine ırmak kıyısında geçirecek! diye

düşündüm, gülümsedim.

 

Daniyar köyün yenilerindendi. Günün birinde, bir çocuk koşa

koşa gelmiş, yaralı bir asker gördüğünü söylemişti; kim olduğunu,

nereden geldiğini bilmiyormuş. Ortalığı ne büyük bir heyecan

sarmıştı! Cepheden bir dönen olsa, köyde kim varsa yanına gider, elini

sıkar, hısım akrabasını görüp görmediğini sorar, son haberleri

öğrenmek isterdi. Bu keresinde öyle bir şamata koptu ki, anlatılacak

gibi değil! Herkes, kardeşim mi acaba, yoksa eşkiyanın biri mi? diye

merak ediyordu. Orağını atan köye koştu.

 

Daniyar bizim köydenmiş meğer. Çocukken yetim kalmış, tam üç yıl

ev ev dolaşıp bakıldıktan sonra Çakmak bozkırındaki Kazakların

yanına gitmiş; ana tarafından akrabaları varmış Kazaklar arasında.

Köyde de kimi kimsesi olmadığı için unutulmuş. Köyden ayrıldıktan

sonra ne yaptığını soranlara kaçamaklı cevaplar verirdi. Zor günler

geçirmişti anlaşılan, yetimliğin acı tasından içmişti. Hayat, onu önüne

katmış, bir taş gibi oradan oraya yuvarlamıştı. Uzun süre Çakmak

bataklıklarında koyun gütmüş, biraz büyüyünce çölde hendek kazmış,

devletin kurduğu yeni pamuk çiftliklerinde, Taşkent'teki Angren

madenlerinde çalışmış, sonra da askere gitmişti.

 

Köylüler, Daniyar'ın doğduğu yere dönüşünü sevinçle

karşılamışlardı. Eh işte, diyorlardı, döndü dolaştı, köyüne geldi.

İçecek suyu varmış burada. Dilini de unutmamış, ara sıra Kazakça

sözler de ediyor ama pekala konuşuyor.

 

Masallardaki kıvrak Tulpar bile sonunda kendi sürüsüne kavuşur,

diyordu aksakallar. Adam anayurdunu, halkını yüreğinde taşır. İyi ki

geldin. Hem bizi, hem de atalarının canlarını sevindirdin. Allahın

izniyle Almanların defterini dürüp huzur içinde yaşayacağız, sen de

herkes gibi bir yuva kurarsın, senin ocağının da bacası tüter!

Daniyar'ın soyunu sopunu iyice araştırdılar. Böylece, köyümüzde yeni

bir akraba Daniyarortaya çıktı.

 

Derken, Orozmat bu uzun boylu, topallayarak yürüyen, hafifçe

kambur askeri tarlaya getirdi. Daniyar, sırtına kaputunu atmış,

Orozmat'ın atına yetişmek için hızlı hızlı yürüyordu. Orozmat kısacık

kalmıştı onun yanında, ırmak kuşlarına benziyordu. Çocuklar onları

yan yana görünce gülmeden edemediler.

 

Daniyar'ın yarası daha iyileşmemişti, bacağı da kaskatıydı hala, ekin

biçemezdi. Biz çocukların yanına, kırpma makinasına verdiler onu. Ne

yalan söylemeli, pek hoşlanmamıştık Daniyar'dan. Bir kere, bizimle

senli benli olmuyordu. Pek az konuşuyordu, konuştuğu zaman da

bambaşka şeyler düşünüyor gibiydi. O düşünceli gözleriyle adamın

yüzüne bakarken bile karşısındakini görüp görmediği anlaşılmıyordu.

Herkes, Zavallı, onca dövüşten sonra kendine gelememiş, diyordu.

İşin garibi, bu düşünceli hallerine rağmen, hızlı çalışırdı; işinin

ustasıydı. Çalışmasına bakan da neşeli biri sanırdı onu. Belki mutsuz

çocukluğu duygularını, düşüncelerini gizlemeyi öğretmişti ona; içine

kapanıklığı öğretmişti. Kim bilir?

 

Daniyar'ın, kenarları sert çizgilerle kaplı ince dudakları pek

açılmazdı; gözleri hüzünlüydü, acılıydı; yorgun yüzündeki tek canlılık

belirtisi kaşlarıydı. Bazen hiç duymadığımız bir sesi duyar, dikkat

kesilirdi; kaşları kalkar, gözleri garip bir ateşle yanardı. Yüzünde bir

sevinç belirir, uzun süre de silinmezdi. Hepimiz garip bulurduk bunu.

Başka tuhaflıkları vardı. Akşamları atlarımızı çözer, yemeğin

pişmesini beklerken çadırın önünde toplanırdık; Daniyar, gözetleme

tepesine çıkar, karanlık basıncaya kadar da orada kalırdı.

 

Ne yapıyor orada, nöbet mi bekliyor? diye gülüşürdük.

Bir akşam merak edip Daniyar'ın ardından ben de tepeye çıktım.

Olağanüstü bir şey yoktu tepede. Alacakaranlıkta mosmor kesilmiş

bozkır, uzaklara, sıradağlara kadar uzanıyordu. Gölgeli tarlalar, o

durgunlukta yavaş yavaş kayboluyordu sanki.

 

Daniyar bana aldırmadı bile. Oturmuş, dizlerini oğuşturuyor,

düşünceli düşünceli uzaklara bakıyordu. Evet, benim duymadığım

sesleri dinliyordu anlaşılan. Arada bir irkilerek doğruluyor, gözlerini

iri iri açıyordu. Onu tedirgin eden bir şey vardı; ansızın kalkıp içini

açacak diyordumbana açmayacaktı tabii... büyük, yüce bir varlığa,

benim bilmediğim bir varlığa açacaktı. Öyle sanıyordum. Bir an sonra

yeniden değişiyordu: yorucu bir günün bitkinliğiyle oturmuş

dinleniyor gibi geliyordu bana.

 

Bizim kolhozun ekin tarlaları, Kurkuru Irmağı'nın yanındadır. Irmak,

köyün yakınlarında bir boğazdan geçip vadiden akardizgin nedir

tanımaz. Hasat zamanı, dağ ırmaklarının coştuğu günlere raslar.

 

Çamurlu, köpüklü sular akşam olunca kabarır. Geceleyin çadırda

yatarken, ırmağın sesiyle uyanırım; mavi, durgun gecenin yıldızlarını

görürüm gökte; rüzgâr soğuk soğuk eser; toprak uykudadır; azgın

ırmak üstümüze gelmektedir sanki. Su kıyısında değildik, ama ırmak

hemen yanıbaşımızdaymış gibi gelirdi banaçadırı seller götürecekmiş

gibi gelirdi. Bizim arkadaşlar, deliksiz uykusunu uyurlardı

hasatçıların; ben uyuyamaz, kalkıp dışarı çıkardım.

 

Kurkuru'nun seller basan topraklarında gece hem güzeldir, hem de

korkutucudur. Çözülmüş atların kara gölgeleri seçilir çayırlarda.

Nemli otlarla karınlarını doyurmuş, yorgun yorgun uyumaktadırlar.

Biraz ötede, Kurkuru taşları sürükleyerek salkımsöğütler arasından

uğultuyla akar. Tedirgin ırmak, korkunç seslerle, inleyişlerle doldurur

geceyi.

 

Böyle gecelerde hep Daniyar'ı düşünürdüm. Su kıyısındaki bir saman

yığınının altında uyurdu. Korkmaz mıydı? Irmağın gürültüsünden

rahatsız olmaz mıydı? Gerçekten uyuyabilir miydi orada? Gecelerini

niye ırmak kıyısında, bir başına geçirirdi? Onu oraya hangi güç

çekerdi? Garip bir adamdı, bir başka dünyadan gelmişti sanki. Şimdi

neredeydi acaba? Bakındım, kimseyi göremedim. Irmağın kıyıları,

yamaçlar gibi kayboluyordu uzakta. Karanlıkta sıradağlar seçiliyordu.

Tepelerde sadece sessizlik ve yıldızlar vardı.

 

Daniyar, köyde birtakım arkadaşlar edinebilirdi. Ama geldiğinde

nasıl yalnızsa, yine öyle yalnızdı; dostluk, düşmanlık, sevgi,

kıskançlık gibi birtakım kelimelerin anlamlarını bilmiyordu sanki.

Köylerde yiğit olarak nam salabilmek için, insan kendini de,

arkadaşlarını da koruyabilmeli; iyilik etmeli, hatta ara sıra kötülük

etmeli; törenlerde, şölenlerde ortaya çıkıp kendini göstermeli;

gerekirse aksakallara kafa tutabilmeliancak ondan sonra kadınların

dikkatini çeker.

 

Ama adam Daniyar gibi kendi kabuğuna çekilirse, köyün günlük

olaylarına bulaşmazsa, ya kimse aldırmaz ona, ya da herkes onu

küçümser.

 

Ne iyilik ettiği var, ne de kötülük, derler. Zavallı... yuvarlanıp

gidiyor işte. Koyverin, ne hali varsa görsün.

 

Genellikle bu gibi kimseler ya alay ya da acıma konusu olurlar.

Olduğumuzdan büyük görünmek ve gerçek yiğitlerle bir tutulmak

isteyen bizler, Daniyar'ı alaya alırdık; yüzüne karşı konuşamazdık

tabii, ne söylersek arkasından söylerdik. Asker gömleğini ırmakta

yıkamasına bile gülerdik. Daniyar, gömleğini yıkar, ıslak ıslak giyerdi,

başka gömleği yoktu çünkü.

 

Gariptir, içine kapanık, uysal biri olmasına rağmen, Daniyar'la senli

benli olmaya kalkışmamıştık; akranımız olmadığı için değil birkaç

yaşın lafı mı olurdu? bize sert davrandığı için de değil. Hayır, onun

suskunluğunda bir yaklaşılmazlık vardı. Bizi, bir eğlence konusu

bulabilmek için can atan bizleri tutan da o yaklaşılmazlıktı işte.

Ona karşı ölçülü olmamızda küçük bir olayın yeri vardı. Meraklı bir

çocuktum; bitmez tükenmez sorularımla herkesi rahatsız ederdim. En

büyük tutkum da, cepheden dönen askerlere savaşı sormaktı. Daniyar

bizimle çalışıyordu ya, ben de fırsat kollamaya başladım.

 

Bir akşam işten sonra yemeğimizi yemiş, ateşin başına toplanmıştık.

 

Daniyar, uyumadan önce biraz savaşı anlatsana bize, dedim. Önce

hiçbir şey demedi. Bu söz ağırına mı gitmişti ne? Uzun süre gözlerini

ateşten ayırmadı; sonunda başını kaldırıp yüzlerimize baktı.

 

Savaşımını anlatayım? diye sordu. Bizimle değil de kendi

yüreğiyle konuşuyordu sanki, kendi düşüncelerini cevaplandırıyordu.

 

Yok, savaş hakkında bir şey bilmeyin, daha iyi!

 

Döndü, bir kucak dolusu kuru yaprak alıp ateşe attı, bizim yüzümüze

bile bakmadan alevlere üflemeye başladı.

 

Başka bir şey söylemedi Daniyar; ama o birkaç kelime bile, savaşın

hafife alınacak bir konu olmadığını anlatmaya yetmişti. Yüreğinin

ortasında bir kan pıhtısıydı savaş; o pıhtının sözünü kolay kolay

edemiyordu. Kendimden utandım, bir daha da savaş hakkında hiçbir

şey sormadım ona.

 

Neyse, köy halkı Daniyar'ı nasıl unutuverdiyse biz de o akşamı öyle

unuttuk.

 

Ertesi sabah erkenden Daniyar'la ben atları harman yerine getirdik.

Biraz sonra da Cemile geldi. Bizi uzaktan görür görmez bağırdı:

 

Hey, kiçine bala, atlarımı buraya getir! Koşumlar nerede? Sanki

anadan doğma sürücüymüş gibi arabayı incelemeye koyuldu,

tekerleklerin iyice oturup oturmadıklarını anlamak için de birkaç

tekme salladı.

 

Yanına giderken halimize baktı baktı da keyiflendi. Daniyar'ın geniş

çizmeleri, uzun, incecik bacaklarından fırlayacakmış gibi duruyordu;

ben de nasırlaşmış topuklarımla atın sağrılarına vuruyordum boyuna.

Cemile, başını neşeyle arkaya atarak, Ne güzel bir çift olmuşsunuz

ya! dedi. Sonra buyruklar yağdırmaya başladı: Hadi, çabuk olun!

Sıcak basmadan bozkırı geçmeliyiz!

 

Dizginlere yapışıp arabaya götürdü atları, bağlamaya başladı.

Bağladı da. Yalnız bir kerecik dizginleri nasıl geçireceğini sordu, o

kadar. Sanki orada değilmiş gibi, Daniyar'ın yüzüne bile bakmıyordu.

Cemile'nin kendine güveni, ikimize de meydan okur gibi davranışı

Daniyar'ı şaşırtmışa benziyordu. Dudaklarını birbirine sımsıkı

yapıştırmış, düşmancasına, ama gizli bir hayranlıkla Cemile'yi

seyrediyordu. Sessizce ekin çuvalını aldı tartıdan, arabaya götürdü.

Cemile azarlamaya başladı onu:

 

Ne o öyle, tek başına mı çalışacaksın? Olmaz öyle şey! Ne bakıp

duruyorsun, kiçine bala? Çık arabaya da çuvalları yerleştir!

Daniyar'ın eline yapıştı sonra. Çuvalı birlikte kaldırdılar; Daniyar

utançtan kıpkırmızı kesildi. El ele verip de her çuvalı kaldırışlarında

başları birbirine dokunacak gibi oluyordu; delikanlı son derece

tedirgindi, dudaklarını ısırıyor, Cemile'nin yüzüne bakmaktan

kaçınıyordu. Cemile aldırmıyordu bile. Yardımcısının farkında bile

değildi sanki, tartının başındaki kadınla şakalaşıyordu. Arabalar

yüklenince dizginlere yapıştık; işte o zaman Cemile göz kırparak bir

kahkaha attı:

 

Hey, adın ne senin? Daniyar mı? Eh, erkeğe benziyorsun madem,

düş bakalım önümüze!

 

Daniyar dizginlere asılıp yola koyuldu. Zavallıcık, diye düşündüm,

üstüne üstlük utangaç da!

 

Yolumuz uzundu: bozkırda yirmi kilometre araba sürecek, sonra da

boğazdan geçip istasyona varacaktık. Tek iyi tarafı, yokuş aşağı

olmasıydı; böylece atlar yorulmayacaktı.

 

Köyümüz Kurkuru kıyısında, Yücedağ'ın eteğindeydi. Kapkara

ağaçlarıyla taa boğazdan görülebiliyordu.

 

Günde bir sefer yapacaktık. Sabahleyin erkenden yola çıkacak,

öğleden sonra da istasyona varacaktık.

 

Güneş iliklerimizi kavuruyordu sanki; istasyon da anababa günüydü.

Vadinin her yanından getirilmiş çuval yüklü arabalar, uzak dağ

kolhozlarından inmiş katırlar, öküzler vardı. Çocuklar, asker karıları

getirmişti hepsini güneşten kapkara yanmış, çıplak ayakları taşlı

yollarda nasırlaşmış, dudakları sıcaktan, tozdan kanayıncaya kadar

çatlamış, soluk elbiseler giyen insanlar.

 

Ekin ambarının üstüne koca koca harflerle, Her başak cepheye!

yazılmıştı. Avludaki sürücülerin yarattığı kargaşalık, bağırıp

çağırmalar, anlatılır gibi değildi. Az ötede, alçak duvarın gerisinde bir

lokomotif sıcak buhar ve yanık yağ kokusu saçarak manevra

yapıyordu. Trenler geçiyordu hızla. Bir an önce yerden kalkmak

isteyen develer, salyalı ağızlarını öfkeyle açarak böğürüyorlardı.

İstasyonda dağlar kadar ekini kızgın bir demir çatının altına

yığmışlardı. Yukarıya uzatılmış kalaslardan çıkarak taşınıyordu

çuvallar. Ekin kokusu vardı havada, toz insanı boğacak gibiydi.

Uykusuzluktan gözleri kan çanağına dönmüş ambar memuru, Hey!

Önüne bak!diye bağırıyordu aşağıdan. Yukarı çıkaracaksın çuvalı,

en yukarıya!Yumruğunu sallayarak boyuna sövüyordu.

Niye sövüyordu? Çuvalları nereye çıkaracağımızı biliyorduk;

çıkarıyorduk da. Kadınların, ihtiyar adamların, çocukların ekip biçtiği

tarlalardan getirmiştik onları; makinistlerin kanter içinde

biçerdöverleri onarmaya çalıştıkları, kadınların iki büklüm orak

salladıkları, çocukların her buğday başağını dikkatle topladıkları

tarlalardan getirmiştik.

 

O çuvalların ağırlığını hala hatırlarım. Bu iş erkek işiydi aslında.

Gıcırdayan kalaslarda dengemi kaybetmemeye çalışarak, çuvalın

ucunu dişlerimin arasına sıkıştırmış, bin güçlükle yürürdüm. Boğazım

tozdan ağrır, sırtım çuvalın ağırlığından sızlardı; kıvılcımlar uçuşurdu

gözlerimin önünde. Başım dönerdi, çuvalı düşürecek gibi olurdum; tek

kurtuluş, yükü sırtımdan atı vermekmiş gibi gelirdi bana. Ama

arkamda başkaları da vardı. Çuval taşırlardı onlar da; hepsi ya benim

yaşımda çocuklar, ya da benim kadar çocukları olan asker karılarıydı.

Savaş olmasaydı hiç böyle yük taşıtırlar mıydı onlara? Hayır, kadınlar

da benim gibi çalışırlarken, işten kaçmaya hakkım yoktu.

Cemile önümden çıkardı; eteğini dizlerinin üstünde toplar, öyle

yürürdü; esmer, güzel bacaklarında kasların nasıl gerildiğini görürdüm

incecik gövdesinin, o ağırlık altında nasıl iki büklüm olduğunu...

Bazen yorulduğumu fark edip bir an duraklardı.

 

Ha gayret, kiçine bala, az kaldı!

 

Ama kendi sesi de boş ve cansız olurdu.

 

Çuvalları boşaltıp geri dönerken, karşıdan Daniyar'ın geldiğini

görürdük. Kalasları sağlam adımlarla çıkarken belli belirsiz topallardı.

Karşılaştığımızda, Cemile'ye tasalı tasalı bakardı. Cemile yorgun

belini doğrultur, buruşmuş eteğini düzeltirdi. Daniyar, her keresinde,

sanki ilk görüyormuş gibi bakardı Cemile'ye, ama yengem oralı bile

olmazdı.

 

Artık alışmıştık: gününe göre, Cemile ya takılırdı Daniyar'a, ya da

hiç aldırmazdı. Birlikte köye dönerken, Hadi bakalım! diye bağırırdı

bana; kamçısını sallar, atları dört nala sürerdi. Ben de peşinden

giderdim. Daniyar'ı geçer, uzun süre dağılmayan bir toz bulutu içinde

bırakırdık onu. Gerçi şakaydı bu, ama başka bir erkek olsa

kaldırmazdı. Daniyar öfkelenmez, yanından yıldırım gibi geçen

Cemile'yi hayranlıkla, ama hiç gülümsemeden seyrederdi. Cemile

dimdik otururdu arabada, boyuna gülerdi. Başımı çevirip Daniyar'a bir

göz atınca, onun toz bulutu ardından hala Cemile'ye bakmakta

olduğunu görürdüm. Bakışında bir incelik, her şeyi bağışlayan bir

hava vardıbir inatçılık, gizli bir hüzün vardı.

 

Cemile'nin alaylarına da, kendisine aldırmamasına da

öfkelenmiyordu. Her şeye katlanmaya yemin etmişti sanki. Önceleri

onun bu haline üzülür, Cemile'yi, Niye onunla alay ediyorsun,

yenge? Baksana, uysal, sessiz bir adam!diye sık sık azarlardım.

Cemile omuz silker, gülerdi. Benimki sadece şaka! Hem zaten

aldırdığı bile yok!

 

Sonunda ben de başladım aynı işi yapmaya. Daniyar'ın garip, inatçı

bakışları beni düşündürüyordu. Cemile bir çuvalı sırtlamayagörsün,

Daniyar hemen gözlerini dikiyordu ona. Doğru, ambarın o gürültüsü,

o şamatası içinde, bağırmaktan sesleri kısılmış, bir yerlere koşuşan

insanlar arasında, Cemile'nin istasyon sınırlarını aşan içten

davranışları, sekercesine yürüyüşü dikkati hemen çekiyordu.

Durup Cemile'ye bakmamak çok güçtü doğrusu. Arabadan bir çuval

almak için yay gibi gerilir, omuzlarını ileri uzatıp başını arkaya atardı;

boynu bütün güzelliğiyle ortaya çıkardı o anda, güneşin kızarttığı

örgülü saçları nerdeyse yere değerdi. Daniyar dinlenecekmiş gibi

olduğu yerde durur, göz ucuyla Cemile'yi seyrederdi. Kimsenin bunu

farketmediğini sanırdı, ama her şeyi görürdüm ben. Görürdüm,

gördüğümden de hoşlanmazdım; canım bile sıkılırdı, Cemile'nin dengi

bulmazdım Daniyar'ı.

 

Şuna bak, o böyle yaparsa başkaları ne yapmaz! diye düşünür,

öfkelenirdim. Daha içimden atamadığım o çocuksu bencillik, korkunç

bir kıskançlığa dönüşürdü. Çocuklar, sevdiklerinin dikkati çekmesini

istemezler. Artık acımıyordum Daniyar'a, kızıyordum; başkaları

onunla alay edince için için seviniyordum.

 

Ama şakalarımızdan biri kötü sonuçlandı. Ekin çuvalları arasında,

keçi kılından yapılmış, yüz kırk kiloluk kocaman bir çuval vardı. Tek

kişinin taşıması imkansız olduğu için hep iki kişi taşırdık onu. Bir gün

harman yerinde, Daniyar'a bir oyun oynamayı kararlaştırdık. O çuvalı

onun arabasına koyduk, üstüne de başka çuvallar yerleştirdik. İstasyon

yolunda da Cemile'yle bir Rus köyünde durup elma topladık. Yol

boyunca Cemile elma fırlattı Daniyar'a, yol boyunca güldük. Sonra,

her zamanki gibi ardımızda bir toz bulutu kaldırarak onu geçtik.

 

Boğazın biraz ilerisinde, demiryolu geçidine varınca Daniyar bize

yetişti; hat kapalıydı çünkü. Ondan sonra istasyona hep birlikte vardık.

Büyük çuvalı unutmuştuk bile, yükleri indirinceye kadar da

hatırlamadık. Tam o sırada Cemile kolumu dürttü, başıyla Daniyar'ı

gösterdi. Daniyar arabanın üstünde durmuş, ne yapacağını

bilemiyormuş gibi çuvala bakıyordu. Gözleri Cemile'ye ilişti sonra;

onun gülmemeye çalıştığını görünce her şeyi anladı, kıpkırmızı

kesildi.

 

Çek pantolonunu, yoksa yolda düşürüp kaybedeceksin! diye

bağırdı Cemile.

 

Daniyar öfkeyle bize baktı; sonra, daha biz ne olduğunu anlamadan

çuvalı sürüye sürüye arabanın kenarına kadar getirdi, aşağı atladı, tek

eliyle dengelemeye çalışarak sırtına aldı. Başladı yürümeye. Önceleri

durumu kavrayamadık. Başkalarının da dikkatini çekmedi bu: sırtında

çuvalla bir adam yürüyordu işteherkesin sırtında çuval vardı. Daniyar

kalasa yaklaşınca, Cemile koşarak yanına vardı onun.

 

Bırak çuvalı, şaka ediyordum!

 

Çekil başımdan! diye mırıldandı Daniyar, kalasa çıktı.

 

Cemile, kendisinin suçsuz olduğunu göstermek istercesine, Şuna

bakın, ne yapıyor!diye bağırdı. Hala gülüyordu, ama garip bir

gülüştü bu; gülmek için kendini zorluyor gibiydi.

 

Daniyar'ın adamakıllıtopalladığını fark ettik. Daha önce niye

düşünememiştik bunu? O budalaca şaka için kendimi hala bağışlamış

değilim. Bu oyunu ben akıl etmiştim çünkü.

 

Geri dön! diye bağırdı Cemile; sanki bağırmıyor, inliyordu. Ama

Daniyar dönemezdi artık; arkasında başkaları vardı.

 

Sonra olanları ayrıntılarıyla hatırlayamıyorum. Daniyar, o korkunç

yükün altında iki büklüm, başını önüne eğmiş, dişlerini dudaklarına

geçirmiş, yaralı ayağını dikkatle atarak ağır ağır yürüyordu. Her adımı

korkunç bir acı veriyordu ona, öyle anlaşılıyordu; durup durup başını

arkaya atıyordu. Kalası çıktıkça sallanması artıyordu. İyice

sendeliyordu artık. Ağzımın içi, korkudan ve utançtan kupkuru

kesilmişti. Donakalmıştım, bütün kaslarımda çuvalın ağırlığını, yaralı

bacağın dayanılmaz acısını duyuyordum. Bir kere daha sendeledi

Daniyar, başını geriye attı; işte o anda gözlerim karardı, toprak

ayaklarımın altında kaymaya başladı.

 

Çelik gibi bir pençe elime yapışmasaydı belki bayılacaktım.

Cemile'yi birdenbire tanıyamadım. Çarşaf gibi bembeyaz olmuştu

yüzü, sanki gözbebekleri büyümüştü, dudakları az önceki gülüşünden

hala seğiriyordu. Herkes, ambar memuru bile, kalasın altında

toplanmıştı şimdi. Daniyar iki adım daha attı. Çuvalı sırtında

dengelemeye çalıştı, ansızın tek dizinin üstüne çökmeye başladı.

Cemile, elleriyle yüzünü kapattı.

 

Bırak! Bırak çuvalı! diye haykırdı.

 

Ama Daniyar çuvalı bırakmadı; istese yana atabilirdi, arkadakilere de

bir şey olmazdı böylece. Cemile'nin sesini duyar duymaz doğruldu, bir

adım daha attı, yine sendelemeye başladı.

 

Ambar memuru, Bıraksana çuvalı, itoğlu it! diye bağırdı. Herkes,

 

Bırak! diye çığlıklar atıyordu.

 

Daniyar bırakmadı, direndi.

 

Biri, Bırakmayacak! diye mırıldandı.

 

Orada kim varsa, hem kalastakiler, hem aşağıdakiler, Daniyar'ın

çuvalı bırakmayacağını anlamışlardı; evet, düşeceğini bilse, çuvalı

atmayacaktı Daniyar. Ortalığı bir ölüm sessizliği kapladı. Duvarın

ötesinden lokomotifin düdüğü duyuluyordu.

 

Daniyar, uykuda yürüyormuş gibi sallanarak kalası tırmanıyor,

kızgın demir çatının altına doğru ilerliyordu. Dengesini koruyabilmek

için iki adımda bir duruyor, güç topladıktan sonra çıkmaya devam

ediyordu. O durunca arkasındakiler de duruyordu tabii. Bu yüzden

daha da yoruluyorlardı, güçleri tükeniyordu, ama kimse kızmıyor,

kimse sövmüyordu. Görünmez bir iple birbirlerine bağlıydılar

sanki; tehlikeli, kaygan bir yolda ilerliyorlardı; herkes önündekini,

arkasındakini korumak için son derece dikkatli davranıyordu.

Sırtlarında yükleri, kalası çıkıyorlardı. Sessiz ve tekdüze

sallanışlarında büyük bir uyum vardı. Daniyar durunca duruyorlar,

yürüyünce yürüyorlardı.

 

Kalasın sonuna yaklaşmışlardı artık, Daniyar yine sendeledi; yaralı

bacağı onu dinlemiyordu bile. Çuvalı bırakmazsa düşecekti. Koş! El

ver ona! diye bağırdı Cemile; sanki bir faydası olacakmış gibi

kollarını uzattı.

 

Kalasa fırladım. Çuval taşıyanların arasından geçip Daniyar'ın yanına

vardım. Kolunun altından bana baktı. Sırılsıklam, esmer alnındaki

damarlar kabarmıştı; kan çanağına dönmüş gözlerinde bir tiksinme

okunuyordu. Çuvalı arkadan tutmak istedim.

 

Defol! dedi Daniyar, bir adım daha attı.

 

Topallayarak, soluk soluğa indiğinde kolları iki yanına sarkmıştı.

kalabalık, onun geçmesi için ikiye ayrıldı; ambar memuru kendini

tutamayıp, Deli misin sen? diye bağırdı. Bizde insanlık yok mu

sanıyorsun? Söyleseydin, çuvalı aşağıda boşalttırmaz mıydım? Ne

diye yukarıya çıkardın?

 

Daniyar, sessizce, Sana ne? diye cevap verdi.

 

Yere tükürüp arabaya gitti. Gözlerimizi önümüze eğmiştik,

utanıyorduk; Daniyar, budalaca şakamızı ciddiye aldığı için

kızıyorduk da.

 

Bütün gece hiç konuşmadan araba sürdük. Daniyar zaten hiç

konuşmazdı; onun için, hala öfkeli miydi, yoksa her şeyi unutmuş

muydu, bilemiyorduk. Ama Cemile de, ben de üzüntülüydük,

pişmandık.

 

Ertesi sabah, harman yerinde çuvalları doldururken, Cemile o koca

çuvalı aldı, bir ayağıyla üstüne basıp boydan boya yırttı.

 

Sonra çuvalı şaşırıp kalmış tartıcının önüne atarak, Al şu

paçavrayı, dedi. Söyle küme başkanına, bir daha bize böyle bir şey

vermesin!

 

Nen var senin? Ne oldu? Yok bir şey!

 

Ertesi sabah Daniyar yine her zamanki gibi durgun ve sessizdi,

duygularını açığa vurmuyordu; ama daha çok topallıyordu o gün,

çuval taşırken daha çok aksıyordu. Eski yarası açılmıştı herhalde,

onun yürüyüşüne baktıkça suçumuzu hatırlıyorduk. Ah, bir gülseydi,

bütün tasalarımız uçup gidecekti.

 

Cemile de hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Gururlu bir kızdı,

yine gülüyordu gülmesine, ama tedirgindi.

 

İstasyondan dönerken hava kararmıştı. Daniyar önde gidiyordu.

Gece, inanılmaz güzellikteydi. O Ağustos gecelerini kim bilmez

yıldızlar uzaktadır, ama elinizi uzatsanız parmaklarınıza değecek

sanırsınız! Bir yıldız vardı: kenarları donmuş gibiydi, saçtığı ışıklar

incecik buzullara benzerdi, karanlık gökten dünyaya şaşkınlıkla

bakardı sanki. Boğazdan geçerken hep onu seyrettim. Otlaklarına bir

an önce kavuşmak isteyen atlar tırısa kalkmışlardı, çakıllar

tekerleklerin altında boyuna gıcırdıyordu. Bozkırdan esen rüzgar, o acı

pelin kokusunu, serin başakların güzel kokusunu getiriyordu; bütün

bunlar, zift kokusuyla, atlarımızın ter kokusuyla karışıyor, başımızı

döndürüyordu.

 

Yolun bir yanında yaban güllerine bürünmüş kayalıklar vardı; öteki

yanında, aşağılarda, söğütlerin, gencecik kavakların altında Kurkuru

akıyordu. Arada bir, öteki köprüden trenler geçiyordu; tekerleklerin

gürültüsü uzun süre kalıyordu boğazda.

 

O serinlikte araba sürmek, atları seyretmek, Ağustos gecesinin

seslerine kulak vermek, kokularını duymak güzel şeydi doğrusu.

Cemile önümde gidiyordu. Dizginleri bırakmış, çevresine bakarak

türkü söylemekteydi. Usul usul söylüyordu türküsünü. Sessizliğimiz

ağırına gitmişti. Böyle bir gecede susmak olmazdı türküler

söylenecek bir geceydi bu.

 

Cemile de türkü söylemeye başlamıştı işte. O içten ilişkimize

dönmek istiyordu belki; belki de suçluluk duygusundan kurtulmaya

çalışıyordu. Pırıl pırıl, yumuşacık bir sesi vardı; bildiğimiz o köy

türkülerini sıralıyordu: Mendilimi sallarım sen geçerken

 

Sevdiğim uzaklara gitti... o türküleri. Çok türkü biliyordu; usul

usul, içtenlikle söylüyorduonu dinlemek çok güzeldi. Ansızın sustu,

Daniyar'a seslendi:

 

Hey, Daniyar, sen de bir türkü söylesene! Yiğit değil misin?

 

Daniyar, atlarını durdurarak, Sen söyle, Cemile, diye karşılık verdi.

 

Dinliyorum, kulak kesildim.

 

Bizim kulağımız yok mu sanki? Zorlayan yok, ister söyle, ister

söyleme! Sonra yeni bir türküye başladı.

 

Daniyar'ın türkü söylemesini niye istedi, bilmiyorum. Belki

takılıyordu Daniyar'a, belki de onu konuşturmaya çalışıyordu. Evet,

konuşturmaya çalışıyordu herhalde, çünkü biraz sonra yine bağırdı:

 

De bana, Daniyar, sen hiç sevdaya tutuldun mu?

 

Sonra bir kahkaha attı.

 

Daniyar cevap vermedi. Cemile de sustu.

 

Tam da türkü söyleyecek adamı buldu! diye düşündüm.

 

Atlar, yol üstündeki çayı geçerken yavaşladılar. Toynakları, ıslak,

gümüş gibi taşlarda şıkırdadı. Suyu geride bırakınca, Daniyar atlarını

kamçılayıp ansızın bir türküye başladı. Sesi, yolun her tümseğinde

çınlıyordu sanki:

 

Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı dağlar, Atalarımın yurdu dağlarım

benim...

 

Sonra durdu, öksürdü, hafifçe kısılmış sesiyle derinden derinden

söylemeye devam etti:

 

Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı dağlar, Beşiğim benim...

 

Sanki bir şeyden korkuyormuş gibi, yine sustu.

 

Ne kadar utandığının farkındaydım. Ama bu kesik kesik, ürkerek

söyleyişte insanı duygulandıran bir şey vardı; sesi de herhalde iyiydi.

İnanılmaz bir şeydi bu, Daniyar türkü söyleyebiliyordu demek!

 

Vay canına!diye haykırdım.

 

Cemile, Daha önce niye söylemedin? Söyle! Sesin o kadar güzel ki!

 

Söyle!diye bağırdı.

 

İlerisi aydınlıktı; boğaz orada sona eriyordu. Bir meltem esiyordu

vadiden. Daniyar türkü söylemeye başladı yine. Önceleri ürkekti,

çekingendi; sonra sesi gürleşti, bütün boğazı doldurdu, uzak

kayalıklarda yankıdı.

 

Türküdeki tutku, türküdeki ateş beni şaşırtmıştı. Bir şey vardı o

türküde, adlandıramadığım bir şey. Daniyar'ın sesi miydi bu, yoksa

yürekten kopup gelen, başkalarında da aynı duyguları uyandıran,

insanın içini dile getiren güçlü bir şey mi?

 

Ah, Daniyar'ın türküsünü yeniden yaratabilseydim! Önemli olan

sözler değildi, zaten pek az söz vardı. Böyle bir türküyü daha önce

duymamıştım, daha sonra da duymadım. Ne kırgız Türküsüydü, ne de

Kazak türküsü; ama ikisinden de bir şeyler vardı içinde. Daniyar, iki

ulusun en güzel ezgilerini almış, tekrarlanması imkansız bir biçimde

kaynaştırmıştı. Dağların, bozkırların türküsüydü bu, Kırgız dağları

gibi yükseliyor, Kazak bozkırları gibi yayılıyordu.

 

Onu dinledikçe şaşkınlığım arttı! Demek Daniyar böyle bir

insanmış! İnanılır gibi değil!

 

Bozkırı geçiyorduk şimdi. Daniyar'ın sesi gittikçe yükseliyor, yeni,

yepyeni ezgiler yaratıyordu. O kadar yetenekliymiş demek! Ne

olmuştu ona? Bugünü, bu saati mi beklemişti?

 

Başkalarının omuz silktiği, gülüp geçtiği garipliğini, dalgınlığını,

ıssızlığı arayışını, sessizliğini ansızın anladım. Akşamları neden o

tepeye çıkar, gecelerini neden o ırmak kıyısında geçirir, neden

başkalarının duymadığı o seslere kulak kabartırdı, gözlerinde o

kıvılcım neden parlardı, kaşları neden kalkardı öyle, hepsini anladım.

Sevdalı bir adamdı bu. Çektiği sevda da başka bir sevdaydı, derin bir

sevda yaşamaya, toprağa duyulan sevda. Kendi içinde saklıyordu onu,

kendi türküsünde saklıyorduo sevda, Daniyar'ın kılavuzuydu,

ışığıydı. Kayıtsız bir insan, sesi ne kadar güzel olursa olsun, onun

söylediği gibi türkü söyleyemezdi.

 

Türkü tam bitermiş gibi olduğu anda, uyuklayan bozkır yepyeni,

büyüleyici bir ezgiyle bir daha uyanıyor, sesi bir okşamaya benzeyen

Daniyar'ı dinlemeye koyuluyordu. Biçilmeyi bekleyen başaklar göl

suları gibi dalgalanıyor, seherin ilk gölgeleri tarlalarda dolaşıyordu.

Değirmenin yanındaki ihtiyar söğütler yapraklarını hışırdatıyordu.

Irmağın karşı kıyısında yakılmış ateşler sönüyordu artık. Bir atlı,

ırmak boyunca bahçeler arasından bir görünüp bir kaybolarak köye

gidiyordu sessizce. Rüzgar, elma kokuları, çiçeğe durmuş mısır

kokuları, tezek kokuları getiriyordu uzaklardan.

 

Daniyar her şeyi unutup türkü söyledi; o büyülü Ağustos gecesi,

kulak verdi ona, Daniyar'ı dinledi. Atlar bile, o büyüyü bozmaktan

korkuyormuş gibi, uzun zamandır ağır ağır yürüyorlardı.

Türküsünün en coşkun yerinde ansızın sustu Daniyar, bir çığlık atıp

atları kırbaçladı. Cemile de onun peşinden gider diye düşünüp

hazırlandım, ama kımıldamadı bile. Hala havada çınlayan türküyü

dinliyordu sanki, başını yana eğmiş, oturuyordu. Daniyar çekti gitti.

Köye varıncaya kadar ikimiz de konuşmadık. Konuşacak ne vardı

zaten kelimeler birtakım duyguları anlatmakta yetersiz kalır.

 

O günden sonra yaşayışımızda bir değişiklik oldu. Güzel, çok güzel

bir şeyin olmasını bekliyor gibiydim. Sabahları harman yerinde

arabalarımızı dolduruyor, istasyona gidiyor, Daniyar'ın türküsünü

dinlemek için işimizi bir an önce bitirmeye çalışıyorduk. Daniyar'ın

sesi, bedenimin bir parçası olmuştu artık, nereye gitsem benimle

geliyordu. Sabahları, dağların ardından beni selamlamak için doğan o

güler yüzlü güneşe karşı koşarken, ıslak yoncaların üstünden atlara

seğirtirken hep benimleydi o ses. İhtiyar harmancıların rüzgara

savurdukları o ışıl ışıl ekin yağmurundaydı; tek başına uçan bir

çaylağın bozkır üstünde usul usul dönüşündeydi gördüğüm her şeyde,

duyduğum her şeyde Daniyar'ın sesi vardı.

 

Akşamları boğazdan geçerken, bir başka dünyada yaşıyormuş gibi

olurdum. Gözlerimi yumar, Daniyar'ı dinlerdim. Çocukluk günlerimi

hatırlardım hep: baharın yumuşacık, süt beyazı bulutları, çadırların

tepelerinde, yücelerde dolaşırdı; at sürüleri, toprağı çınlatarak yaz

otlaklarına koşar, gözlerinde kara kıvılcımlar çakan uzun yeleli taylar,

kısrakların çevresinde dört dönerdi; tepelere ağır ağır, lav gibi

yayılırdı koyunlar; göz kamaştıran bembeyaz köpükleriyle çavlanlar

dökülürdü kayalardan; güneş, ırmağın ötesindeki çalılar arkasından

usulca batardı, bir atlı belirirdi ufukta, güneşi kovalardı sanki elini

uzatsa tutacağı güneşi... sonra o da alacakaranlıkta kaybolur giderdi.

Kazak bozkırı, ırmağın ötesinde bütün enginliğiyle uzanır. Kendine

yer açmak için dağları itmiş, ayırmıştır. Yalnızdır, çıplaktır. Savaşın

patladığı o unutulmaz yaz günlerinde, bozkırda ateşler yakılıyordu;

ordunun atları ortalığı toz dumana boğuyor, dört bir yandan atlılar

fışkırıyordu. Hiç unutmam, bir keresinde karşı kıyıda bir Kazak

belirmişti, sesi çoban sesini andırıyordu, boğuk boğuk bağırmıştı:

 

Kırgızlar! Atlarınızı eyerleyindüşman geliyor!

 

Sonra ardında kızgın bir toz bulutu bırakarak çekip gitmişti. Herkes

düşmana karşı koymak için ayaklanmıştı; süvari birliklerimiz,

dağlardan top gümbürtüleri arasında inip vadilere geçiyordu. Binlerce

üzengi şıkırdıyordu, binlerce yiğit at binmişti; önlerinde kırmızı

bayrakları dalgalanıyor, arkalarında, tozların ardında analarının,

karılarının korkunç iniltisi, acı iniltisi yeri göğü sarsıyordu: Bozkır

yardımcınız olsun! Yüce savaşçımız Manas'ın ruhu korusun sizi!

Erkeklerin savaşa gittiği yollarda acı izler kalmıştı.

 

Daniyar'ın türküsü, gözlerimin önüne yeryüzünün o büyük

güzelliğini, o büyük acısını seriyordu. Nereden öğrenmişti bunu?

Kimden duymuştu? Bu türküyü, ancak yıllarca yurt özlemi çeken, o

özlemin acısını yıllarca duyan biri böylesine sevebilirdi. Daniyar

söyledikçe, çocukluğunu görür gibi oluyordum bozkır yollarında

geçen çocukluğum. Türküsü, o sıralarda, yurt özlemiyle birlikte mi

doğmuştu? Yoksa savaşın ateşinden mi yaratılmıştı?

 

Ne zaman dinlesem o türküyü, yere yatmak, anasına sarılan bir oğul

gibi toprağa sarılmak istiyordum. İçimde bir şeyler uyanıyordu artık,

kelimelerle anlatamadığım, karşı konmaz bir tutku uyanıyordu;

kendimi anlatmak, duygularımı, düşüncelerimi başkalarıyla

paylaşmak, tıpkı Daniyar gibi, yeryüzünün güzelliğini coşkuyla dile

getirmek istiyordum. Bilinmez bir şeyin karşısındaydım sanki, içim

korkuyla, sevinçle doluydu; fırçaya sarılmam gerektiğinin farkında

değildim daha.

 

Resim yapmayı severdim. Ders kitaplarındaki resimleri kopya

ederdim, bütün çocuklar o resimlerin kusursuz birer kopya olduğunu

söylerlerdi. Öğretmenler, o resimleri över, duvar gazetesine

yapıştırırlardı. Savaş çıkıp da ağabeylerim cepheye gidince, ben de

resim yapmayı bıraktım, yaşıtlarım gibi kolhozda çalışmaya başladım.

Boyaları da, fırçaları da unutmuştum artık, bir daha resim yapacağımı

hiç sanmıyordum. Ama Daniyar'ın türküsü bir şeyler uyandırdı

içimde. Büyülenmiş gibiydim, dünyaya şaşkınlıkla bakıyordum; her

şeyi ilk görüyordum sanki.

 

Cemile'ye gelince, o da ansızın değişivermişti. Aklına ne gelirse

söyleyen o neşeli kız değildi artık. Dumanlı gözlerini ışıltılı bir bahar

hüznü kaplamıştı. İstasyona giderken hep bir şeyler düşünüyordu.

Zaman zaman belli belirsiz bir gülümseme ilişiyordu dudaklarına,

yalnız kendi bildiği bir şeye sevinir gibi oluyordu. Bazen sırtında

çuvalla yürürken garip bir ürkeklik geliyordu üstüne; azgın bir

ırmağın kıyısına gelmiş, suyu geçip geçemeyeceğini bilemiyormuş

gibi, olduğu yerde duruveriyordu. Daniyar'dan hep kaçıyordu, yüzüne

bakamıyordu onun.

 

Bir keresinde, harman yerinde, çaresiz bir tedirginlik içinde

Daniyar'ın yanına geldi.

 

Çıkar gömleğini de yıkayayım, dedi.

 

Yıkadıktan sonra kurutmak için yere serdi gömleği, yanına oturup

buruşuklarını düzeltmeye koyuldu; arada bir eline alıp güneşe tutuyor,

yıpranmış kumaşa bakıyordu; başını iki yana sallayarak usul usul,

kederle; buruşukları düzeltmeye devam ediyordu.

 

Cemile eskisi gibi bir tek kere güldü; gözleri bir tek kere parladı.

Günün birinde şamatacı bir topluluk geldi harman yerine; genç

kadınlar, kızlar, cepheden dönmüş yiğitler... yonca yolmuş, evlerine

dönüyorlardı.

 

Yiğitler, şakacıktan üstümüze yürüyerek, Hey, ağalar! Buğday

ekmeğini bir siz mi yiyeceksiniz'? Bize de verin, yoksa hepinizi

ırmağa atarız! diye bağırdılar.

 

Neşeyle, Adam mı korkutuyorsunuz? diye cevap verdi Cemile.

 

Kızlara bir şeyler veririz ama siz kendi başınızın çaresine bakın!

 

Eh, madem öyle, hepinizi suya atalım da görün siz!

 

Delikanlılarla kızlar başladılar güreşmeye. Çığlıklar atarak, gülerek,

birbirlerini suya itmeye çalışıyorlardı.

 

Cemile, kendisini kovalayanlardan kaçarak,

 

Tutun şunları! Hepsini suya atın!diye bağırıyordu. Herkesten çok

onun sesi çıkıyordu.

 

Yiğitlerin hepsi Cemile'ye göz dikmişti. Onu yakalamak, sımsıkı

sarmak istiyorlardı. Ansızın delikanlılardan üçü Cemile'ye yetiştiler;

tutup ırmak kıyısına götürdüler onu.

 

Ya bizi öpersin, ya da seni suya atarız! Hadi, atalım!

 

Cemile kıvranıyor, kahkahalar atıyor, arkadaşlarını yardıma

çağırıyordu; ama öteki kızlar da ırmak boyunca koşuşmakta, suya

düşen yazmalarını yakalamaktaydılar. Cemile, yiğitlerin şen

kahkahaları arasında ırmağı boyladı. Sırılsıklam saçlarıyla, her

zamankinden daha güzel, doğruldu. Pamuklu entarisi bedenine

yapışmıştı, yuvarlak kalçaları, ufacık göğüsleri ortaya çıkmıştı şimdi;

ama farkında değildi o, boyuna gülüyordu; al al olmuş yanaklarından

sular süzülüyordu.

 

 Öp bizi!diye üsteledi yiğitler.

 

Cemile onları öptü; sonra suyu boyladı yine, örgülerini arkaya atarak

gülmeye devam etti.

 

Harman yerinde kim varsa gülmekten kırılıyordu; delikanlıların

oyununa bayılmışlardı. İhtiyar hasatçılar, oraklarını yere bırakmış,

gözlerinden akan yaşları siliyorlardı. Esmer yüzlerindeki kırışıklıkları

neşe kaplamıştı; gençlikleri gelmişti akıllarına. Cemile'yi yiğitlerden

koruma görevimi, o kutsal görevimi bir an için unutmuş, ben de katıla

katıla gülüyordum.

 

Bir tek Daniyar sessizdi. Ansızın ona ilişti gözüm, sustum.

Bacaklarını iki yana açmış, harman yerinin kenarında, tek başına

duruyordu. Bana öyle geldi ki, kendini tutmasa fırlayacak, Cemile'yi

yiğitlerin elinden çekip alacaktı. Yengeme bakıyordu; gözlerinde hem

hayranlık, hem hüzün vardı hem mutluluk, hem acı vardı. Evet,

Cemile'nin güzelliği bir mutluluk ve acı kaynağıydı Daniyar için.

Yiğitler Cemile'ye sarılıp kendilerini zorla öptürdükçe, başını önüne

eğiyordu Daniyar çekip gidecek gibiydi, ama gitmedi.

 

Bu arada, Cemile de Daniyar'ı fark etmişti. Gülmeyi bırakıp başını

önüne eğdi.

 

Taşkınlıklarını sürdüren yiğitlere, Yeter artık!diye bağırdı ansızın.

İçlerinden biri, Cemile'yi kucaklamak istedi.

 

Yengem, delikanlıyı iterek, Çekil başımdan! dedi. Suçlu suçlu

Daniyar'a baktı sonra, entarisini sıkmak için çalıların ardına koştu.

Anlayamadığım çok şey vardı ilişkilerinde; doğrusu, bu konu

üzerinde düşünmeye korkuyordum. Cemile, Daniyar'dan kaçıyordu,

üzüntülüydü; onun üzüntüsü tedirgin ediyordu beni. Keşke eskisi gibi

kahkahalar atsaydı, Daniyar'a takılsaydı... Ama geceleri köye

dönerken Daniyar türküsüne başlamaya görsün, içim ikisi adına garip

bir mutlulukla dolardı.

 

Cemile, boğazdan geçerken arabasına biner, bozkırda ise yürürdü.

Ben de öyle yapardım. O türküyü yürüyerek dinlemek daha güzeldi

çünkü. Önceleri ikimiz de kendi arabalarımızın yanında yürürdük;

zamanla, farkına bile varmadan, garip bir gücün bizi Daniyar'a

çektiğini gördük. Yüzüne, gözlerine bakmak istiyorduk onun bu

türküyü söyleyen, gerçekten Daniyar mıydı, kederli, küskün

Daniyar?..

 

Her seferinde büyülenmiş gibi olurdu Cemile, elini usulca Daniyar'a

uzatırdı, ama Daniyar görmezdi onu, elleri ensesinde, uzaklara bakardı

hep; Cemile, çaresizlik içinde, arabanın kenarına tutunurdu. İrkilirdi

ansızın, olduğu yerde kalakalırdı. Yolun ortasında, yıkık, düşünceli,

Daniyar'ı bir süre gözleriyle izlerdi; yine yürümeye başlardı sonra.

 

Zaman zaman Cemile de, ben de, aynı erişilmez duygular

içindeymişiz gibi gelirdi bana. Belki de uzun süredir yüreklerimizde

taş gibi yatan bir duyguyu canlandırmanın sırası gelmişti.

 

Cemile çalışmaya koyulunca her şeyi unuturdu gerçi, bu alışkanlığını

hala yitirmemişti; ama harman yerindeki o dinlenme saatlerinde hep

tedirgindi. Hasatçıların yanında dururdu bazen, bazen ekin tanelerini

gökyüzüne savururken ansızın yabasını bırakır, saman yığınlarına

giderdi. Gölgeye oturur, tek başına kalmaktan korkuyormuş gibi, bana

seslenirdi:

 

Gel, kiçine bala! Gel de şurada oturalım biraz.

 

Her keresinde önemli bir şey söylemesini, bana içini açmasını

beklerdim. Ama bir şey söylemezdi. Başımı kucağına koyar, gözleri

uzaklarda, parmaklarını kirpi gibi saçlarımın arasında gezdirir, sıcak,

ateşli elleriyle usul usul yüzümü okşardı. Başımı kaldırır, ona

bakardım; tedirginlik okunurdu yüzünde, yas okunurdu, kendi yüzümü

görmüş gibi olurdum. Bir şey acı veriyordu ona; içinde bir şey

büyüyor, olgunlaşıyor, fışkırmak, çıkmak istiyordu. Cemile

korkuyordu bundan. Daniyar'a sevdalanmıştı; bunu hem kabullenmek

istiyordu, hem de çekiniyordu kabullenmekten. Ben de öyleydim,

Daniyar'ı sevmesini hem istiyordum, hem istemiyordum. Ne de olsa

gelinimizdi Cemile, yengemdi.

 

Ansızın çakıveren düşüncelerdi bunlargelip geçerlerdi. En büyük

mutluluğum, Cemile'nin çocuk dudakları gibi aralanmış yumuşacık

dudaklarını, göz yaşlarıyla buğulanmış gözlerini seyretmekti. Ne

güzeldi; yüzü bir esin, bir tutku kaynağıydı! Duyuyordum bunu, ama

tam anlayamıyordum. Şimdi bile kendi kendime sorarım: bir esin

kaynağı mıdır aşk; şairlerin, ressamların yabancısı olmadığı bir esin

kaynağı mıdır? Cemile'ye baktıkça, bozkıra çıkmak gelirdi içimden;

çıkıp yere göğe seslenmek, bağırmak, içimdeki o garip tedirginliği, o

garip mutluluğu altetmek için ne yapmam gerektiğini sormak gelirdi.

Galiba bir gün bunun cevabını buldum.

 

Her zamanki gibi, istasyondan dönüyorduk. Geceydi, arı gibi

yıldızlar sarmıştı gökyüzünü, bozkır uykuya dalmak üzereydi,

sessizliği Daniyar'ın türküsü bozuyordu sadece çınlayan, sonra o

yumuşacık karanlıkta kaybolan türkü. Cemile'yle ben, Daniyar'ın

ardından gidiyorduk.

 

Daniyar'a o gece ne olmuştu, bilmiyorum derin, ince bir hüzün vardı

sesinde, bir yalnızlık vardı; gözlerimiz yaşlarla doldu.

 

Cemile bir eliyle Daniyar'ın arabasının kenarına sımsıkı tutunmuş,

başı önünde, yürüyordu. Daniyar'ın sesi yeniden yükselince başını

kaldırdı, arabaya atlayıp yanına oturdu onun. Kollarını göğsünde

kavuşturup heykel kesildi. Ben de arabanın yanında yürümekteydim,

onları daha iyi görebilmek için adımlarımı açtım. Daniyar, Cemile'nin

farkında bile değildi, türküsüne devam ediyordu. Cemile, kollarını iki

yanına indirdi, Daniyar'a sokulup başını omuzuna dayadı onun.

 

Kırbacı yiyen bir at nasıl hızlanırsa, Daniyar da birdenbire öyle coştu

sesi titriyordu, ama eskisinden de gürdü. Bir sevda türküsü söylüyordu!

 

Donakalmıştım. Bütün bozkır çiçek açmış gibiydi, kıpırdandı,

karanlığı attı üstünden, uzayıp giden enginliğinde iki sevdalı gördüm.

Onlar görmediler beni, ben yoktum. Yanlarında yürüyordum oysa;

ikisi de dünyada ne varsa unutmuşlardı, sadece türküye vermişlerdi

kendilerini. Onları tanıyamadım. Daniyar eski Daniyar'dı, sırtında

paçavraya dönmüş o asker gömleği vardı yine, ama gözleri karanlıkta

pırıl pırıldı, yanıyordu sanki. Ona ürkekçe, utanarak sokulan kız,

kirpiklerinde yaşlar ışıldayan kız, Cemile'ydi, benim Cemile'mdi. Yeni

doğmuşlardı, biraz önce görülmemiş bir mutluluk içindeydiler. Sahi,

mutluluk değil miydi bu? O türküleri yaratan yurt sevgisini artık

Cemile'ye adıyordu Daniyar. Evet, Cemile'nin türküsüydü bu,

Cemile'nin türküsüydü.

 

Daniyar'ın türkülerinin içinde uyandırdığı o garip coşkunluk bütün

benliğimi sarmıştı yine. Ansızın ne yapmak istediğimi anladım.

Onların resmini yapmak istiyordum. Bunu düşünmek bile beni

korkuttu; ama tutkum, korkumdan daha büyüktü. Gördüğüm gibi

çizecektim onları tepeden tırnağa kadar mutluluk içinde. Evet, ne

görüyorsam onu çizecektim! Korkumun yanına sevinç de eklenmişti

şimdi. Büyülenmiş gibiydim. Mutluydum, bu mutluluk ileride neler

açacaktı başıma, o sırada bilmiyordum bunu, ama mutluydum. İnsan

yeryüzünü Daniyar'ın gördüğü gibi görmeli diyordum, onun türküsünü

ben de renklerle anlatacaktım. Dağların, bozkırın, insanların, otların,

bulutların, ırmağın resmini yapacaktım. İşte o anda aklıma geldi:

boyam yoktu ki, nereden bulacaktım boyayı? Okuldan vermezlerdi,

kendileri kullanıyorlardı çünkü! Aman, dedim kendi kendime, iş

boya bulmaya kalsın!

 

Daniyar ansızın türküsünü kesti. Cemile, hiç çekinmeden kolunu

boynuna dolamıştı onun; Daniyar susar susmaz çekti kolunu, bir an

donakaldı, sonra arabadan atladı. Daniyar dizginlere asılıp atları

durdurdu. Cemile, sırtını dönmüş, yolun ortasında dikiliyordu. Başını

arkaya atıp yan gözle Daniyar'a baktı. Gözleri dolu doluydu.

 

Ne bakıyorsun? dedi Daniyar'a.

 

Bir an sustuktan sonra, sertçe ekledi:

 

Bana bakacağına yoluna bak!

 

Arabasına gitti. Bana dönüp,

 

Ya sana ne oldu öyle? diye bağırdı.

 

Hadi, çık yukarı da yapış dizginlere! Bıktım artık!

 

Atları kamçılarken, Nesi var acaba? diye düşünüyordum. Nesi

olduğunu biliyordum aslında: tedirgindi; evliydi çünkü, kocası sağdı,

Saratov'da bir hastanede yatıyordu. Daha ötesini düşünmek

istemedim. Kızıyordum Cemile'ye, kendime de kızıyordum; kim bilir,

belki Daniyar türkü söylemeyecekti artık, sesini bir daha

duyamayacaktım işte o zaman Cemile'ye kızgınlığım nefrete

dönüşürdü.

 

Gövdem tepeden tırnağa sızlıyordu; bir an önce samanlara atmak

istiyordum kendimi. Atların sağrıları karanlıkta oynayıp duruyor,

araba sarsıntıyla ilerliyor, dizginler ellerimden kayıyordu.

 

Harman yerine varır varmaz, koşumları çıkarıp arabanın altına attım.

Samanların üstüne yığıldım sonra. O akşam atları Daniyar götürdü

otlağa.

 

Ertesi sabah sevinçle uyandım. Cemile'yle Daniyar'ın resimlerini

yapacaktım. Gözlerimi yumup, yapacağım resmi düşünmeye

koyuldum. Fırçayla boya bulur bulmaz başlayacaktım çalışmaya.

Irmağa gidip yıkandım, atların yanına koştum. Soğuk, ıslak yoncalar

ayaklarımı acıtıyordu; tabanlarımın çatlak derileri sızlıyordu ama çok

güzeldi. Koşarken çevreme bakıyordum. Güneş dağların ardından

doğmaktaydı; nasılsa arkın yanına kök salmış bir ayçiçeği, yüzünü

güneşe çevirmişti. Üstleri kırağıyla örtülmüş yaban otları sarmıştı

çevresini, ama ayçiçeği dimdikti, sabah güneşini sapsarı dilleriyle

onlardan önce emiyor, çekirdeklerine sindiriyordu. Tekerlek izlerini

sular doldurmuştu. Nane kokusu sarmıştı ortalığı. Koşuyordum,

yurdumun, toprağımın üstünde koşuyordum, tepemde kırlangıçlar

yarışıyordu ah! O sabah güneşinin, dumanlı dağların, kırağıyla

ıslanmış yoncaların resmini yapabilseydim bulsaydım da arkın

kenarında büyümüş o yalnız ayçiçeğinin resmini yapabilseydim.

Harman yerine döner dönmez sevincim gölgeleniverdi. Cemile'yi

gördüm. Kederliydi, acı okunuyordu yüzünde, gözlerinin altında mor

mor halkalar vardı; geceyi uykusuz geçirmişti herhalde.

 

Gülümsemedi, konuşmadı da; Orozmat gelince yanına gitti.

 

Araban senin olsun! dedi.

 

İstediğin işe ver beni, ama bir daha istasyona ekin götürmem.

 

Orozmat şaşırmıştı. Yumuşak bir sesle,

 

Ne oldu, yavrum? diye sordu.

 

Bir atsineği filan mı dadandı yoksa?

 

Atsineği dediğin hayvanlara dadanır! Sorma işte! Gitmem dedim, o

kadar!

 

Orozmat'ın yüzündeki gülümseme kayboldu.

 

Sen istediğin kadar gitmem de! Gideceksin! Koltuk değneğini yere

vurdu. Biri canını sıktıysa, söyle, şu değneği kafasında kırayım. Ama

böyle bir şey yoksa, salaklık etme: asker tayını taşıyorsun sen, kocan

da o askerlerden biri!

 

Sonra döndü, topallaya topallaya çekip gitti.

 

Cemile utanmıştı, kıpkırmızı kesildi; Daniyar'a bakıp belli belirsiz iç

çekti. Daniyar az ötede, sırtını Cemile'ye dönmüş, düzensiz

hareketlerle hamut kayışını bağlıyordu. Konuşulanları işitmişti. Bir

süre olduğu yerde kaldı Cemile, kırbacıyla oynadı. Sonra hiçbir şeyi

umursamadan omuz silkti, arabasına doğru yürüdü.

 

Ertesi gün harman yerine her zamankinden erken döndük. Daniyar

yol boyunca atlarını koşturdu. Cemile hiç konuşmadı, sıkıntılıydı.

Önümde kapkara çorak bozkırı görünce gözlerime inanamadım.

Dünkü bozkır mıydı bu? Bir masalda yaşamıştım sanki, içimde

uyanan mutluluk beni bir an bile bırakmıyordu. Hayatın pırıltısını

ucundan yakalamış, yüreğime atmıştım; o pırıltı büyümüştü sonra,

bütün gövdemi sarmıştı. Ama tedirgindim; tartıcıdan bir tabaka kalın

beyaz kağıt aşırıncaya kadar da tedirginliğim geçmemişti. Harman

yerine varınca, koşup bir saman yığınının ardına saklandım. Yüreğim

ağzımdaydı; kağıdı, yolda bulduğum tahta bir bahçıvan belinin üstüne

koydum.

 

Allah yardımcım olsun! diye fısıldadım; aynı şeyi, babam beni ata

ilk bindirdiği zaman da söylemiştim. Sonra kalemimi kağıda

dokundurdum. Kendiliğimden çizdiğim ilk çizgilerdi bunlar. Kağıtta

Daniyar belirmeye başlayınca, her şeyi unuttum. Bozkırdaki o

Ağustos gecesini düşündüm, Daniyar'ı, Daniyar'ın türküsünü, başını

arkaya atışını, boynunu, Cemile'nin ona yaslanışını düşündüm. İşte

araba, işte Daniyar'la Cemile, arabanın önüne bırakılmış dizginler,

karanlıkta ağır ağır giden atlar, işte bozkır, uzak yıldızlar.

 

Öyle kaptırmışım ki kendimi, yanıma birinin yaklaştığını fark

etmedim bile; tepemde bir ses duyunca irkildim.

 

Sağır mısın?

 

Cemile'ydi. Utandım, kıpkırmızı kesildim, resmi saklayamadım.

 

Arabalar yüklendi, bir saattir seni arıyoruz! Ne yapıyorsun?

 

Resmi gördü sonra, eğilip alarak, Ne bu? diye sordu. Kızdığı omuz

silkişinden belli oluyordu.

 

Ölsem daha iyiydi. Uzun uzun resme baktı Cemile; sonunda, kederli,

ıslak gözlerini kaldırdı.

 

Usulca, Bana ver bunu, kiçine bala, dedi. Hatıra diye saklarım.

 

Kağıdı katlayarak gömleğinin içine soktu.

 

Yola çıktığımızda kendimde değildim. Her şey bir düş gibi geliyordu

bana. Resim yaptığıma hala inanamıyordum. Ama yüreğimin

derinliklerinde sevince benzer, övünmeye, gurura benzer birtakım

duygular uyanmıştı; daha büyük hayaller peşindeydim artık, başım

dönüyordu. Resim yapmak, boyuna resim yapmak istiyordum. Ama

kurşun kalemle değil, boyayla! Arabalarımızın hızla gitmesine bile

aldırmıyordum. Daniyar, atları dört nala sürüyordu. Cemile de ona

uymuştu. Arada bir çevresine bakıyor, gülümsüyordu. Onun

gülümseyişi duygulandırıyordu beni. Ben de gülümsüyordum, demek

öfkesi geçmişti Cemile'nin, istese Daniyar'a türkü bile söyletirdi bu

gece.

 

O gün, her zamankinden erken geldik istasyona; atlarımızın ağızları

köpük içindeydi. Atları bir kenara çeker çekmez, Daniyar çuvalları

indirmeye başladı. Ne olmuştu ona? Acelesi neydi? Zaman zaman

duruyor, gürüldeyip geçen trenlerin ardından uzun uzun bakıyordu.

Cemile'nin gözleri Daniyar'daydı, ne düşündüğünü anlamaya

çalışıyordu onun.

 

Bir ara, Buraya gel, diye seslendi Daniyar'a. Atın nalı sallanıyor.

Yardım et de çıkarayım.

 

Daniyar, nalı çıkarıp da doğrulunca, Cemile onun gözlerinin içine

baktı, usulca sordu:

 

Nen var senin? Anlamıyor musun? Dünyada bir ben mi varım

sanki?

 

Daniyar uzaklara baktı, cevap vermedi.

 

Cemile iç çekti: Bu benim için kolay mı sanıyorsun?

 

Daniyar kaşlarını kaldırdı; sevgiyle, hüzünle baktı Cemile'ye. Bir şey

söyledi, ama öyle hafif söylemişti ki bunu, duyamadım. Sonra, keyifli

keyifli, arabasına doğru yürüdü. Yürürken elindeki nalı okşuyordu.

Cemile'nin hangi sözü rahatlatmıştı onu? İnsan, karşısındaki iç

çekerse, Bu benim için kolay mı sanıyorsun? derse, rahatlayabilir

miydi?

 

Yükleri boşaltmış, dönmeye hazırlanıyorduk ki, ambarın avlusuna

bir asker girdi; yaralı, zayıf bir askerdi bu, sırtında buruş buruş bir

kaput vardı, omuzuna bir çanta asmıştı. Birkaç dakika önce bir tren

gelmişti istasyona. Asker, çevresine bakarak bağırdı.

 

Kurkuru köyünden kimse var mı burada?

 

Onun kim olduğunu çıkarmaya çalışarak; Ben varım, diye cevap

verdim.

 

Asker, bana doğru ilerleyerek; Kimin oğlusun sen? diye sordu.

Sonra Cemile'yi gördü ansızın, şaşırdı, yüzüne tatlı bir gülümseme

yayıldı.

 

Cemile bir çığlık attı: Kerim! Sen misin?

 

Asker, Cemile'nin ellerine sımsıkı yapışarak, Cemile, kardeşim!

diye bağırdı.

 

Cemile'nin köyündendi o da.

 

Heyecanla, İşe bak sen! dedi. İyi ki buraya gelmeyi akıl etmişim!

Sadık'ın yanından geliyorum, hastanede beraberdik, Allahın izniyle bir

iki aya kalmaz, o da çıkar. Ayrılırken, karına bir mektup yaz da

götüreyim, dedim. İşte mektup, imzalı mühürlü. Üçgen bir zarf uzattı

Cemile'ye.

 

Cemile mektubu kaptı, önce kıpkırmızı, sonra bembeyaz kesildi, göz

ucuyla Daniyar'a baktı. Arabasının yanındaydı Daniyar. Geçen gün

harman yerinde olduğu gibi, tek başınaydı. Cemile'ye bakışında

korkunç bir umutsuzluk vardı.

 

O arada herkes başımıza toplanmıştı; asker, kalabalıkta tanıdıklara,

akrabalara raslamış, peşpeşe sıralanan soruları cevaplandırmaya

çalışıyordu. Cemile ona teşekkür etme fırsatını bile bulamadan,

Daniyar arabasına atladığı gibi avludan çıktı gitti; tekerlek izleriyle

kaplı yol, büyük bir toz bulutuna gömüldü.

 

Herkes, Deli bu herif! diye bağırdı.

 

Askeri götürmüşlerdi yanımızdan, avlunun ortasında Cemile'yle ben

kalmıştık, hızla dağılan o toz bulutuna bakıyorduk.

 

Hadi, yenge, dedim.

 

Cemile, acı bir sesle, Sen git, yalnız bırak beni! diye cevap verdi.

 

O gün, ilk olarak, üçümüz de ayrı ayrı döndük harman yerine.

Ağustos sıcağı, kurumuş dudaklarımı kavuruyordu. Güneşten

bembeyaz kesilen o çatlamış, o yarılmış toprak yavaş yavaş

serinliyordu şimdi, tuzlu lekeler belirmişti üstünde. Güneş biçimini

yitirmişti, beyaz bir sisin ardında parlıyordu. Ötede, ufukta portakal

kırmızısı fırtına bulutları toplanmaktaydı. Kupkuru bir rüzgar

esiyordu, atların burunlarını tozla dolduruyor, yelelerini

dalgalandırıyor, tepelerdeki pelin kümelerini hışırdatıyordu.

 

Yağmur yağacak galiba, diye düşündüm.

 

Öylesine yalnız, öylesine kederliydim ki! Ağır ağır giden atları

kırbaçladım. Uzun bacaklı, cılız toy kuşları dere yatağına

sığınıyorlardı. Kuru pıtraklar yuvarlanıyordu yolda; bizim oralarda

pıtrak yokturKazak topraklarından gelmişlerdi herhalde. Güneş battı.

Kimseler görünmüyordu ortalıkta, önümde sadece kızgın bozkır uzanıyordu.

 

Harman yerine vardığımda hava kararmıştı. Rüzgar kesilmişti.

 

Daniyar'a seslendim.

 

Bekçi, Irmağın orada, dedi. Sıcak yüzünden herkes evine gitti.

Rüzgar esmeyince harman yerinde kim ne yapsın?

 

Atları otlağa götürdükten sonra ırmağa gitmeye karar verdim. Yarın

altında bir yer vardı, orayı pek severdi Daniyar.

 

Elimle koymuş gibi buldum onu, oturmuş, başını dizlerine dayamış,

aşağıda çağıldayan suları dinliyordu. Yanına gitmek, kolumu boynuna

dolamak, onu rahatlatıcı bir şey söylemek istedim. Ama ne

söyleyebilirdim ki? Bir kenara çekilip biraz bekledim, sonra harman

yerine döndüm. Uzun süre samanların üstünde yattım, bulutların

kararttığı göğe baktım, hayatın niye bu kadar karışık, niye bu kadar

anlaşılmaz olduğunu düşündüm.

 

Cemile daha dönmemişti. Ne olmuştu acaba? Yorgundum, ölü

gibiydim, ama uyuyamıyordum. Dağların tepesinde şimşekler

çakmaya başladı.

 

Daniyar harman yerine geldiğinde hala uyanıktım. Bir süre dolaştı

durdu, gözünü yoldan ayırmadı. Az ötedeki bir saman yığınına çöktü

sonra. Ayrılacaktı buradan; biliyordum, bu köyde kalmayacaktı. Ama

nereye gidebilirdi? Tek başınaydı, evi yoktu, bekleyeni yoktu. Tam

uyuyacaktım ki, yaklaşan bir arabanın sesini duydum. Herhalde

Cemile'ydi.

 

Ne kadar uyumuşum, bilmiyorum; kulağımın dibinde saman

hışırtıları duydum. Biri geçti yanımdan, omuzuma ıslak bir kanat

değdi sanki. Gözlerimi açtım. Cemile'ydi. Irmaktan geliyordu, entarisi

ıslaktı. Durdu, çevresine baktı, tedirgindi. Daniyar'ın yanına oturdu

sonra.

 

Daniyar, geldim, ben geldim, dedi usulca.

 

Çıt çıkmıyordu. Uzaklarda bir şimşek kaydı toprağa. Sessizce.

 

Kızgın mısın? Çok mu kızgınsın?

 

Evet, çıt yoktu. Bir avuç toprağın sulara usulca gömülüşünü duydum.

 

Benim suçum mu bu? Senin suçun da değil.

 

Uzaklarda, dağların üstünde gök gürledi. Bir şimşek çaktı yine.

 

Cemile'yi gördüm. Daniyar'a sarılmıştı. Omuzları sarsılıyordu,

kabarıp kabarıp iniyordu sanki. Samanların arasına, onun yanına

uzandı sonra.

 

Bozkırdan sıcak bir rüzgar koptu geldi: Samanları savurdu, harman

yerinin sonundaki eski çadıra çarptı, yolda bir topaç gibi dönmeye

başladı. Gök gürlüyor, mavi şimşekler bulutları parçalıyordu. Hem

güzel, hem korkutucu bir şeydi bu fırtına geliyordu, yazın son

fırtınası. Cemile, Seni ona değişir miyim sandın? diye fısıldadı

tutkuyla.

 

Değişir miyim hiç, değişir miyim? Beni hiç sevmedi. Selamlarını

bile mektuplarının sonunda, tek cümleyle yolladı. Ne onu istiyorum

artık, ne de geciken sevgisini. Kim ne derse desin! Yalnız sevgilim

benim, seni hiç bırakmayacağım! Yıllardır seviyordum seni!

Tanımadan bile seviyordum. Sonunda geldin işte, bildin yolunu

gözlediğimi geldin!

 

Yarın ötesine, ırmağa, kesik çizgilerle mavi şimşekler iniyordu

şimdi. Samanların üstüne soğuk yağmur damlaları düşüyordu.

Cemile, Cemile, sevgilim benim! diye fısıldadı Daniyar; Kırgız

dilinin, Kazak dilinin en güzel kelimelerini sıraladı. Ben de yıllardır

seviyordum seni. Siperlerde bile seni düşünüyordum; sevdiğimi

burada, kendi yurdumda bulacaktım, biliyordum bunu. Seni

seviyordum, seni seviyordum. Dön bana, gözlerine bakayım!

 

Fırtına patlamıştı.

 

Çadırın keçesi kopmuş, yaralı bir kuş gibi çırpınıyordu. Rüzgarın

kamçıladığı yağmur, toprağı öpercesine yağıyordu. Gök gürültüleri,

çığ gibi yuvarlanıyordu dağlarda. Şimşekler tepeleri aydınlatıyor,

rüzgar dere yatağında uluyor, ortalığı kasıp kavuruyordu.

 

Bardaktan boşanırcasına yağıyordu yağmur. Samanların arasına

saklanmış, yatıyordum; yüreğim, göğsümü parçalayacakmış gibi

çarpıyordu. Mutluydum. Uzun süren bir hastalıktan sonra güneşe

çıkmış gibiydim. Samanların altında yağmur ıslatıyordu beni,

şimşekler gözlerimi kamaştırıyordu, yine de içim içime sığmıyordu

bu ses, yağmurun hışırtısı mıydı samanlarda, Daniyar'la Cemile'nin

fısıltıları mıydı, bilmiyorum... uyurken hala gülümsüyordum.

 

Yağmur mevsimi başlamak üzereydi. Sonbahar geliyordu. Havada o

ıslak pelin kokusu, o ıslak saman kokusu vardı. Sonbahar neler

getirecekti bize? Nedense bunu hiç düşünmedim.

 

O sonbahar, iki yıl aradan sonra, okula gittim. Derslerden sonra

ırmak kıyısındaki o yara gelir, bırakılmış, ıssız harman yerinde

otururdum. İlk resimlerimi orada yaptım. Yaptıklarımın iyi olmadığını

o sıralarda bile biliyordum.

 

İş yok bu resimlerde! Ah, doğru dürüst boyalarım olsaydı!

diyordum kendi kendime. Doğru dürüst boyalar nasıl şeylerdi? Hiç

bilgim yoktu bu konuda. Küçük tüplerdeki yağlı boyaların varlığını

çok sonra, yıllar sonra öğrenecektim. Öğretmenlerim eğitilmem

gerektiğini söylüyorlardı. Bu da olacak iş değildi tabii.

 

Ağabeylerimden hala haber yoktu; anam beni, biricik oğlunu, iki

ailenin bir başını, eğitim görmek için şehre yollamazdı. Bu konuyu

açmadım bile. İşin kötüsü, o sonbahar da öylesine güzeldi ki sanki,

 

Çiz beni, resmimi yap!diye bağırıyordu.

 

Soğuk Kurkuru'nun suları azalmıştı; dönemeçlerdeki taşların üstleri

portakal rengi yosunlarla, yeşil yosunlarla örtülmüştü. Söğütlerin

incecik fidanları, ilk donlarda kıpkırmızı kesiliyordu; ama gencecik

kavaklar, sarı yapraklarını hala bırakmıyorlardı.

 

Seller geçirmiş toprağın bakır çalığı otlarında, çobanların yağmurla

ıslanmış çadırları siyah birer leke gibi duruyordu; tepelerinden incecik

mavi dumanlar yükseliyordu göğe. Aygırlar kişniyor, kısraklar

kaçmaya çalışıyordu; bahara kadar onları bir arada tutmak güç

olacaktı. Dağlardan inen sığır sürüleri, anızlar arasında dolaşıyordu.

Kurumuş, kararmış bozkır, yol yol izlerle kaplanmıştı.

 

Bozkır rüzgarı esmeye başladı sonra; gökyüzü çamur rengini aldı;

karın habercileri, soğuk yağmurlar yağdı. Güzel bir gün ırmağa gittim,

kumluktaki bir üvez kümesi dikkatimi çekmişti. Geçidin az ötesine,

söğütler arasına oturdum. Akşam oluyordu. İki kişi gördüm ansızın.

Karşı kıyıya geçmişlerdi. Daniyar'la Cemile'ydi bunlar. Tedirgin, ama

kararlı yüzlerinden gözlerimi ayıramadım. Daniyar'ın sırtında bir çanta

vardı; hızlı hızlı yürüyordu, kaputunun önü çizmelerine çarpıyordu.

Cemile beyaz bir yazma bağlamıştı başına. Yazma hafifçe kaymıştı.

Bayramlık basma entarisini giymiş, üstüne de kadife ceketini

geçirmişti. Küçük bir çıkın vardı bir elinde; öteki eliyle Daniyar'ın sırt

çantasını tutuyordu. Konuşuyorlardı.

 

Dere yatağındaki fundalar arasından yürüyorlardı. Ne yapacağımı

bilemeden bir süre onlara baktım. Seslenseydim? Ama sesim

çıkmıyordu.

 

Günün son kızıl ışıkları, sıradağlar üstündeki bulutlarda kayboldu,

hava hızla kararıyordu artık. Daniyar'la Cemile arkalarına bakmadan

demiryolu kavşağına gidiyorlardı. Başları çalılar arasından göründü

birkaç kere sonra kayboldular.

 

Sesimin olanca gücünle,

 

Cemileeee!diye bağırdım.

 

Kendi yankımı duydum uzaklardan:

 

Eee!

 

Cemileeee! diye bağırdım yine, peşlerinden gitmek için ırmağa

koştum.

 

Yüzüme buz gibi damlalar çarptı. Elbisem sırılsıklam olmuştu, ama

önüme bile bakmadan koşuyordum. Ayağım takıldı, kapaklandım.

Başımı kaldırmadan bir süre yattım orada; gözlerimden sıcak yaşlar

akıyordu. Karanlık, omuzlarıma abanmıştı sanki. Fundaların yaktığı

ağıtı duyar gibiydim.

 

Cemile! Cemile! diye hıçkırdım.

 

O iki insana, en yakınım, en sevdiğim insanlara güle güle diyordum.

Orada, yerde yatarken ansızın anladım: seviyordum Cemile'yi. Evet,

Cemile ilk aşkımdı benim, çocukluğumun aşkıydı.

 

Islak kollarımın arasına gömdüm başımı, kalkmadım. Sadece

Cemile'yle Daniyar'a değil, çocukluğuma da güle güle diyordum.

 

Karanlıkta bitkin bir durumda eve vardığım zaman, avluda büyük bir

kargaşalıkla karşılaştım: üzengiler şıkırdıyor, atlar eyerleniyordu;

 

Osman, kısrağının üstünde, bütün gücüyle bağırıyordu:

 

O soysuzu, geldiği gün kovmalıydık köyden! Hepimize leke sürdü!

Bir elime geçireyim, hemen vururum! İsterlerse dama tıksınlar beni

sokak köpekleri gelip karılarımızı, kızlarımızı kaçıracak ha? Hadi,

yiğitler, nasıl olsa uzaklara gidemez, istasyonda yakalarız!

 

Kanım dondu: hangi yoldan gideceklerdi acaba? Demiryolu

kavşağına sapmadılar; dağ yolunu tuttuklarını görünce eve girdim, göz

yaşlarımı kimse görmesin diye, babamın koyun postunu başıma

çektim.

 

Köyde herkes ağzına geleni söylüyordu artık! Kadınlar, Cemile'yi

suçlamak konusunda birbirleriyle yarışıyorlardı.

 

Ne budalaymış! Böyle bir aileyi bıraktı, kendi mutluluğunu

çiğnedi!

 

O serseride ne buldu bilmem?

 

Hiç merak etme, aklı başına gelir ama iş işten geçti.

 

Geçti ya! Sadık'ın nesini beğenmemiş? Aslan gibi delikanlı.

Ekmeğini taştan çıkarır. Köyün en yaman yiğiti. .

 

Ya kaynanası? Kırk yıl arasan öyle bir baybiçe bulamazsın! Sersem

kız! Durup dururken başına iş açtı!

 

Cemile'yi, eski yengemi suçlamayan bir tek ben vardım galiba.

Daniyar'ın içi, hepimizin içinden zengindi. Hayır, Cemile onun

yanında mutsuz olmayacaktı. Ama anam için üzülüyordum.

Cemile'yle birlikte eski gücü de çekip gitmişti sanki. Perişandı. Şimdi

anlıyorum, kaderin oyununu kabullenemiyordu bir türlü. Fırtına, koca

bir ağacı devirirse, o ağaç bir daha kök salamaz. Bu olaydan önce,

kimseye gidip de; Şu ipliği iğneye geçiriver, demeyecek kadar

gururluydu. Bir gün okuldan döndüğümde, ellerinin titrediğini, iğne

deliğini göremediğini fark ettim; ağlıyordu.

 

Derin derin iç çekerek, Al, şu ipliği geçiriver, dedi. Cemile'nin

sonu kötüye varacak. Ah, ne iyi bir ev kadını olurdu... Ama gitti artık.

Bizi bıraktı, küçük düşürdü. Niye? Ona bir kötülük mü ettik?

 

Anamı kucaklamak, Daniyar'ın nasıl bir insan olduğunu anlatmak

istedim; ama yapamadım onu incitmekten korkuyordum. Günün

birinde, benim bu olaydaki çocuksu tanıklığım anlaşılıverdi.

Sadık dönmüştü. Üzülüyordu tabii. Sarhoşken başka türlü

konuşuyordu ama için için üzülüyordu.

 

Bir gün, Osman'a, Canı isterse gitsin! dedi. Bir köşede geberir

kalır! Kadın mı yok? En iyisinin canı cehenneme!

 

Doğru! diye cevap verdi Osman. Yazık ki elime geçiremedim

serseriyi, yoksa oracıkta öldürecektim! Cemile'ye gelince, saçlarından

tutup atımın kuyruğuna bağlayacaktım! Herhalde güneye gitmişlerdir,

ya pamuk tarlalarına, ya da Kazakların arasına. Herif nasıl olsa serseri,

alışıktır! Ama hala akıl erdiremiyorum böyle bir şey nasıl oldu?

Nereden bileceksin? Bu iş o orospunun başının altından çıktı! Ah, bir

elime geçirebilsem onu!

 

Seni nasıl terslemişti, unuttun mu? demek geldi içimden. Sövmek

istedim.

 

Bir gün evde oturmuş, okul gazetesi için resim yapıyordum. Anam

ocakla uğraşıyordu. Ansızın Sadık daldı odaya. Bembeyaz kesilmişti,

gözleri iyice kısılmıştı, yanıma koşup elindeki kağıdı yüzüme tuttu.

 

Sen mi yaptın bunu?

 

Donakalmıştım. Yaptığım ilk resmi gösteriyordu bana. Daniyar'la

Cemile, canlanmışlar da kağıdın üstünden bana bakıyorlardı sanki.

 

Evet, ben yaptım.

 

Parmağını resme uzatarak, Kim bu? dedi. Daniyar.

 

Hain! diye bağırdı Sadık.

 

Resmi paramparça etti, kapıyı çarparak çıktı gitti. Uzun, tedirgin bir

sessizlikten sonra, anam sordu:

 

Biliyor muydun?

 

 Evet.

 

Ocağa yaslanarak bir süre bana baktı; gözlerinde şaşkınlık vardı,

öfke vardı.

 

Yine yaparım resimlerini, dedim! Başını üzüntüyle iki yana salladı.

 

Yerdeki kağıt parçalarına ilişti gözüm incinmiştim, dayanamayacaktım

artık. Varsın, hain olduğumu sansınlardı. Kime ihanet etmiştim? Aileme mi?

Soyuma mı? Hayatın gerçeğine, o iki insanın gerçeğine ihanet etmemiştim

ya! Bunu söyleyemezdim, kendi anam bile anlayamazdı çünkü.

Gözlerim karardı; kağıt parçaları sanki canlanmıştı, yerde kımıldıyor

gibiydiler. Daniyar'la Cemile'nin anıları pırıl pırıldı, o türküyü, o

unutulmaz Ağustos gecesinin türküsünü duydum ansızın. Köyden

kaçışlarını hatırladım; duramazdım ben de yollara vurmalıydım

kendimi. Onlar nasıl yiğitçe, cesaretle gittilerse ben de gitmeli,

mutluluğun çetin yolunu tutmalıydım.

 

Okumak istiyorum. Söyle babama. Ressam olmak istiyorum!

dedim.

 

Anam beni azarlar, ağlar, savaşta ölen ağabeylerimi hatırlatır diye

düşünüyordum. Ama ağlamadı anam. Usulca, yumuşacık bir sesle,

kederle konuştu:

 

Gitmek istiyorsan git. Yavrularım büyüdüler artık; hepsi yuvadan

uçuyorlar. Bakalım ne kadar yüceleceksiniz? Belki de haklısın. Git.

Oralarda fikrini değiştirirsin. Resim yapmak, boya boyamak para

getirmez. Bir dene bakalım. Bizi de unutayım deme.

 

O günden sonra, Küçük Ev bizden ayrıldı. Ben de okula gittim.

Ressam olmaya.

 

Öyküm bu kadar.

 

Güzel sanatlar okulunu bitirdikten sonra, Akademi'ye yazdırdılar

beni. Diploma çalışmam, yıllardır hayalini kurduğum bir resimdi.

 

Daniyar'la Cemile'nin resmiydi bu. Bir sonbahar göğü altında, bozkır

yolunda yürüyüşleri. Önlerinde engin, pırıl pırıl bir ufuk... Resmim,

kusursuz bir resim değil ustalık kazanmak zaman ister ama benim

için değerli, çünkü yaratıcılığımın ilk eseri.

 

Zaman zaman, yaptıklarımı beğenmiyorum. Kendime güvenim

sarsılıyor, güç anlar yaşıyorum. Bu gibi durumlarda, çok sevdiğim o

resmin karşısına geçiyorum hemen, Daniyar'la Cemile'ye bakıyorum.

Konuşuyorum onlarla:

 

Şimdi neredesiniz acaba, hangi yollarda yürüyorsunuz? Kazakistan

bozkırlarından Altay'a, Sibirya'ya kadar yeni yollarımız var artık. O

yollarda yiğit insanlar çalışıyor. Belki siz de oradasınız. Cemile,

arkana bile bakmadın giderken. Yorgun musun, kendine güvenini,

inancını yitirdin mi? Daniyar'a yaslan, sana türküsünü söylesin, o

sevda türküsünü, yaşama türküsünü, toprak türküsünü! Bozkır o

türküyü içsin, renk renk çiçekler yaratsın o türküden! O Ağustos

gecesini hep hatırlayın! Yılma, Cemile, pişmanlık duyma, o güç

mutluluğu buldun çünkü!

 

Onlara bakarken Daniyar'ın sesini duyuyorum. Yollara çağırıyor beni

yolculuğa hazırlanmalı. Bozkırı aşıp köyüme gideceğim, yeni renkler

bulacağım orada.

 

Her fırça vuruşumda Daniyar'ın türküsü çınlasın! Her fırça

vuruşumda Cemile'nin yüreği çarpsın!

 

ÖĞRETMEN DUYŞEN

 

Penceremi ardına kadar açıyorum. Temiz hava doluyor odaya. Yeni

resmim için çizdiğim desenlere mavimsi, solgun loşlukta göz

atıyorum. Bir sürü desen var; hep yeni baştan, yeni baştan

başlamıştım çünkü. Ama resmimi bir bütün olarak göremiyorum daha.

Asıl şeyi, duru yaz şafakları gibi ansızın, karşı konmaz bir biçimde

çıkıp geliveren, insanın içinde esrarengiz, kavranılmaz izler bırakan o

güçlü şeyi bulamadım. Ağaran gecede odayı adımlıyorum, düşünerek,

düşünerek, düşünerek... Hep böyle olur. Yapacağım resmin sadece

içimde kalacağını sanırım hep.

 

Bitmemiş resimlerimden en yakın arkadaşlarıma bile söz açmam.

Eserlerimi korkunç bir kıskançlıkla koruduğum için değil, beşiğinde

yatan bir bebeğin büyüyünce nasıl bir insan olacağını kestirmek zor

olduğu için. Bitmemiş bir resim hakkında yargıya varmak da o kadar

zordur. Ama bu kuralı bir kerecik bozacağım; bitirmediğim bu resim

hakkındaki düşüncelerimi herkes duysun, bütün insanlar paylaşsın

istiyorum.

 

Özenti değil bu. Başka türlü davranamam bunun altından yalnız

başıma kalkamam çünkü. Beni yakalayan, fırçamı elime aldıran

öykü öylesine sarsıcı ki, bu öykünün yükünü taşıyamayacağım artık.

Elimde ağzına kadar dolu bir bardak var sanki; içindekini dökmekten

korkuyorum. Onun için, insanlar beni aydınlatsın, bana yardım etsin,

benim yanımda yer alsın, duygularımı paylaşsın istiyorum.

 

Yaklaşın, yüreklerinizin sıcaklığını esirgemeyin benden, bu

öyküyü anlatmak benim görevim...

 

Bizim Kurkuru köyü, dağların eteğinde, yarlardan gelen bir sürü

küçük derenin suladığı bir düzlüktedir. Altında Sarı Vadi uzanır,

uçsuz bucaksız bir Kazak ovası. Karadağlar'la çevrelenmiştir; batıya

giden demiryolunun koyu çizgisi, ovayı ikiye böler.

 

Köyün arkasındaki tepede, iki tane uzun kavak ağacı vardır. Kendimi

bildiğimden beri oradadır o kavaklar. Kurkuru'ya hangi yönden

gelirseniz gelin, ilk olarak, tepede birer işaret kulesi gibi duran o

kavakları görürsünüz. Duygularımı açık seçik anlatamıyorum,

çocukluk anıları çok değerli olduğu için belki, belki de geçimini resim

yapmaya bağlayan bir sanatçı olduğum için ama ne zaman trenden

inip köye yollansam, gözlerim ufukta o sevgili kavakları arar. Uzaktan

göremem onları; ama hep görür gibi, dokunur gibi olurum.

 

Uzaklardan Kurkuru'ya dönerken, hep aynı hüzünlü duyguyu

taşımışımdır içimde:

 

Acaba kavaklarımı görebilecek miyim? Dönebilecek miyim evime?

 

Bütün istediğim, o tepeye tırmanmak, çok uzun zaman ağaçların

altında durmak, yaprakların hışırtısını dinlemek...

 

Birçok ağaç var köyümüzde, ama o kavaklar başkadır. Ayrı bir

dilleri, ayrı, ezgili bir canları var onların. Gece olsun, gündüz olsun,

ne zaman gelirseniz gelin, onların bitmek bilmeyen bir hışırtıyla, bir

mırıltıyla salındıklarını görürsünüz.

 

Sonradan, yıllar sonra, kavakların sırrını çözdüm. Bir tepede

oldukları için bütün rüzgarları alıyorlardı, en hafif meltem bile

yapraklarını sallıyordu onların.

 

Bu basit gerçeği anlamam, hiç mi hiç hayal kırıklığına uğratmadı

beni; onlara karşı takındığım çocuksu davranışımdan da etmedi. O

davranışımı bugüne kadar sürdürdüm. Tepedeki o kavak ağaçlarını

hala canlı birer varlık olarak düşünüyorum. Çocukluğumu orada,

onların ayaklarında bıraktım, yeşil, büyülü bir camın kırıkları gibi...

Yaz tatili başlamadan önce, okulun son günü, bağırarak, çığlıklar

atarak tepeyi tırmanır, kuş yuvası aramaya çıkardık. O iki dev,

sallanarak, mırıltıyla sanki gölgelerine çağırırdı bizi. Ama biz,

yalınayak yumurcaklar, dallara tırmanır, kuşların ülkesini altüst

ederdik. Kuşlar ötüşerek havalanır, tepemizde dönmeye başlarlardı.

Ama aldırmazdık bile. İçimizde en gözüpekin, en cesurun kim

olduğunu anlamak için tırmanır, tırmanırdık. Derken, güzel bir ışık

dünyası, geniş bir dünya açılırdı önümüzde... büyülü bir dünya.

Çarpıcı bir yanı vardı o genişliğin.

 

Kuş yuvası aramayı unutarak hepimiz birer dala tüner, hiç

kıpırdamadan, sanki soluk bile almadan aşağıya bakardık. Dünyanın

en büyük yapısı sandığımız ahır bile, kolhozun ahırı bile, küçük bir

kulübe gibi görünürdü. Parıltılı bir kavrukluk içinde yüzen bozkır

uzanırdı köyün ötesinde. Mavimsi uzaklıklara bakınca, daha önce hiç

görmediğimiz topraklar, gümüş sicimler gibi uzayan dereler görürdük.

Dallara tutunarak düşüncelere dalardık: dünyanın sonu muydu burası,

yoksa bu gördüklerimizin ötesinde bizim göğümüze, bulutlarımıza,

derelerimize benzeyen başka gökler, bulutlar, dereler var mıydı?

Büyülü sesini dinlerdik rüzgarın; hışırdayan yapraklar, mavimsi

sislerin ötesindeki esrarengiz ülkeleri anlatırdı bize.

 

O ülkeleri gözümün önüne getirmeye çalışırdım, kulağıma

yaprakların hışırtısı geldikçe, yüreğim korkudan, heyecandan güm

güm atmaya başlardı. Şimdi aklıma geliyor: o kavakları kimin

diktiğini hiç mi hiç düşünmemişim o zamanlar. O bilinmeyen insan,

fidanların köklerini toprağa yerleştirirken ne hayaller kurmuş kimbilir,

onlara ne umutlarla bakmış, boy atmalarını hangi duygularla

gözlemiş?..

 

Köylüler, kavakların bulunduğu o tepeye Duyşen'in Okulu

derlerdi. Neden öyle derlerdi, bilmiyorum. Hatırlıyorum, atını arayan

bir adam, yoldan geçen birine:

 

Doru bir at gördün mü buralarda? diye sormuştu. Cevabını da

hatırlıyorum:

 

Dün gece Duyşen'in okulunda birkaç at otluyordu. Belki senin doru

at da oradadır.

 

Biz çocuklar da hiç düşünmeden, büyüklere özenerek Duyşen'in

okulu derdik tepeye.

 

Hadi, Duyşen'in okuluna gidip serçeleri korkutalım... Söylenenlere

bakılırsa, eskiden bir okul varmış bu tepede. Ama izi bile kalmamıştı

artık. Okulun izlerini çok aradım çocukken, bulamadım. Sonraları,

çıplak bir tepeye Duyşen'in okulu denmesi garibime gitmeye başladı;

köyün ihtiyarlarına Duyşen'in kim olduğunu sordum.

 

İçlerinden biri, omuzlarını silkerek:

 

Duyşen mi? dedi. Hala yaşıyor. Eskiden Komsomol üyesiydi. O

tepede eski bir kulübe vardı, Duyşen okul yaptı orayı. Çocuklara

okuma yazma öğretti. Okul da ne okuldu ya; adını bile etmeye

değmez! Evet, garip günlerdi o günler. Bir atı yelesinden tutup da

ayağını üzengiye geçirdin miydi, kendi kendinin efendisi sayılırdın.

Duyşen de öyle yaptı. Çılgınca bir düşünce saplanmıştı kafasına; o

düşünceyi gerçekleştirdi. Okulunun bir taşı bile kalmadı şimdi, ama

tepeye verilen ad hala yaşıyor. O günlerden kalan da sadece bu...

 

Duyşen'i pek tanımıyordum bile; uzun boylu, iri kemikli bir ihtiyar

olarak hatırlıyorum onu; iğne gibi kaşları vardı. Evi, derenin karşı

kıyısındaydı. Görevi, kolhozdaki arklardan suyun akışını

denetlemekti; günlerini tarlalarda geçirirdi hep. Ara sıra, atının eyerine

koca bir şilte bağlamış, sokaktan geçerdi; atı da kendi kendisinin

efendisi gibiydi.

 

Yıllar sonra, Duyşen'in köyün postacısı olduğunu söyledi biri.

Hatırladıklarım bu kadar işte. O günlerde, Komsomol üyesi denildi

miydi, hareketli, konuşkan, her toplantıda kalkıp düşüncelerini

açıklayan, gazeteye beleşçiler, hırsızlar hakkında yazılar yazan bir

delikanlı, bir yiğit gelirdi gözümün önüne. Bu sakallı, uysal

ihtiyarın bir Komsomol üyesi olabileceğini aklım almazdı, üstelik,

birazcık okuma yazma bilen bu adamın bir zamanlar öğretmenlik

ettiğini düşündükçe daha da şaşırırdım. Doğrusu istenirse, onun

öğretmenliğinin, köyü saran palavralardan biri olduğunu sanırdım.

Yanılmışım...

 

Geçen sonbaharda köyden bir telgraf aldım... Kolhozdakiler, kendi

elleriyle kurdukları yeni okulun açılış törenine çağırıyorlardı beni.

Gitmeye karar verdim; köyümüzde böyle büyük bir güne nasıl olur da

katılmazdım? Hatta törenden birkaç gün önce gittim.

 

Dolaşmak, doğduğum, büyüdüğüm yerlerin resmini yapmak

istiyordum. Söylediklerine göre, üniversitede öğretim üyesi bulunan

Süleymanova'yı da çağırmışlar. Köyde birkaç gün geçirdikten sonra

Moskova'ya gidecekmiş.

 

Bu değerli kadının, daha çocukken köyümüzden ayrıldığını

biliyordum.

 

Ben de şehirde karşılaşmıştım onunla. Orta yaşını geçmiş, parlak,

siyah saçlarına ak düşmüş, heykel gibi bir kadındı. Üniversitede

kürsüsü vardı; felsefe dersleri veriyor, sık sık başka ülkelere yolculuk

ediyordu.

 

İşi başından aşkındı. Yakından tanıyamamıştım onu. Ne zaman

karşılaşsak köyden bir haber olup olmadığını sorar, yeni resimlerim

hakkında hiç değilse birkaç kelime söylerdi. Bir gün cesaretimi

toplayıp: Altınay Süleymanova, neden köyünüze gidip biraz

kalmıyorsunuz orada? diye sormuştum. Sizinle övünüyorlar,

başarılarınızı duymuşlar.

 

Kurkuru'ya artık hiç gitmediğiniz için kendilerini küçümsediğinizi

sanıyorlar. Gülümseyerek: Evet, günün birinde Kurkuru'ya

gitmeliyim tabii, diye cevap vermişti. Yıllardır gitmedim oraya... gidip

görmek istiyorum. Köyde hiç akrabam yok, ama ne çıkar?.. Yakında

giderim, Kurkuru'yu özledim Tören başlamak üzereydi ki, Altınay

Süleymanova çıkageldi. Yeni okulu dolduran köylüler, onun geldiğini

görür görmez dışarı fırladılar.

 

Dostu yabancısı, genci ihtiyarı, hepsi onun elini sıkmak istiyordu.

Altınay böyle bir karşılanma beklemiyordu galiba; sanırım biraz

heyecanlandı. Sahneye kurulmuş masaya doğru yürürken, ellerini

göğsüne bastırıp sağa sola selamlar verdi.

 

Herhalde hayatında birçok toplantıya, birçok törene katılmıştı

Altınay, herkesten yakın, sıcak bir ilgi görmüştü; ama köy okulunda

karşılanması öylesine içtendi ki, gözleri yaşardı.

 

Konuşmalardan sonra, Genç Öncüler'den bir topluluk, ona bir demet

çiçek, bir de kırmızı Genç Öncüler kurdelesi verdi, onur defterinin

ilk sayfasına bir şeyler yazmasını istedi. Sonra, son derece eğlenceli

bir oyun oynadı çocuklar. Oyun bitince, başöğretmen, herkesin yerini

almasını rica etti.

 

Köylüler de, konuklar da, Altınay'ı el üstünde tutuyorlardı. En güzel

halılarla döşeli onur yerini verdiler ona; kendisini ne kadar

sevdiklerini, ne kadar saydıklarını belirtmek için büyük yakınlık

gösterdiler.

 

Böyle toplantılarda hep olduğu gibi, herkes bir ağızdan konuşuyor,

kadeh kaldırıyordu; gürültülü, neşeli bir toplantıydı.

 

Köyün delikanlılarından biri gelip bir tomar telgraf verdi

başöğretmene.

 

Eski öğrenciler çekmişti bu telgrafları; yeni okul için kolhozdaki

köylüleri kutluyorlardı. Telgraflar elden ele dolaştırıldı. Başöğretmen,

delikanlıya:

 

Bu telgrafları ihtiyar Duyşen mi getirdi? diye sordu.

 

Evet. Toplantı bitmeden önce herkes telgrafları okuyabilsin diye atını

dörtnala koşturmuş. Yorgunluktan bitmiş.

 

 Niye dışarda duruyor? Söyle de gelsin içeri.

 

Duyşen'i çağırmak için dışarı çıktı delikanlı. Yanımda oturan

Altınay, tedirgin olmuştu; aklına bir şey gelmişti sanki. Hangi

Duyşen'in sözünü ettiklerini sordu. Ansızın bir gariplik çökmüştü

üstüne.

 

Postacı Duyşen. Tanır mısınız onu?

 

Belli belirsiz başını salladı, masadan kalkmak üzere doğruldu; o

sırada bir atlı geçti pencerenin önünden. Delikanlı odaya girip

Duyşen'in gittiğini söyledi:

 

Gelemezmiş. İşi varmış, dağıtım yapacakmış.

 

Yapsın bakalım, diye homurdandı biri. Onu tutan mı var?

Gelir, ihtiyarlarla oturur sonra.

 

Ah, bizim Duyşen'i bilmezsiniz siz! Her şeyden önce işini

düşünür o. İşini bitirmeden içi rahat etmez.

 

Evet, garip bir adam. Savaştan sonra, hastaneden çıkınca

Ukrayna'da kaldı bir süre. Kurkuru'ya beş yıl önce döndü. Burada

ölmek istiyormuş. Tek başına yaşıyor; hiç evlenmemiş...

 

Başöğretmen:

 

İçeri gelmediğine üzüldüm, dedi. Neyse... zararı yok. Köyün en

saygıdeğer adamlarından biri, kadehini kaldırarak:

 

Yoldaşlar, dedi, hatırlarsınız, eskiden hepimiz Duyşen'in

okuluna gitmiştik. Ama kendisi alfabeyi bile sökemezdi.

 

Yüzünü buruşturarak başını salladı sonra. Hem şaşkın, hem de alaylı

bir hava vardı sesinde.

 

Onun sözlerine katılanlar çıktı: Doğru söylüyorsun.

 

Herkes gülmeye başladı.

 

Doğru tabii. Neler yapmaya kalkmadı Duyşen. Biz de kalkıp

öğretmen yerine koyduk onu!

 

Kahkahalar kesildikten sonra kadehini yeniden kaldırdı:

 

Bakın, günümüzün insanı ne kadar değişik! Altınay Süleymanova

üniversitede öğretim üyesi; adı bütün ülkede biliniyor. Aşağı yukarı

hepimiz ortaokulu bitirdik; çocuğumuz liseyi bile okudu.

 

Bugün yeni bir ortaokul açtık köyümüzde; sadece bu bile

hayatımızın ne kadar değiştiğini gösterir. Dilerim, Kurkuru'lu

delikanlılar, Kurkuru'lu kızlar, çağlarının en okumuş insanları olsunlar

ilerde! Hadi, bunun için içelim.

 

Herkes kadehini kaldırdı; toplantı gürültülü, neşeli bir havaya

büründü yine. Sadece Altınay keyifsizdi; bir tek yudum aldı

şarabından.

 

Ama herkes gülüp eğleniyordu, kimse bunun farkına varmadı.

Durmadan saatine bakıyordu Altınay. Bir süre sonra, temiz hava

almak için herkes dışarı çıktığı zaman, onun ötekilerden ayrılmış

olduğunu gördüm. Sararmış kavakların meltemde hafifçe salındığı

tepeye dikmişti gözlerini. Güneş, bozkırın mor, sisli çizgisiyle göğün

birleştiği yerde batıyordu. Solan ışığı, kavakların tepelerini soğuk,

acılı bir mora boyamıştı.

 

Altınay'ın yanına gittim.

 

Yaprakları dökülüyor. Ama onları bir de baharda göreceksiniz. İçini

çekerek:

 

Ben de bunu düşünüyordum şimdi, dedi.

 

Bir süre sustuktan sonra, kendi kendine konuşur gibi ekledi.Evet,

her canlının bir baharı, bir güzü vardır.

 

Yaşlanmakta olan yüzü düşünceliydi, kederliydi. Kadınsı bir

pişmanlıkla bakıyordu ağaçlara. Artık bir öğretim üyesi yoktu ortada;

kolay sevinen, kolay üzülen, aklı bir şeye ermeyen, alıştığımız bir

Kırgız kadını vardı. Gençliğinin anılarına dalmıştı; hani türkülerde

söylenir: en yüce tepeden bile çağırsanız artık size dönmeyecek olan

gençliğin anılarına öyle ayakta durmuş, kavaklara bakarken bir şey

söylemek istedi bana, ama vazgeçti, elinde tuttuğu gözlüğü gözüne

götürdü.

 

Moskova treni saat on birde geçiyor galiba, dedi.

 

Evet.

 

Öyleyse yavaş yavaş istasyona yollanayım ben.

 

Niye acele ediyorsunuz? diye sordum. Birkaç gün kalacaktınız hani?

Sizi kolay kolay bırakmazlar.

 

Moskova'da acele bir işim var. Bir an önce gitmeliyim.

 

Gitmeyi aklına koymuştu bir kere; hiçbir şey onu yolundan

döndüremezdi artık.

 

Hava gittikçe kararıyordu. Hayal kırıklığına uğramış köylüler,

konuklarını otomobile kadar geçirdiler; daha uzun, hiç olmazsa bir

hafta kalmak üzere, yine geleceğine söz aldılar ondan. Ben de

Altınay'la birlikte istasyona gittim.

 

Niye bu kadar acele etti, diye düşünüyordum. İnsanın kendi

köylülerini kırması saçma bir şeydi... Üstelik böyle bir günde. Bu

davranışının sebebini soracaktım, cesaret edemedim. Onu incitmekten

korktuğum için değil... nasıl olsa bana da bir şey söylemeyeceği için.

Düşünceye dalmıştı; istasyona kadar ağzını bile açmadı.

Sonunda kendimi toparlayarak sordum:

 

Bir şeye üzüldünüz. Sizi istemeyerek kırdık mı yoksa? Birine mi

kızdınız?

 

Daha neler! Kime kızayım? Kızsam kızsam kendime kızarım. Evet,

kendime kızdım.

 

Başka bir şey söylemeden Moskova'ya gitti.

 

Şehre dönüşümden birkaç gün sonra, Altınay'dan bir mektup

aldım. Düşündüğünden daha çok kalacağını yazıyordu Moskova'da;

mektup şöyle devam ediyordu:

 

Moskova'da hemen yapılması gereken önemli işlerim var, ama size

bu uzun mektubu yazabilmek için hepsini bir yana bıraktım. Eğer

anlattıklarımı ilgi çekici bulursanız, yayımlanması için belki bir yol

gösterebilirsiniz bana. Yalnız Kurkuru köylüleri için istiyorum. Bu

karara varmadan önce uzun uzun düşündüm. İnsanlara içimi

açıyorum işte. Yazdıklarımı ne kadar çok insan okursa, içim o kadar

rahatlayacak. Beni kırmaktan, incitmekten çekinmeyin. Ne

düşünüyorsanız yazın bana.

 

Mektubun bende bıraktığı etki öylesine büyüleyiciydi ki, günlerce

başka bir şey düşünemedim. Yapılacak en iyi şeyin, olayları Altınay'ın

ağzından anlatmak olacağına karar verdim sonunda.

 

1924 yılıydı. Evet, 1924'dü...

 

Şimdi kolhoz olan yer, yoksul köylülerin yaşadığı küçük bir köydü

o zamanlar. Ben on dört yaşındaydım; ölmüş babamın amca oğlunun

evinde oturuyordum. Annem de ölmüştü.

 

O güz, zengin çiftçiler kışı geçirmek üzere koyunlarını alıp dağlara

çıktıktan sonra, köyümüze bir yabancı geldi. Sırtında bir kaput vardı

yabancının. Kaputu çok iyi hatırlıyorum: siyahtı çünkü. Dağlar

arasına sıkışıp kalmış köyümüze kaputlu bir yabancının gelmesi epey

heyecan uyandırdı.

 

Önce, onun orduda komutanlık yapmış olduğu söylentisi yayıldı;

sonradan anladık ki, komutan filan değilmiş... yıllar önce, herkesin aç

kaldığı bir kış, demiryolunda çalışmak üzere köyden ayrılan, sonra da

kendisinden hiçbir haber alınmayan Taştanbeg'in oğluymuş.

 

Duyşen'miş adı; söylediğine göre, okul kurmak, çocuklara okuma

yazma öğretmek için gönderilmiş.

 

Okul nedir, kimse bilmiyordu köyde. Kimsenin kafasında okul diye

bir kavram yoktu. Onun için Duyşen'in sözlerini pek ciddiye

almadılar. Onun köye gelişinden kısa bir süre sonra, herkes toplantıya

çağrılmasaydı, ciddiye alacakları da yoktu.

 

Amcam toplantıya gitmek istemedi önce.

 

Ne zaman insanın işi başından aşkın olursa o zaman toplantıya

çağırıyorlar! dedi.

 

Ama ihtiyar atını eyerleyip kurula kurula yola koyuldu. Ben de,

komşuların çocuklarıyla birlikte, arkasından gittim onun. Toplantıların

yapıldığı küçük tepeyi soluk soluğa tırmandığımızda, siyah kaputlu,

soluk yüzlü delikanlının köylülerle konuşmakta olduğunu gördük.

Söylediklerini pek duyamıyorduk; yaklaştık. Sırtına koyun postundan,

eski bir ceket geçirmiş çok ihtiyar bir adam, Duyşen in sözünü kesti:

 

Dinle oğlum eskiden çocuklarımıza her şeyi mollalar öğretirdi.

Babanı hepimiz biliriz. O da bizim gibi yoksulun biriydi.

 

Hızlı hızlı konuşuyordu ihtiyar:

 

Şimdi biz şunu bilmek istiyoruz: sen nasıl oldu da molla oldun?

 

Duyşen:

 

Ben molla değilim aksakal, diye cevap verdi. Ben Komsomol

üyesiyim. Mollaların yerini öğretmenler aldı artık. Askerdeyken

okuma yazma öğrendim. Zaten daha önce de okula gitmiştim. Benim

mollalığım bu kadar.

 

O zaman başka..

 

Beni buraya Komsomol gönderdi. Çocuklarınıza okuma yazma

öğreteyim diye. Bir yere ihtiyacımız var. Tepedeki şu eski ahırı, sizin

de yardımınızla, okul yapmak istiyoruz. Ne dersiniz?

 

Hemen cevap vermek istemediler ona. Bu yabancının kim olduğunu

bilmiyorlardı ki... Duyşen'in dediklerine karşı çıkan Satımkul,

sessizliği bozdu... Eyerine yaslanıp dişlerinin arasından tükürerek,

konuşmaları dikkatle dinlemişti.

 

Gözlerini kısarak Duyşen'e baktı. Bakmıyordu da nişan alıyordu

sanki.

 

Dur, o kadar acele etme delikanlı, dedi. Önce söyle bakalım: okulu

ne yapacağız biz?

 

Duyşen şaşırmıştı.

 

Okulu ne mi yapacaksınız? diye tekrarladı.

 

Evet, doğru söylüyor diye bağırdı, okulu ne yapacağız?

 

Herkes bir ağızdan konuşmaya, bağırmaya başladı. Dünya kuruldu

kurulalı biz toprakla uğraşırız. Altımızdaki şiltedir o, soframızdaki

aştır. Çocuklarımız da bizim gibi yaşayacaklar. Okulu ne yapsınlar?

Memurlar okuma yazma öğrensin; biz basit insanlarız. Sen de kalkıp

işleri karıştırma!

 

Gürültü yavaş yavaş kesildi.

 

Duyşen, gözlerini onların gözlerine dikerek, hayal kırıklığıyla:

 

Çocuklarınızın okula gitmesini istemiyor musunuz? diye sordu.       

İstemiyoruz; zor mu kullanacaksın? O günler geçti. Biz hür insanlarız

artık. Canımız nasıl isterse öyle yaparız.

 

Duyşen'in yüzü bembeyaz kesildi. Titreyen parmaklarıyla kaputunun

düğmelerini çözdü, dörde katlanmış bir kağıt çıkardı iç cebinden,

sonra kağıdı başının üstünde sallamaya başladı.

 

Demek çocukların okula gitmelerini emreden devlete karşı

çıkıyorsunuz. Bakın bu kağıda, altında resmi mühür var. Size kim

toprak verdi, kim su verdi? Kim hürriyet verdi? Söyleyin bakalım,

devletin yasalarına karşı mı çıkıyorsunuz? Konuşun. Cevap verin!

Son cümlesini öylesine öfkeyle, öylesine bağırarak söylemişti ki, sesi

bir kurşun gibi deldi güz sessizliğini, uzaktaki dağlarda yankılandı.

Kimse ağzını açıp da bir kelime söyleyemedi. Herkes, başını önüne

eğmiş, duruyordu.

 

Duyşen biraz yatışmıştı.

 

Biz yoksul köylüleriz, dedi. Hayatımız boyunca aşağılandık,

tekmelendik. Karanlıkta yaşadık. Şimdi devlet aydınlığa çıkarmak

istiyor bizi, ışığı görelim, okuma yazma öğrenelim istiyor.

Çocuklarımızı okula bunun için göndermeliyiz.

 

Susup beklemeye başladı sonra. İlk konuşan, eski ceketli o ihtiyar

oldu yine:

 

Peki, nasıl bilirsen öyle yap; biz karışmayız...

 

Ama bana yardım etmenizi istiyorum. Tepedeki şu ahırı onarmalıyız;

dereye bir köprü kurmalıyız. Sonra kış için de oduna ihtiyacımız var...

Satımkul kabaca sözünü kesti onun:

 

O kadar acele etme yiğidim, o kadar acele etme...

 

Dişlerinin arasından tükürdü; bir gözünü kısarak kötü kötü bakmaya

başladı Duyşen'in yüzüne.

 

Buraya gelmiş, okul kuracağını söylüyorsun, diye devam etti.

Ama bakıyorum da, ne sırtında kürkün, ne altında atın var. Bir tek

koyunun bile yok. Ekilecek tek karış toprağın bile yok. Neyle

geçineceksin? Başkalarının koyunlarını mı çalacaksın yoksa?

 

Ben başımın çaresine bakarım. Aylık alacağım.

 

Satımkul keyiflenmişti; eyerin üstünde doğrulup çevresine bakındı.

Her şey anlaşıldı şimdi. Kendi başının çaresine bakarsın öyleyse

yiğidim; madem aylık alacaksın, çocuklara okuma yazma öğret

bakalım. Devletin dağıtılacak parası varmış demek. Sen bizi rahat

bırak. İşimiz zaten başımızdan aşkın...

 

Bunları söyledikten sonra, atını çevirip uzaklaştı Satımkul. Ötekiler

de onun arkasından gittiler. Duyşen, elinde kağıt, bir başına, çaresiz,

kalakalmıştı.

 

Üzülmüştüm, acıyarak bakıyordum ona. Amcam beni görüp de

kovalayıncaya kadar orada kaldım.

 

Ne yapıyorsun burada? Haydi, doğru eve! Arkadaşlarımın arkasından

koştum. Amcam:

 

Daha neler, diye homurdandı, çocuk olduklarına bakmadan

toplantıya gelmişler bir de!

 

Ertesi sabah, biz kızlar dereden su almaya gittiğimizde Duyşen'i

gördük karşı kıyıda. Elinde bir kazma, bir kürek, bir balta, bir de eski

kova vardı.

 

Ondan sonra her sabah, köylüler Duyşen'in tepeyi tırmandığını,

terkedilmiş ahıra girip çıktığını gördüler. Köye ancak akşam olunca

inerdi. Zaman zaman, sırtında ot yığınları, saman yığınları taşıdığı

görülürdü. Onu uzaktan seyredenler, eyerlerinin üstünde doğrulur,

ellerini gözlerine siper eder, düşüncelerini söylerdi.

 

Sırtında yük taşıyan şu adam öğretmen Duyşen değil mi? Evet o.

 

Elinde mühürlü kağıt var ya, ondan. O mühür adama kuvvet verir.

 

Zavallı. Öğretmenlik de kolay değil anlaşılan.

 

Sen kolay mı sanıyordun? Sırtında taşıdığı yüke bak. Öğretmen değil

de bir bey'in hizmetçisi sanki.

 

Bir de kalkmış yukardan atıyor.

 

Böyle konuşarak atlarını çevirip uzaklaşırlardı.

 

Bir gün, köyün arkasındaki dağın eteğinden topladığımız tezekleri

çuvallarla taşımaya gitmiştik yine; tepeyi tırmanıp öğretmenin eski

ahırda ne yaptığını görmek istedik. Ahır, bey'in malıydı eskiden.

Güzün yavrulayan kısraklarını barındırırdı orada. Hayvanlar, kışı

ahırda geçirirdi. Devrimden sonra bey çekip gitmişti. Malları köye

kalmıştı şimdi. Kimse kullanmadığı için otlar bürümüştü ahırı. Baktık

ki, bütün otlar sökülüp bir yana yığılmış, avlu temizlenmiş...

Yağmurdan harap olmuş, sıvalan dökülmüş duvar badana edilmiş.

Rezelerinden çıkmış çarpık kapı da onarılmış.

 

Dinlenmek için çuvallarımızı yere bıraktık; o sırada Duyşen çıktı

içerden. Tepeden tırnağa boya içindeydi; bizi görünce önce şaşırdı,

sonra gülümsedi.

 

Yüzünün terini silerek:

 

Nereden geliyorsunuz; kızlar? diye sordu.

 

Çuvalların yanında oturuyorduk, utançtan ağzımızı bile açamadık.

Utandığımızı anladı Duyşen, gülümseyerek, dostça göz kırptı bize.

Bakıyorum, çuvallarınız sizden büyük, dedi. Ama geldiğinize çok

sevindim, ne de olsa burası sizin okulunuz. Artık bitti bitecek. Ocağı

yeni bitirdim, bacasına bakın... Şimdi kış için yakacak bulmalıyım;

bu da zor olmayacak. Her yan kurumuş otlarla dolu. Sonra yere saman

koyarız, üstüne oturursunuz. Yakında derslere başlarız. Nasıl, okula

gitmek istiyor musunuz? Gelecek misiniz?

 

Ben, ötekilerden daha büyük olduğum için, konuşmak gereğini

duydum:

 

Teyzem bırakırsa gelirim.

 

Niye bırakmasın, tabii bırakır. Adın ne senin? Dizimdeki yara izini

elimle örterek:

 

Altınay, dedim.

 

Altınay... güzel bir ad. Sen de iyi bir kıza benziyorsun.

 

Öyle güzel gülümsüyordu ki, insanın yüreğine ılık ılık bir şeyler

yayılıyordu.

 

Peki Altınay, dedi, öteki kızları okula sen getirirsin. Anlaştık mı?

 

Anlaştık, amca.

 

Bana öğretmenim de. İçeriyi görmek ister miydiniz? Utanmayın,

gelin hadi.

 

İçeri girmeye çekiniyorduk.

 

Yok, biz artık gidelim, dedik.

 

Gidin öyleyse. Dersler başlayınca görürsünüz. Ben de hava

kararmadan gidip biraz daha ot toplayayım.

 

Eline bir orakla bir parça ip alıp uzaklaştı. Biz de ayağa kalkıp

sırtımıza çuvallarımızı attık, köye doğru yollandık. Ansızın parlak bir

fikir geldi aklıma.

 

Durun, dedim. Dönüp çuvallarımızı okula boşaltalım. Kış için biraz

daha yakacak vermiş oluruz.

 

Sonra da eve elimiz boş dönelim, öyle mi? Sen de ne akıllısın ya...

 

Gider, biraz daha tezek toplarız.

 

Olmaz. Geç kalırsam annem kızar.

 

O gün niye öyle davrandım, bilmiyorum. Belki sadece inatçılık

yüzünden, belki de bir çeşit başkaldırma duygusuyla... bebekliğimden

beri davranışlarım, tutkularım dayakla olsun, azarla olsun hep

bastırılmıştı. Bu yabancı, içimi ılıtan tatlı gülüşüyle, güzel sözleriyle

bir güven duygusu uyandırmıştı bende. Hiç kuşkum yok, adım gibi

biliyordum artık: benim hayatım, sevinçleriyle, acılarıyla o gün, o

davranışımla başladı. Kendim bir karar vermiştim o anda, kararımı

uygulamaya geçmiştim. Doğru buluyordum yaptığım şeyi,

cezalandırılmaktan da korkmuyordum. Arkadaşlarım bir başıma

bırakmışlardı beni, ama aldırmadım! Duyşen'in okuluna koşup çuvalı

kapının önüne boşalttım, yeniden tezek toplamaya gittim sonra.

Kanatlanmış gibi uçuyordum; büyük bir iş yaptığımdan içim

hafiflemişti sanki, yüreğim gümbür gümbür atıyordu. Güneş niye bu

kadar mutlu olduğumu biliyor gibiydi. Evet, niye böyle koştuğumun

farkındaydı: iyi bir iş yapmıştım.

 

Tepeler arkasından kaybolmak üzereydi güneş; bana kalırsa batmak

istemiyordu sanki, beni gözlemek istiyordu. Sararan otları, yaprakları

renkten renge boyayarak, kızıllaştırarak, pembeleştirerek,

morlaştırarak yolumu daha güzel kılıyordu. Uçuşan şeytan tüyleri,

pırıl pırıl birer alev parçası gibiydi. Yırtık pırtık, yamalı beşmetimin

madeni düğmeleri de ışıl ışıldı. Koştukça koştum; toprağa, gökyüzüne,

rüzgara türküler söylüyordu yüreğim:

 

Bakın bana! Görün işte, nasıl bir insanım ben... Okuma yazma

öğreneceğim, okula gideceğim, başkalarını da okula götüreceğim!

 

Ne kadar koştum, hatırlamıyorum, ama ansızın kendime geldim:

tezek yoktu. Garipti, yazın o kadar çok inek otlardı ki burada,

tezekten geçilmezdi. Bütün tezekler uçup gitmişti sanki. Belki de

bakılacak yerlere bakmıyordum. Başka yerleri aradım, tezek vardı

ama azdı.

 

Bu gidişle karanlık basmadan çuvalı dolduramayacağım, diye

düşündüm.

 

Korkudan ödüm patlamıştı, sağa sola koşuşup duruyordum.

 

Çuvalım yarısına kadar dolmuştu daha. Gün ışığı adamakıllı

solmuştu artık, yamaçları karanlık basıyordu.

 

Eve hiç bu kadar geç kalmamıştım. Gece, karanlık kanadını

sessiz, ıssız tepelerin üstüne germişti. Çuvalı sırtıma atıp köye doğru

koşmaya başladım. Korkuyordum. Her yer öylesine karanlıktı ki,

bağırmak, ağlamak geliyordu içimden; ama Duyşen'i hatırlayıp göz

yaşlarımı tuttum. Arkama bile bakmadan yoluma devam ettim.

Soluk soluğa vardım eve; kan ter içindeydim; elbiselerim toza toprağa

bulanmıştı. Ocağın önünde oturmakta olan teyzem, kaşlarını

çatarak yerinden kalktı, yanıma geldi. Kötü, zalim bir kadındı.

 

Niye geciktin? diye bağırdı.

 

Ben daha ağzımı bile açmamıştım ki, sırtımdan çuvalı kaptığı gibi

yere fırlattı.

 

Bütün gün bula bula bunu mu buldun?

 

Sonradan öğrendiğime göre, arkadaşlarım her şeyi anlatmışlar.

 

Seni kömür suratlı! Okulda ne işin var? Dilerim, okul yollarında

geberesin!

 

Kulağımdan tutup birkaç kere vurdu başıma.

 

Serseri! Elin kurdundan ev köpeği olur mu hiç? Başkalarının

çocukları evde kalıp annelerine yardım eder, bu dağda bayırda

dolaşıyor.

 

Okula gitmeyi gösteririm ben sana! Seni o ahırın yanında bir

yakalarsam bacaklarını kırarım! Okula gitmek neymiş, anlarsın o

zaman!

 

Hiçbir şey demedim, bağırmamaya çalıştım. Sonra, yaktığım ocağın

önünde otururken sessizce ağladım. Üzüntülü olduğumu anlayınca

hep kucağıma çıkan tekir kediyi okşadım durdum. Teyzem beni

dövdüğü için ağlamıyordum, alışıktım buna, okula göndermeyeceği

için ağlıyordum.

 

İki gün sonra, sabahleyin erkenden köpekler havlamaya başladı

köyde, bağırıp çağırmalar duyuldu. Duyşen ev ev dolaşıp çocukları

topluyor, okula götürüyordu. O sıralarda sokak diye bir şey yoktu;

kerpiç evler düzensizce dağılmıştı. Herkes canının istediği yere

kurmuştu evini. Duyşen, çevresinde çocuklarla, kapı kapı dolaşıyordu.

Bizim ev, köyün en ucundaydı. Teyzemle buğday öğütüyorduk,

amcam öğütülmüş buğdayları pazara götürmek üzere hazırlanıyordu.

Ben bir yandan işimi yapıyor, bir yandan da Duyşen'i gözlüyordum.

Bizim eve kadar gelmeyecek diye ödüm kopuyordu. Biliyordum,

teyzem okula gitmeme izin vermeyecekti, ama Duyşen gelsin, nerede

oturduğumu görsün istiyordum. Bizim eve uğramadan dönüp gidecek

diye ödüm kopuyordu.

 

Ben bunları düşünürken Duyşen çıkageldi. Teyzemi selamladı:

 

Günaydın! Tanrı yardımcın olsun! O olmazsa biz oluruz. Bak, ne

kadar kalabalığız.

 

Bir şeyler mırıldandı teyzem, amcam ise öğretmenin yüzüne bile

bakmadı.

 

Duyşen aldırmadı hiç. Avlunun ortasında duran bir kütüğün üstüne

çöktü, cebinden kağıt kalem çıkardı.

 

Bugün okul başlıyor. Kızınız kaç yaşında?

 

Teyzem cevap bile vermeden işine devam etti, adamakıllı kızmıştı.

Besbelli, tek kelime söylemeyecekti. Ne olacaktı şimdi? Duyşen bana

bakıp gülümsedi, yine ılık ılık bir şeyler yayıldı içime.

 

Kaç yaşındasın; Altınay? diye sordu. Cevap vermeye cesaret

edemedim. Teyzem:

 

Onun kaç yaşında olduğundan sana ne? dedi. Zaten sen kimsin bir

kere? Daha okula gidecek yaşa gelmedi. Bırak bunun gibi piçleri,

anasıyla babasıyla oturan çocuklar bile okuma yazma öğrenmiyor.

Toplayacağın kadar çocuk toplamışsın, onları götür okula. Burada işin

yok!

 

Duyşen ayağa kalkarak:

 

Nasıl oluyor da böyle konuşabiliyorsun? diye bağırdı. Yetim

kaldıysa suç onda mı? Yoksa, yetimlerin okuma yazma öğrenmesini

yasaklayan bir yasa mı var?

 

Senin yasaların bana vızgelir. Ben kendi yasalarımı yürütürüm

burada, senden emir alacak da değilim!

 

Hepimiz aynı yasalara boyun eğeceğiz. Belki bu kıza senin ihtiyacın

yok, ama bizim, devletin, var! Karşı koyarsan cezanı çekersin.

Teyzem kollarını sıvayarak ayağa kalktı:

 

Şuna bakın, şu serseriye bakın! Bu piç kimden emir alacak, söyle

bakalım. Karnını kim doyuruyor onun? Onu kim doyuruyor? Sen mi,

ben mi? Evsiz barksız piçin biri bu... senin de evin barkın yok

zaten...

 

Eğer ortaya amcam çıkmasaydı tartışma nasıl sonuçlanacaktı,

bilmiyorum. Teyzem bir kocası olduğunu unuturdu hep, her işe

burnunu sokardı; bu da çok kızdırırdı amcamı. Öyle ya, evin

efendisiydi; ara sıra teyzemi döverdi. Şimdi de öfkeden kıpkırmızı

olmuştu yüzü.

 

Kapa çeneni karı! diye bağırdı. Sen kim oluyorsunda kendi başına

karar veriyorsun, benim yerime konuşuyorsun? Her işe burnunu

sokma. Sana gelince Taştabeg'in oğlu, al şu piçi götür, okuma mı

öğreteceksin, kemiklerini mi kıracaksın, ne halt edersen et. Hadi,

basın bakalım. Defolun!

 

Teyzem bağırmaya başladı:

 

Demek okula gönderiyorsun onu. Evde kim yardım edecek bana?

Soruyorum, kim edecek?

 

Kes sesini! diye bağırdı amcam; teyzemi susturdu.

 

Her karanlık bulutta bir beyaz nokta bulunur derler. Okula böyle

başladım işte.

 

Sınıfa ilk girdiğimizde, Duyşen yere, samanların üstüne oturmamızı

söyledi; sonra hepimize birer defter, birer kalem, birer de tahta parçası

verdi.

 

Tahtaları dizinizin üstüne koyun, dedi. Onun üstüne de defterleri

koyarsınız. Böylece daha kolay yazarsınız.

 

Sonra, duvara astığı bir resmi gösterdi. Bir Rus'un resmiydi bu. Bu

Lenin'dir, dedi.

 

O resmi hiç unutamayacağım. Nedendir, bilmiyorum, sonradan hiç

rastlamadım o resme. Aklımda hala Duyşen'in resmi olarak kalmış.

O resimde bir kaput giymişti Lenin, yorgun bir yüzü vardı, sakalı

sivriydi. Yaralı kolu askıya alınmıştı; kasketi arkaya kaykılmıştı.

Durgun, rahat bir bakış vardı keskin gözlerinde.

 

Duyşen, resmi epeydir yanında taşıyordu anlaşılan. Bildiğimiz afiş

kağıtlarına basılmıştı, kenarları köşeleri iyice yıpranmıştı. Sınıfın

duvarlarında bu resimden başka bir şey yoktu.

 

Duyşen:

 

Okuma yazmayı, sayı saymayı öğreteceğim size, dedi. Harflerin,

rakamların nasıl yazıldığını göstereceğim. Bildiğim ne varsa hepsini

öğreteceğim.

 

Bildiği ne varsa hepsini öğretti. Şaşılacak derecede sabırlıydı.

Kalemin nasıl tutulacağını teker teker gösterdi hepimize; bu arada,

anlamadığımız sözler de söyledi.

 

Şimdi düşünüyorum da, Duyşen şaşırtıyor beni. Elimizde bir alfabe

bile yoktu üstelik öğretmenimiz ne gramer biliyordu, ne öğretme

yöntemi. Böyle şeylerin varlığından bile habersizdi.

 

Güdüleriyle davranarak, öğrenmemiz gereken şeyleri, öğretebildiği

kadar öğretti bize. Ama hevesi, coşkunluğu da boşa gitmedi, buna

eminim.

 

Umduğundan büyük şeyler başardı Duyşen. Evet, büyük şeyler

başardı, çünkü, duvardaki yarıklarından karlı tepelerin göründüğü o

eski kerpiç ahırda bir şeyler öğrenmeye çalışan bizlerin, biz Kırgız

çocuklarının, o zamana kadar köyün dar çizgileri içinde kapanıp

kalmış çocukların, yeni, değişik, güzel bir dünya açılmıştı önlerinde.

Moskova'nın, Lenin'in yaşadığı şehrin, Taşkent'den bile büyük

olduğunu o sınıfta öğrendik, dünyada Talas Vadisi kadar büyük

denizler olduğunu o sınıfta öğrendik; dağlar kadar kocaman gemilerin

o denizlerde yüzdüğünü o sınıfta öğrendik. Çarşıdan satın alınan

petrolün yeraltından çıkarıldığını o sınıfta öğrendik. Gün gelecek,

çocuklar geniş pencereli büyük, beyaz okullarda okuyacaklar, sıraların

üstünde oturacaklardı.

 

Alfabeyi kıvırmaya başlayınca ilk olarak Lenin kelimesini yazdık.

Artık sözlüğümüzde bey gibi, ırgat gibi, Sovyetler gibi

kavramlar da vardı. Duyşen söz verdi: ders yılı bitmeden bize

devrim kelimesinin nasıl yazıldığını öğretecekti.

 

Her ayın sonunda gider, rapor verirdi. İki üç gün görünmezdi. Çok

özlerdik onu. Ağabeyim olsa o kadar özlemezdim. Teyzem başka bir

işle uğraştığı zamanlar evin arkasına sıvışır, yolunu gözlemeye

başlardım Duyşen'in. Onu, içimi ılıtan gülümseyişini görmek, ışıklı

sözlerini duymak nasıl sevindirirdi beni!

 

Öğrencilerin en büyüğü bendim. Belki bu yüzden, en çabuk ben

öğreniyordum; ama tek sebep bu değildi. Duyşen'in söylediği her

kelime, yazdırdığı her harf benim için kutsaldı. Onun öğrettiklerini

kavramaktan daha önemli bir şey yoktu hayatta. Verdiği defteri hazine

gibi saklıyor, harfleri orağın ucuyla yere, kömürle duvara bir dal

parçasıyla kara yazıyordum. Benim için, dünyada Duyşen'den daha

bilgili, daha akıllı kimse yoktu.

 

Kış yaklaşıyordu.

 

İlk kar yağıncaya kadar, dağın eteğinde, çakıl taşlarının üstünden

gürültüyle akan dereyi geçerdik okula gitmek için. Kar yağdıktan

sonra da geçerdik tabii, ama zor olurdu. Buz gibi su ayaklarımızı

dondururdu. En çok küçüklerin canı yanardı; gözleri yaşla dolardı.

Duyşen, biri sırtında biri kollarında, her keresinde iki çocuk taşıyarak

hepsini karşı kıyıya geçirirdi.

 

Bütün bunlar inanılmaz geliyor şimdi bana. Herkes, ya bilgisizlikten,

ya aptallıktan, Duyşen'e gülerdi. En çok da kışı dağlarda geçirip arada

bir değirmene inen zenginler alay ederdi onunla.

 

Başlarında kalpakları, sırtlarında kürklü ceketleri, sırım gibi atlarının

üstünden Duyşen'in çocukları taşımasına bakarlardı. Öğretmeni

gösterirlerdi gülerek.

 

Şuna bak, derlerdi, nasıl olmuş da bugüne kadar görmemişim şu

herifi. Daha önce görseydim, kuma diye alırdım!

 

Kahkahadan kırılarak, üstümüze su ve çamur sıçratarak yollarına

devam ederlerdi sonra.

 

Ah, arkalarından nasıl koşmak isterdim onların. Atların yularına

yapışıp sinsi yılışık suratlarına doğru:

 

Öğretmenimiz için nasıl böyle konuşursunuz? Aptal insanlarsınız

siz, kötü insanlarsınız! diye bağırsam öyle rahatlayacaktım ki... Ama

küçük bir kızın sözlerine kim kulak asardı? Gözlerimin acı yaşlarını

içime akıtarak kalakalırdım olduğum yerde. Duyşen onların

sözlerini duymazlıktan gelirdi; hiç aldırmazdı. Üstelik, söylenenleri

unutturmak, bizi güldürmek için komik şeyler anlatırdı.

 

Epeyce çalıştı ama olmadı... Köprü kurmak için kereste bulamadı

Duyşen. Bir gün, bütün çocukları karşı kıyıya geçirdikten sonra

benimle birlikte derenin yanında kaldı; taşlardan bir geçit yapmaya

çalıştık.

 

Köylüler isteseler yarım saat içinde bir köprü kurabilirlerdi çocukları

için, dereye iki üç ağaç devirseler bu iş biterdi. Ama yapmadılar,

okulu ciddiye almıyorlardı o günlerde, Duyşen'e de delinin biri

diyorlardı...

 

Evet, onlara kalırsa delinin biriydi Duyşen, çocuklarla oyalanıyordu.

Okuma yazma mı öğretmek istiyordu onlara, öğretsin di... yeter ki

işlerini aksatmasındı çocuklar. Böyle düşünüyorlardı. Altlarında atları

vardı, ihtiyaçları yoktu köprüye. En az kendileri kadar iyi bir insan

olan bu delikanlının vaktini niye öğretmenlik etmekle geçirdiğini,

üstelik bunu niye canla başla, inatla, her çeşit zorluğa, küçümsemeye,

alaya katlanarak yaptığını anlamıyorlardı.

 

Taştan geçidi yaptığımızda yerde kar vardı; su öyle soğuktu ki

insanın soluğu kesiliyordu. Duyşen nasıl dayandı buna, bilmiyorum...

yalınayaktı, bir an bile durmadan çalıştı. Suyun dibine bastıkça, çakıl

taşları ayaklarımızı cayır cayır yakıyordu. Derenin tam ortasındayken

iki bacağıma birden kramp girdi. Acıdan kıvrılıp kaldım oracıkta; iki

büklüm oluvermiştim, doğrulamıyordum. Gittikçe suya

gömülüyordum...

 

Koşarak geldi Duyşen, beni kollarına alıp kıyıya taşıdı. Yere

kaputunu serip üstüne oturttu. Masmavi kesilmiş incecik bacaklarımı,

buz gibi ellerimi ovdu.

 

Büyük bir ilgiyle:

 

Kaputuma sarılıp biraz dinlen, Altınay dedi... Geçidi ben kendim

yaparım.

 

Sonunda geçit tamamlandı. Duyşen sudan çıkıp çizmelerini giydi;

kaputuna sarınarak bana baktı, gülümsedi.

 

Biraz dinlendikten sonra:

 

Nasılsın şimdi, ısındın mı? diye sordu. Al şu kaputu da sarın. Sonra

ekledi:

 

O gün kapıya tezekleri sen mi bırakmıştın, Altınay?Evet, diye

cevap verdim.

 

Dudaklarının köşesine incecik bir gülümseme ilişiverdi.

 

Ben de öyle düşünmüştüm zaten, demek istiyordu sanki.

 

Hatırlıyorum, kıpkırmızı olmuştu yüzüm, tezeğin bırakılmasını

unutmamıştı demek. Mutluydum, yedi kat gökte uçuyordum.

Duyşen sevindiğimi anladı.

 

Gözleriyle beni okşayarak:

 

Benim temiz yavrum, duru kaynağım, dedi. Ne kadar da akıllısın...

Ah, seni şehre, okumaya bir gönderebilsem! Büyük bir insan olurdun!

Dönüp kıyıya doğru bir adım attı.

 

Gözlerimin önünde şimdi: gürültülü derenin kıyısında durmuş;

ellerini başının arkasında kavuşturmuş; parlayan gözleriyle, tepelerden

gelen rüzgarın kovaladığı beyaz bulutlara bakıyor...

 

O anda ne düşünüyordu acaba? Beni şehirdeki okula göndermeyi mi?

Ben onun kaputuna sarınmış şunları düşünüyordum:

 

Keşke ağabeyim olsaydı Duyşen! kollarına atılıp ona sarılır,

gözlerimi yumar, en tatlı sözleri söylerdim kulaklarına. N'olursun

Tanrım Duyşen ağabeyim olsun!

 

İnceliği, iyiliği, geleceğimizi düşündüğü için hepimiz seviyorduk

öğretmenimizi. Küçüktük ama onun bu erdemlerinin farkındaydık.

Yoksa her gün o uzun yolu alır mıydık? Rüzgarda, karların arasında

bata çıka, soluk soluğa tırmanır mıydık o tepeyi? Kendi isteğimizle

geliyorduk okula. Gidip o soğuk ahırda donmamız için kimse

zorlamıyordu bizi. Okul öylesine soğuktu ki, birbirimizin yüzüne,

ellerine, elbisesine hohlasak, hohladığımız yer hemen buz tutuyordu.

Bazılarımız oturup Duyşen'i dinlerken ocağın yanında sırayla

ısınıyorduk.

 

O soğuk sabahların birinde (Ocak ayının son günleriydi) Duyşen her

zamanki gibi bizi almaya geldi. Sessizdi, düşünceliydi; kaşları

çatılmış, yüzü kararmış; demir gibi kaskatı kesilmişti. Hiç böyle

görmemiştik öğretmenimizi. İşin içinde bir iş olduğunu anladık,

sessizce ardından gittik onun.

 

Yoldaki kar tabakası kalınsa Duyşen önden giderdi hep; ben

Duyşen'in arkasından giderdim, öteki çocuklar da benim arkamdan

gelirlerdi. O sabah da önden gitti öğretmenimiz, geceleyin dağın

eteğine karlar yığılmıştı çünkü. Bir insanın sevinçli mi üzüntülü mü

olduğu arkasından bile belli olur bazen. O gün de öyle oldu:

öğretmenimizin kederli olduğunu hemen anladık. Başını önüne

eğmişti, zorlukla sürüyordu ayaklarını. O yürüyüşünü hala hatırlarım:

tek sıra olmuş, tepeyi tırmanırken Duyşen önümde, kamburu çıkmış,

siyah kaputuyla gidiyordu; yukardaki tepeler dinlenmek için çökmüş

develere benziyordu, rüzgar hörgüçlerinin tozunu alıyordu sanki;

yüksekte, çok yükseklerde, soğuk, beyaz gökte tek başına siyah bir

bulut sallanıyordu.

 

Sınıfa girip samanların üstüne oturduğumuz zaman, Duyşen her

sabah gidip yaptığı gibi ocağı yakmadı.

 

Ayağa kalkın, dedi bize. Kalktık.

 

Başlarınızı açın.

 

Kasketlerimizi çıkardık; o da çıkardı kasketini. Ne demek olduğunu

bilmiyorduk bunun. Kısık bir sesle:

 

Lenin öldü, dedi. Onun yası tutuluyor şimdi.

 

Sınıfımızı sessizlik kapladı. Okul, karların altına gömülmüştü

sanki. Duvarlardaki yarıklardan giren rüzgarın sesi duyuluyordu.

Sanki üstlerine kar tanecikleri düşüyormuş gibi hışırdayan samanların

sesi duyuluyordu.

 

Gürültülü şehirlerin sessizlikle örtüldüğü, yerleri sarsan fabrikaların

sustuğu, trenlerin raylar üstünde kalakaldığı o yaslı saatte, biz,

insanlar içinde küçücük insanlar, ufak bir topluluk, başımızda

öğretmenimizle, okul denilen o soğuk ahırda yas tuttuk.

 

Koluyla gözlerinin yaşını sildi Duyşen.

 

Ben Parti'ye yazılmaya gidiyorum, dedi. Üç gün sonra dönerim. O

üç gün, hatırladığım kış günleri içinde en korkunç olanlarıydı.

 

Tabiat, büyük bir insanın bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışıyordu

sanki. Rüzgar, yarların arasında uluyordu durmadan, tipi dinmiyordu,

kırağılar madeni bir sesle tınlıyordu... Tabiat azmıştı; rüzgar kaldırıp

kaldırıp yere vuruyordu karları.

 

Köyümüz, tepeleri kara bulutlarla örtülü dağların eteğinde sessizce

yatıyordu. İncecik dumanlar yükseliyordu bacalardan. İnsanlar

evlerinden dışarı çıkmıyorlardı. Üstelik, kurtlar da inmişti köye.

Gündüzleri yollarda dolaşıyor, geceleri evlere kadar sokulup güneş

doğuncaya kadar uluyorlardı.

 

Aklıma öğretmenimiz geldikçe üzülüyordum; hava öylesine soğuktu

ki...

 

Duyşen'in sırtında ise siyah kaputundan başka bir şey yoktu.

Geleceği gün, tedirginliğim daha da arttı. Kötü bir olayı sezmiştim

sanki.

 

Fırsat buldukça evden sıvışıyor, gözlerimi ıssız, karlı bozkıra

dikiyordum. Ama bir tek canlı varlık bile yoktu ortalıkta.

 

Ah, öğretmenim, neredesin? Yalvarırım, çabuk gel! Seni özledik,

öğretmenim. Duyuyor musun beni? Seni özledik! Ama bozkır cevap

bile vermiyordu bana. Nedendir bilmiyorum, sessizce ağlıyordum.

 

Sık sık evden çıkmam teyzemi kızdırmıştı. Yumruğunu sıkarak:

 

Ne diye öyle arada bir kapıya doğru koşuyorsun? diye bağırdı. Otur

oturduğun yerde, yününü eğir. Dışarda donup gebereceksin! Bir daha

çıktığını görürsem karışmam!

 

Hava kararmaya başlamıştı bile; Duyşen'in dönüp dönmediğini

bilmiyordum. Bu da çıldırtıyordu beni. Bir an, bugüne kadar hiç

gecikmediğine göre mutlaka dönmüştür, diyordum kendi kendime. Bir

an sonra kuşkuya kapılıyordum yine: Duyşen üzüntülüydü; aklı

başında değildi; ağır ağır güçlükle yürüyordu; ya bir de tipide yolunu

şaşırdıysa... Kendimi işe veremiyordum, parmaklarımın hepsi

başparmak kesilmişti sanki, yün durmadan kopuyordu. Yün koptukça

da teyzem küplere biniyordu:

 

Senin nen var bugün? Elin el değil, tahta! Sonunda sabrı tükendi:

İnce hastalıklar götürsün seni! Al şu torbayı, Saykal nineye bırak.

 

Sevinçle ayağa fırladım. Duyşen, Saykal ninenin evinde kalırdı.

Saykal'la kocası Kartanbay ana tarafından uzaktan akraba olurlardı

bana. Sık sık gider görürdüm onları, bazen gece yatısına bile kaldığım

olurdu. Teyzem bunu hatırladı belki; belki de ona bu sözleri Tanrı

söyletti.

 

İnsan kıtlıkta nasıl çavdardan bıkar, ben de öylesine bıktım senden!

Onlarda kal bu gece. Hadi defol, sabah olmadan da eve döneyim

deme!

 

Dışarı fırladım. Rüzgar, şamanlar gibi uluyordu bir an kesiliyor,

sonra avuç avuç kar fırlatıyordu adamın yüzüne. Torbayı koltuğumun

altına sıkıştırdım, karda taze at izlerini takip ederek köyün öteki ucuna

koştum. Kafamda bir tek düşünce vardı: Duyşen dönmüş müydü?

Dönmemişti. Öylesine soluk soluğa girdim ki eve, zavallı Saykal

ninemin ödü koptu.

 

Ne var? diye bağırdı. Niye o kadar koştun. Bir şey mi oldu?

 

Yok; bir şey yok. Torbanı getirdim. Bu gece burada kalayım mı?

 

Tabii, yavrum. Seni yaramaz, ödümü kopardın! Epeydir geldiğin

yoktu. Gel, ateşin önüne otur, donmuşsun.

 

Biraz et pişir de çocuğun karnını doyur, dedi Kartanbay. Duyşen de

nerdeyse gelir.

 

Pencerenin önüne oturmuş, çizmelerinin pençelerini yeniliyordu.

 

Şimdiye kadar çoktan gelmiş olması gerekirdi. Ama merak edecek

bir şey yok, gece olmadan gelir. Bizim ihtiyar katır eve dönüleceğini

anladı mı dörtnala koşmaya başlar.

 

Gece usul usul geldi, pencereye yerleşti. Yüreğim tetikteydi, dışarda

ne zaman bir köpek havlasa ya da biri konuşsa, çarpıntısı hemen

duruyordu. Duyşen'den hiç haber yoktu. Neyse ki, Saykal nine

konuşkandı, beklemek daha kolay oluyordu onun yanında.

 

Duyşen'i epeyce bekledik. Geceyarısı, Kartanbay yatmaya karar

verdi.

 

Yatakları ser bakalım, dedi Saykal nineye. Anlaşılan bu gece

gelmeyecek. Geç oldu artık. Memurların işleri başlarından aşkındır;

yarına kalmıştır Duyşen'in işi. Yoksa şimdiye kadar çoktan gelirdi.

Sonra yattı.

 

Ocağın arkasına, köşeye bir yatak da benim için serdiler. Ama

uyuyamadım. Kartanbay durmadan öksürüyor, dualar mırıldanarak bir

yandan bir yana dönüyordu.

 

Benim ihtiyar katır ne alemdedir acaba? diye mırıldanıyordu. Kimse

kimseye bedavadan bir tek saman çöpü vermiyor. Cebinde paran olsa

bile satın alacak çavdar bulamıyorsun...

 

Çok geçmeden uyudu. Şimdi de rüzgar uyutmuyordu beni. Çatıyı

sarsıyor, samanları hışırdatıyor, kaba eliyle camlara vuruyordu.

Duvarların arkasında karları yerden yere çaldığını duyuyordum.

Kartanbay, Duyşen'in iyi olduğunu, merak etmememizi söylemişti

gerçi; ama içim rahat değildi yine de. Öğretmenimi bekliyordum

karanlıkta, yalnız onu düşünüyordum... rüzgarlı, bembeyaz bozkırda

bir başınaydı şimdi. Dalmışım; ansızın irkilerek uyandım. Yerden

yükselen bir uluma gitti, göğe takılıp kaldı. Kurtlar! Bir tane değil, bir

sürü kurt. Birbirlerini çağırarak toplanıyorlardı. Sesleri birleşiyor,

rüzgara karışarak uzaklaşıyor, yaklaşıyordu. Zaman zaman kapının

önünden geliyordu ulumaları.

 

Saykal nine:

 

Tipi yüzünden uluyorlar, diye fısıldadı.

 

Kartanbay bir şey demedi önce; ulumaları dinliyordu.

 

Yok yok, birinin peşindeler. Ya bir adamın, ya da bir atın.

Dinleyin bakın... İnşallah Duyşen'in peşinde değillerdir. O sersem

delikanlı hiçbir şeyden korkmaz çünkü.

 

Heyecanla ayağa kalkıp kürklü ceketini giydi. Işığı yak kadın!

Çabuk ol!

 

Saykal'la ben, korkuyla fırladık. İhtiyar kadın bir an içinde

lambayı yaktı. Tam o sırada uluma kesildi, bir şey olmamış gibi

sessizliğe büründü her yer.

 

Allah kahretsin, saldırdılar! diye bağırdı Kartanbay.

 

Eline bir sopa geçirip kapıya fırladı; o anda köpekler havlamaya

başladı dışarda. Biri pencerenin önünden geçip kapıyı yumrukladı.

Odaya bir buhar bulutu girdi önce. Sonra Duyşen'i gördük. Soluk

soluğa içeri daldı; kül gibi olmuştu yüzü. Duvara koştu. Tüfek, dedi.

Ama biz, bir şey anlamayacak kadar heyecanlıydık. Gözlerim

karardı; iki ihtiyarın sisler arasında konuştuğunu duyar gibi oldum:

 

Kara koyun kurban olsun sana, ak koyun kurban olsun!

 

Sahiden sen misin bu?

 

Tüfek, diye tekrarladı Duyşen... Bir tüfek verin bana!Tüfeğimiz yok

ki... Nereye gidiyorsun?

 

Kartanbay da, Saykal da, Duyşen'e yapışmışlardı; bırakmak

istemiyorlardı onu.

 

Bir sopa verin öyleyse. İhtiyarlar yalvarmaya başladılar:

 

Bırakmayız seni. Biz sağ oldukça bir yere gidemezsin! Önce

bizi öldürür, sonra gidersin!

 

Ansızın dizlerimin bağı çözülüverdi; tek kelime bile söylemeden

yere yığıldım.

 

Kamçısını bir köşeye fırlatarak derin derin içini çekti Duyşen.

 

Tam da kapının önünde kıstırdılar beni, dedi. Katır dörtnala

gidiyordu, peşimize kurtlar düştü. Köye kadar geldi hayvancağız, az

ötede tökezleniverdi. Üstüne saldırdılar.

 

Kartanbay, Duyşen'i yatıştırmaya çalışarak:

 

Katıra aldırma; sen kurtuldun ya, ona bak, dedi. Katır

tökezlenmeseydi sen de kurtulamazdın... Tanrıma şükürler olsun.

Çıkar elbiselerini de ateşin önüne otur. Dur da çizmelerini çekeyim.

Kadın, yiyecek bir şeyler ısıt hadi.

 

Birlikte, ateşin önüne oturdular. Kartanbay içini çekerek:

 

Alınyazımızda bu da varmış, dedi. Yola niye bu kadar geç çıktın?

Toplantı sandığımdan da uzun sürdü. Parti'ye yazıldım. İyi. Ama yola

yarın sabah da çıkabilirdin. Seni sopayla kovalayan mı vardı?

 

Çocuklara, bugün döneceğime söz verdim, dedi Duyşen. Yarın sabah

okula gelecekler. Kartanbay öfkeli öfkeli söylenmeye başladı:

 

Serseme bak! Duyuyor musun, kadın, bak ne diyor... Bacak

kadar piçlere verdiği sözü tutmak için canını tehlikeye atmış! Nasıl,

beğendin mi? Ya canını kurtaramasaydın, o zaman ne olacaktı? Bırak

saçma saçma konuşmayı.

 

Benim işim bu, benim görevim. At için üzüldüm. Hep yayan

giderdim, keşke yine yayan gitseydim. Kalkıp atını aldım senin,

kurtlara parçalattım...

 

Aldırma. Canı cehenneme, dedi ihtiyar. Senin hayatını kurtardı ya,

ona bak! Bugüne kadar hep atım mı vardı sanki? Benim için üzülme

sen, ben başımın çaresine bakarım. İlerde, bakarsın bir at daha alırım.

 

Saykal ağlamaklı bir sesle:

 

Doğru söyledin, dedi. Bir at daha alırız... Al oğlum, soğutmadan ye

şunu.

 

Sustular. Kartanbay, ateşi karıştırarak, düşünceli düşünceli:

 

Seni anlamıyorum, Duyşen, dedi. Kafasız bir adam değilsin, hatta

akıllısın. Ne diye okulla çocuklarla uğraşıp duruyorsun? Daha iyi bir

iş mi yok dünyada? Gidip bir zenginin yanında çobanlık etsen bolluk

içinde yaşarsın...

 

Biliyorum, benim iyiliğimi istiyorsun. Ama bu çocuklar büyüyünce

senin benim gibi birer insan olsun istiyorsan okulun da, eğitimin de

gereği yok tabii. Ama devlet nasıl gelişir o zaman? Bütün güçlüklere

bunun için göğüs geriyorum işte. Daha iyi bir öğretmen olsaydım

başka bir şey istemezdim...

 

Onların konuşmalarını dinlerken uzaklardan, uzaklaştığım

yerlerden yavaş yavaş döndüm odaya. Önce bir düş gibi geldi bu.

Duyşen'in sağ salim karşımda olduğuna inanamadım. Sonra bahar

selleri gibi güçlü dayanılmaz bir sevinç dalgası kapladı gövdemi;

hıçkırdım. Kimseler benim kadar sevinemezdi. Her şey yok

oluvermişti birden: kerpiç kulübe, tipi, Kartanbay'ın tek atını

parçalayan kurtlar... Hepsi yok olmuştu! Kafamı, yüreğimi, bütün

gövdemi bir mutluluk kaplamıştı... inanılmaz, sonsuz, ışık gibi

ölçüsüz bir mutluluk.

 

Hıçkırıklarımı kimse duymasın istiyordum. Ama Duyşen duydu.

Ocağın arkasında ağlayan kim? diye sordu.

 

Altınay, dedi Saykal; çok korktu, ondan ağlıyor.Altınay burada mı?

Ayağa fırlayıp yanıma koştu. Duyşen. Diz çöktü; omuzlarıma

dokunarak:

 

Nen var, Altınay? Niye ağlıyorsun? dedi.

 

Duvara dönüp kendimi iyice bıraktım; hüngür hüngür ağlamaya

başladım.

 

Ağlama yavrum. Niye korktun öyle? Bak, koca bir kız oldun artık,

ağlamak hiç yakışmıyor sana... Yüzüme bak.

 

Boynuna sarıldım onun; göz yaşlarıyla ıslanmış ateş gibi yüzümü

yanaklarına bastırdım. Durmadan hıçkırıyordum. Sevinçten kendimi

tutamıyordum.

 

Kartanbay kilimin üstünden kalktı. Korkmuştu biraz.

 

Galiba yüreği yerinden oynadı bunun, dedi. Gel buraya kadın, birkaç

dua oku. Çabuk ol.

 

Hepsi çevremde dolanmaya başladı. Saykal büyülü sözler söyledi,

yüzüme soğuk su, sonra da sıcak su serpti. Göz yaşları benim

yaşlarıma karışıyordu.

 

Evet, anlatılmaz bir sevinç yüzünden yerinden oynamıştı yüreğim.

Duyşen yatağımın yanına oturdu, ben rahatlayıp uyuyuncaya kadar

ateş gibi alnımı okşadı soğuk elleriyle...

 

Kış dağların öteki yanına geçti. Bahar, mavi bulutlarını önüne

katmıştı bile. Eriyen karlarla kabarmış tepelerden, ılık rüzgarlar

esiyordu.

 

Toprağın taze süt kokusuna benzeyen güzel kokusunu taşıyorlardı.

Dağlardaki buzlar çözüldü, dereler gürül gürül akan, yollarındaki her

şeyi yıkan, türküleriyle yataklarını dolduran birer ırmak oldu.

 

Genç kızlığımın birinci baharıydı bu. O zamana kadar gördüğüm

baharların en güzeliydi. Bir dağa çıksanız, altınızda bahar

dünyalarının en sevimlisini görüyordunuz. Kollarını açmıştı bahar,

gümüş bir peçeteyle örtülmüş bozkıra yuvarlanıyordu. Uzaklarda,

kilometrelerce ötede, eriyen göllerin mavisi, atların kişnemesi,

kanatlarında beyaz bulutlar taşıyan leyleklerin uçuşu vardı. Nereden

geliyordu leylekler, hüzünlü sesleriyle nereye çağırıyorlardı insanı?

Baharın gelişiyle birlikte, hayat daha eğlenceli olmuştu. Yeni oyunlar

yaratıyor, yaşama sevinciyle gülüyor, okuldan çıkınca birbirimizi

kovalayarak eve koşuyorduk. Teyzem bu kadar sevinçli oluşuma

içerliyor, beni azarlamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu:

 

Oyun oynayacak yaşta mısın sersem? Evlenme vaktin bile geldi.

Senin yaşındaki kızların hepsi ev bark sahibi oldular, çoluk çocuğa

karıştılar. Bir de kendine bak... Bütün vaktini okulda geçiriyorsun.

 

Ama ben seni hale yola koymasını bilirim...

 

Doğrusu, teyzemin sözlerini ciddiye almıyordum. Onun bu

davranışlarına alışıktım zaten. Evlenecek yaşta da değildim; o bahar

boyum biraz daha uzamıştı sadece, o kadar.

 

Duyşen gülerek:

 

Sen daha çocuksun, derdi bana. Saçın başın karmakarışık.

 

Aldırmazdım bile. Kendi kendime:

 

Biraz daha büyüyüp gelin olunca, derdim, daha güzelleşeceğim.

Teyzem bile şaşacak güzelliğime. Duyşen, gözlerimin yıldızlar gibi

parladığını söylüyor. Yüzüm de temiz bir yüzmüş.

 

Bir gün, okuldan dönünce, avlumuza iki yabancı atın bağlanmış

olduğunu gördüm. Eyerlerine, koşumlarına bakılırsa, dağlardan

geliyordu atlar. Dağlılar, değirmene gelirken ya da pazardan dönerken

amcamla teyzeme uğrarlardı ara sıra.

 

Kapının önüne gelmiştim ki teyzemin kahkahasını duydum;

olduğum yerde kalakaldım.

 

Hadi, yüzün gülsün sevgili yeğenim, diyordu teyzem. Küçük

kumruyu avucunun içine alınca bana nasıl teşekkür edeceğini

bilemeyeceksin.

 

Sözleri başka seslerle, başka kahkahalarla kesildi. Ama ben içeri

girer girmez sustular. Kırmızı suratlı şişman bir adam oturuyordu

kilimin üstünde, önüne bir masa örtüsü serilmişti. Terli alnına

indirdiği kalpağının altından bir göz attı bana; sonra önüne bakarak

boğazını temizledi.

 

Teyzem yapay bir gülümsemeyle karşıladı beni.

 

Demek döndün canım kızım, dedi. İçeri gel yavrum. Amcam bir

başka adamın yanında oturuyordu... İskambil oynuyor, içki içiyor,

beşparmak yiyorlardı...

 

İkisi de sarhoştu, iskambil kağıtlarını yere attıkça başları

sallanıyordu. Kedimiz masa örtüsünün üstüne çıktı; ama şişman adam

öyle bir tokat attı ki zavallının başına, hayvancağız inleyerek

miyavladı, kaçıp bir köşeye saklandı. Zavallı kedi, canı nasıl yanmıştı!

Kaçmak istedim, ama nasıl kaçacağımı bilemedim. Neyse, teyzem

yardıma koştu.

 

Canım kızım, dedi. Tencerede yemek var, git de soğumadan karnını

doyur.

 

Sevindim. Ama teyzemin garip davranışı hoşuma gitmemişti, dikkat

kesildim:

 

Birkaç saat sonra adamlar kalkıp atlarına bindiler, dağlara doğru

uzaklaştılar. Teyzem yine bağırmaya başladı bana; biraz rahatladım.

Herhalde sarhoş olduğu için iyi davranmıştı, dedim.

 

Bu olaydan birkaç gün sonra, Saykal nine teyzemi görmeye geldi.

Avludaydım, ama ihtiyar kadının sözlerini duyabiliyordum. İyi

düşündün mü? diyordu Saykal nine. Kızcağızın hayatını

mahvedeceksin!

 

Öfkeli öfkeli bağırarak bir şeyler konuştular; Saykal evden çıktı.

Bana hem öfke, hem de acımayla bakarak, tek kelime bile söylemeden

gitti. O bakışı bütün keyfimi kaçırmıştı. Ona ne yapmıştım ki bana

öyle bakmıştı?

 

Ertesi sabah okula gidince Duyşen'in de keyifsiz olduğunu

gördüm. Üzüntüsünü saklamak istiyordu bizden, ama boşunaydı...

Benim yüzüme bakmaktan kaçındığı da dikkatimi çekti. Derslerden

sonra dışan çıkarken, beni çağırdı.

 

Dur, Altınay, dedi.

 

Elini omuzuma koyarak sevgiyle baktı bana.

 

Eve gitme. Gitmeni niye istemiyorum, biliyor musun, Altınay?

Damarlarımdaki kan ansızın donuvermişti sanki. Teyzemin

aklından geçenleri o anda anlayıverdim.

 

Ben konuşurum onlarla, dedi Duyşen. Sen şimdilik burada kal.

Yanımdan ayrılma.

 

Korkum yüzümden okunuyordu anlaşılan. İncecik parmaklarıyla

çenemden tuttu Duyşen, başımı kaldırdı. Her zamanki gibi

gülümseyerek gözlerimin içine baktı.

 

Korkma, Altınay, dedi. Ben yanındayken hiçbir şeyden korkma.

Okuluna devam et, derslerini yap, başka her şeyi unut. Ne kadar

korkak olduğunu biliyorum... Bak ne anlatacağım sana... Komik bir

şey hatırlamış gibi güldükten sonra devam etti:

 

O sabah biz hepimiz uykudayken Kartanbay nereye gitmiş biliyor

musun? Büyücü getirmeye! Caynak'ın ihtiyar karısını.

 

Döndüğünde, Niye getirdin onu, diye sordum. Biraz büyü yapsın,

Altınay'ın yüreği korkudan yerinden oynadı, diye cevap verdi. Kov

şu kocakarıyı, en aşağı bir koyun ister şimdi. O kadar zengin değiliz.

At da veremeyiz, bir katırımız vardı, onu da kurtlara yedirdik, dedim.

Sen o saatte uykudaydın. Kovdum gitti kocakarıyı. Kartanbay bir

hafta konuşmadı benimle. Küçük düşürmüşüm onu, öyle dedi. Ama

Saykal da, Kartanbay da iyi insanlar. Onlar kadar iyisine kolay kolay

rastlayamıyor insan. Hadi, artık eve gidelim, Altınay. Gel.

 

Cesur olmaya çalışıyordum; ama teyzem gelir de beni döve döve

götürür diye korkuyordum. Ellerinden kimse alamazdı beni. Bütün,

gece, fırtınanın patlamasını bekleyerek, gözümü bile kırpmadım.

Duyşen aklımdan geçenleri biliyordu tabii. Ertesi gün, dikkatimi başka

yere çekmek için belki, iki tane fidan getirdi okula. Dersler bittikten

sonra, elimden tutarak beni okulun arkasına götürdü. Esrarlı bir

havayla:

 

Yapılacak bir işimiz var, Altınay, dedi. Bu fidanları senin için

getirdim. Şimdi onları birlikte dikeceğiz. Onlar büyüyüp güçlendikçe

sen de büyüyüp güçlenecek, dünyanın en iyi kadını olacaksın. Temiz

bir yüreğin, sağlam bir kafan var. Bilgin olacaksın sen; evet adım gibi

biliyorum, bilgin olacaksın. Bu fidanlar da senin gibi genç, senin gibi

ince. Onları kendi ellerimizle dikelim, Altınay. Okumak sana

mutluluk getirsin, benim sevgili yıldızım...

 

Fidanlar benim boyumdaydı; mavimsi gövdeleri vardı. Onları tam

dikmiştik ki, incecik yapraklara dokunarak, hayat vererek bir rüzgar

esti dağlardan. Yapraklar titredi, kavaklar salındı... Gerileyerek,

sevinçle:

 

Bak, ne güzel! dedi Duyşen. Şu ilerdeki kaynaktan bir de su yolu

açarız buraya. Göreceksin, kocaman olacaklar! Bu tepede iki kardeş

gibi, yan yana duracaklar. İyi insanlar, onları uzaktan gördükçe

sevinecek. Hayat da daha değişik olacak o zaman, Altınay. Önümüzde

güzel günler var...

 

Duyşen'in temiz yürekliliği nasıl duygulandırmıştı beni... bunu

anlatacak kelimeleri şimdi bile bulamıyorum. Oracıkta durup

öğretmenime baktım. Yepyeni gözlerle baktım ona; yüzünün soylu

güzelliği, gözlerinin temiz bakışı beni büyülemişti, ellerinin gücünü

yeni görüyordum sanki... sanki gülümseyişi ilk olarak ısıtıyordu içimi.

Sıcak bir dalga yükseliyordu göğsümden, o güne kadar bilmediğim

duygular sarmıştı gövdemi. Ona yaklaşmak istiyordum.

 

Öğretmenim, bu kadar iyi olduğun için teşekkür ederim sana... Seni

kucaklamak, öpmek geliyor içimden, demek istiyordum.

 

Ama bunu yapacak cesaretim yoktu; o sözleri yüksek sesle

söylemeye utanıyordum. Söylesem daha iyi olacaktı belki...

Dağların yeni yeşermiş eteklerinden yükselen o tepede, durgun, mavi

göğün altında kendi düşlerimize daldık. Üzüntülerimi bir yana

atmıştım. Ertesi günü düşünmüyordum bile; iki gündür eve gittiğim

yoktu... yine de, teyzemin beni aramamasına şaşmıyordum. Belki

beni unutmuşlardır, diyordum... kim bilir, benimle uğraşmamaya karar

vermişlerdi belki. Evet, bu düşünceler tedirgin etmiyordu beni artık;

ama Duyşen'i ediyordu.

 

Köye dönerken:

 

Üzülme, Altınay, bir yolunu buluruz, dedi. Öbür gün rapor vermeye

gideceğim yine. Senden de söz açarım. Belki şehre, okula yollatırım

seni.

 

Gitmek ister miydin?

 

Ben senin sözünden çıkmam, öğretmenim.

 

Şehrin nasıl bir yer olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu; ama

Duyşen'in beni şehre göndermek istemesi, yeni düşler kurmama yetti

de arttı bile. Başka bir şey düşünemiyordum artık. Bazen korkudan

ölecek gibi oluyor, bazen gitmeye can atıyordum.

 

Ertesi gün okulda, dersler boyunca hayal kurdum: şehirde kiminle

kalacaktım, nasıl yaşayacaktım orada? Birisi yatacak bir yer verseydi

bana, her şeyi yapardım... odun kırar, su getirir, çamaşır yıkar, evet,

her şeyi yapardım.

 

Dışardaki at sesleri beni kendime getirdi. Öyle hızlı koşuyordu ki

atlar, sanki okulu yerle bir edip geçeceklerdi. Hepimiz irkilerek ayağa

kalktık, kulak kesildik.

 

Duyşen, aceleyle...

 

Siz işinize bakın, aldırmayın, dedi.

 

Kapı büyük bir hızla açıldı. Eşikte teyzem duruyordu. Sinsi yüzünde

kötü, karanlık bir hava vardı.

 

Duyşen kapının yanına gitti.Ne istiyorsun? diye sordu.

 

Ne istediğim seni ilgilendirmez. Kızımı evlendireceğim. Gel

buraya, piç!

 

Üstüme yürümek istedi, ama Duyşen yolunu kesti onun. Büyük bir

rahatlıkla, heyecanlanmadan:

 

Burada yalnız öğrenciler var, dedi. Evlenme çağına gelmiş

kimse yok.

 

Görürüz bakalım. Yakalayın şu piçi. Dışarı çıkarın. Atlılardan birine

işaret etti. O gün gördüğüm kalpaklı adamdı bu. Onunla birlikte öteki

iki adam da atlarından indiler.

 

Duyşen olduğu yerde duruyordu.

 

Şişman adam saldırmaya hazırlanan bir ayı gibi Duyşen'in üstüne

yürüdü.

 

Seni evsiz barksız serseri, diye homurdandı. Kızlarımız senden mi

emir alacak? Çekil yolumdan!

 

Duyşen kollarını gererek kapıda duruyordu hala.Buraya girmeye

hakkınız yok. Burası okul, dedi. Teyzem:

 

Ben dememiş miydim, benim piçi baştan çıkarmış! diye bağırdı.

 

Şişman adam:

 

Tükürürüm şimdi okulunun içine! diye uludu. Mosmor kesilmişti.

Elindeki kamçıyı salladı.

 

Ama daha atik davranmıştı Duyşen. Bir tekme attı adamın karnına.

Adam inleyerek yere yığıldı. Ötekiler bir anda öğretmenimizin üstüne

saldırdılar. Bağırarak yanıma sığındı çocuklar. Eteğime yapışmış

öğrencilerle birlikte adamların üstüne atıldım.

 

Bırakın öğretmenimizi! Vurmayın ona! İşte ben buradayım. Beni

götürün, ama öğretmenimize vurmayın! diye bağırdım.

 

Duyşen döndü. Burnundan oluk gibi kan boşanıyordu. Yüzü öfkeden

korkutucu bir hale gelmişti. Kırılmış kapının tahtalarından birini

geçirdi eline, sallayarak:

 

Evlerinize gidin çocuklar. Altınay, kaç! diye bağırdı.

 

Bağırması çığlığa döndü kısa zamanda. Kolu kırılmıştı. Sağlam

eliyle kırık kolunu tutarak geriledi; İki adam Duyşen'in üstüne boğalar

gibi saldırdılar.

 

Vur! Vur! Kafasına vur! Gebert!

 

Kırmızı suratlı haydutla teyzem beni yakaladılar. Saçımdaki

kurdeleyi boğazıma geçirerek dışarı sürüklediler beni. Bütün gücümle

karşı koydum, kurtulmaya çalıştım. Sınıf arkadaşlarım bir köşeye

kümelenmişler, korkuyla bakıyorlardı bana; ağızları açıktı, ama

bağırmıyorlardı. Duyşen kanlar içinde, duvarın dibine yığılmıştı.

 

Öğretmenim!

 

Ama Duyşen artık yardım edemezdi bana. Ayakta bile duramıyordu.

Yumrukların altında, sarhoşlar gibi sallanıyordu. Başını kaldırmak

istedi; yeniden yeniden vurdular ona. Beni yere fırlattılar; ellerimi

bağlamışlardı. O anda Duyşen de kendinden geçti.

 

Öğretmenim!

 

Ağzımı tıkayıp bir eyerin üstüne attılar beni.

 

Kırmızı suratlı adam, daha önce binmişti ata. Elleriyle, gövdesiyle

beni eziyordu. Öteki adamlar da atlarına atladılar. Teyzem, kafama

vurarak, yanımda koşuyor, bağırıyordu:

 

Sen istedin bunu! Neyse, artık kurtuluyorum senden! Öğretmeninin

de sonu geldi!

 

Ama sonu gelmemişti Duyşen'in. Ansızın, umutsuz çığlığını duydum

onun:

 

Altınay!

 

Güçlükle arkama baktım. Duyşen peşimizden koşuyordu. Her yanı

kana bulanmıştı; kocaman bir taş geçirmişti eline... peşimizden

koşuyordu. Bütün sınıf, hıçkırarak, haykırarak onu takip ediyordu.

Durun haydutlar! Durun! Bırakın onu! Altınay! diye bağırıyordu

 

Duyşen.

 

Atlılar durdu. Duyşen'i dövmüş olan iki adam, çevresinde dönmeye

başladılar onun. Kırılmış kolunu dişleriyle kaldırdı Duyşen, taşı

fırlattı.

 

Boşa gitmişti. İki adam sopalarıyla Duyşen'e vurdular. Öğretmenimiz

yere düştü. Çocukların, Duyşen'in üstüne kapaklandıklarını, korkuyla

kalakaldıklarını görebildim ancak. Bayılmışım.

 

Beni nasıl götürdüler, nereye götürdüler bilmiyorum. Garip bir

çadırda buldum kendimi. Gecenin son yıldızları, çadırın tepesindeki

delikten durgun durgun parlıyordu. Solmak üzereydiler. Yakınlarda

bir ırmağın akışını, çobanların seslerini duyuyordum. Buruşuk yüzlü

bir kadın, kara bir mangalın önüne çökmüştü: Yüzü toprak gibi

karaydı.

 

Döndüm. Ah, bakışımla öldürebilseydim şu adamı!

 

Kırmızı suratlı adam:

 

Hey, kadın, diye seslendi. Uyandır şunu artık.

 

Kara kadın yanıma yaklaştı; sert, nasırlı eliyle omuzumu kavradı,

sarstı. Söyle, aklını başına alsın, dedi adam. Karşı koyarsa üsteleme.

Ben ona yapacağımı bilirim.

 

Çadırdan çıktı. Kara kadın yere çömeldi yine, tek kelime bile

söylemedi. Kim bilir, belki de dilsizdi. Soğuk küller gibi ölü olan

gözleri, anlamsız anlamsız bakıyordu. Terbiye edilen köpekler vardır

hani... sahipleri, ellerine ne geçerse kafalarına indirirler hayvanların;

onlar da buna alışırlar, ama bakışlarına bir anlamsızlık gelir...

gözlerine baktıkça titrer insan. Kadının cansız gözlerine baktım da,

ölüyüm, yerin altında gömülüyüm sandım. Irmağın sesi olmasaydı ölü

olduğuma gerçekten inanacaktım. Sular ne güzel çağıldıyordu...

gürültüyle akıyorlardı. Özgürdüler.

 

Kötü ruhun Tanrı'nın laneti altında inlesin, teyze! Göz yaşlarımda,

kanımda boğulsun! O gece kızlığımı elimden aldılar. On beş

yaşındaydım daha. Bunu yapan adamın çocuklarından da küçüktüm.

Üçüncü gece, kaçmayı aklıma koydum. Yollarda beni bekleyen

tehlikelere aldırmıyordum; yakalansam bile ne çıkardı... öğretmenim

Duyşen gibi, soluğum kesilinceye kadar karşı koyardım onlara.

Sürüne sürüne, sessizce ilerledim çadırda. Dışarı çıkacaktım ki, girişi

örten çadır bezinin bağlı olduğunu gördüm. Çözemedim. Kenarlara

baktım; onlar da yere çakılı sopalara sımsıkı bağlanmıştı.

 

Tek çare elime keskin bir şey geçirip ipleri kesmekti. Karanlıkta

küçük bir tahta parçası geçti elime. Umutsuzca yeri kazmaya

başladım.

 

Çadır bezinin altından geçecektim. İmkansız bir şeydi bu; ama artık

doğru dürüst düşünemiyordum ki... Sadece bir tek düşünce vardı

kafamda: çıkmak ya da ölmek. O adamın horultusunu duymak

istemiyordum bir daha; orada tutsak kalmak istemiyordum. Ölürsem

dövüşerek ölürüm, özgür ölürüm, diyordum. Onlara boyun

eğmeyecektim.

 

Orospunun biriydim artık. Ah, nasıl tiksiniyorum bu kelimeden!

Kumaydım. Hangi kokuşmuş, çürümüş çağda yaratmışlardı bu

kumalığı?

 

Kim yaratmıştı? Kuma olmaktan, insanın ruhuyla, bedeniyle tutsak

olmasından daha küçültücü şey var mı dünyada? Zavallı kadınlar,

mezarlarınızdan kalkın! Kızlıkları ellerinden zorla alınmış kadınların,

aşağılanmış kadınların ruhları, kalkın! Kalkın, kötü dünyaları, pis

dünyaları titretin! Ben çağırıyorum sizi, ben, sonuncunuz! Ben,

başkaldıran kuma!

 

Bugün bunları söyleyebileceğim aklımdan bile geçmiyordu o

gece. Umutsuzluk içinde yeri kazdıkça kazdım. Toprak sertti, kolay

kazılmıyordu. Kırık tırnaklarımla, kanayan tırnaklarımla kazdım.

Ancak kollarımın geçebileceği büyüklükte bir çukur kazmıştım ki,

şafak söktü. Köpekler havlamaya başladı. Herkes uyandı. Atlar

ırmağın karşı kıyısına geçti, uykulu koyunlar geldi. Biri, çadırın

iplerini çözmeye başladı dışardan. Yere çakılı sopaları söktü. Kara

kadındı bu.

 

Anlaşılan gitmeye hazırlanıyorlardı. Ansızın, bir gün önce

konuşulanlar geldi aklıma: bu sabah yola çıkıp geçiti aşacaklar, yazı

geçirmek için dağlara çıkacaklardı. Umutsuzluğum arttı. Oradan

kaçmak yüz kere daha zor olacaktı.

 

Kazdığım çukurun yanından uzaklaşmayı düşünmedim bile. Ne

faydası vardı bunun? Kara kadın çukuru, çukurun yanındaki toprak

yığınını gördü, ama ağzını açıp da tek kelime bile söylemedi, işine

devam etti. Bütün davranışlarında bir kayıtsızlık vardı. Sanki dünyada

hiçbir şey ilgilendirmiyordu onu. Kocasını bile uyandırmadı. Ortalığı

toplamak için yardım istemedi ondan. Adam, kat kat yorganların

kürklerin altında horlayarak tıpkı bir ayı gibi yatıyordu.

 

Her şey derlenip toparlandı. Ben bir kafes içindeydim sanki; ırmağın

karşı kıyısında atlarını, arabalarını yükleyen insanlara bakıyordum.

Üç atlı gördüm birdenbire; birisine bir şeyler sorduktan sonra bizim

çadıra doğru gelmeye başladılar. Önce, eşyaların taşınmasına yardım

edecekler sandım; ama daha dikkatli bakınca irkildim. İçlerinden biri

Duyşen'di; ötekiler ise kırmızı üniformalı iki jandarmaydı. Öylesine

şaşırmıştım ki, ağzımı bile açamıyordum. Öğretmenim sağdı demek!

Ne güzel! Ama kara bir boşluk vardı içimde: bitmiştim, kirlenmiştim.

Duyşen'in başı sarılıydı; kolu askıya alınmıştı. Yere atlayıp doğru

çadıra koştu. Kırmızı suratlı, horlayan haydutun üstünden bütün

yorganları çekip aldı.

 

Kalk ayağa! diye bağırdı.

 

Adam başını kaldırıp gözlerini oğuşturdu; üstüne saldırmak istedi

Duyşen'in, ama jandarmaların tabancalarını görünce çekindi. Duyşen

yakasından tutarak ayağa kaldırdı onu; hızla kendisine çekerek yüzünü

onun yüzüne yaklaştırdı.

 

Kanı çekilmiş dudaklarının arasından:

 

Haydut domuz, diye fısıldadı. Hak ettiğin yere gideceksin şimdi.

Yürü.

 

Adam ileriye doğru bir adım atmak istedi; ama Duyşen parmaklarını

yağlı omuzuna geçirdi onun... Adamı tuttuğu gibi savurdu. Öfkeyle

bakarak:

 

Bu kızı ezilmiş, çiğnenmiş bir ot gibi mi görüyorsun? diye bağırdı.

Onun hayatını mahvettiğini mi sanıyorsun? Hayır, korkak köpek,

mahvetmedin. Senin günün geçti; gün onun günü! Sonun geldi artık!

Kırmızı suratlı adamın çizmelerini giymesine izin verdiler; sonra

ellerini bağlayıp bir ata bindirdiler onu. Jandarmalardan biri, atın

yularından tutuyordu. Öteki arkadaydı. Ben Duyşen'in atına bindim;

öğretmenim yanımda yürüyordu.

 

Biz tam yola çıkmıştık ki, bir çığlık koptu arkamızdan; öyle bir

çığlıktı ki bu, bir insanın çıkarmasına imkan yoktu. Kara kadın

bağırarak arkamızdan koşmaya başlamıştı. Çılgın gibi, kocasının

üstüne atıldı, elindeki taşla kalpağına vurdu.

 

Sesinin olanca gücüyle:

 

Al, bu emdiğin kanlar için! diye bağırdı. Köpek! Bu da kara

günlerim için! Seni sağ bırakmayacağım!

 

Evlilik yılları boyunca bir kere bile başkaldırmamıştı belki. Bütün

kini, bütün hıncı şimdi ortaya çıkıyordu. Kulakları parçalayan

çığlıkları, dar boğazda, kayalarda yankılanıyordu. Eyerin üstünde

korkudan sinmiş kocasının üstüne saldırdı; gübre, taş, çamur fırlattı.

Bir yandan da bağıra bağıra ileniyordu:

 

Dilerim bastığın yerde ot bitmesin! Ölün ortalarda kalsın, gözlerini

kuzgunlar oysun! Suratını bir daha görmek kısmet olmasın bana!

Defol, köpek, defol, defol!.

 

Bir an soluk aldıktan sonra saçları rüzgarda uçuşarak, bağıra bağıra

uzaklaştı.

 

Bir kabus gibiydi bu. Başım dönüyordu; ezilmiştim, yıkılmıştım.

Duyşen atımı yularından tutmuş götürüyordu. Sarılı başını önüne

eğmiş, sessizce yürüyordu.

 

Sonunda o kötü boğazı arkamızda bıraktık. Askerler epey

uzaklaşmıştı bizden. Duyşen atı durdurdu, gözlerinde acıyla yüzüme

baktı. İlk bakışıydı bu.

 

Sana kötülük ettim, seni koruyamadım, Altınay, dedi. Bağışla beni.

 

Elimi tutup yanağına bastırdı.

 

Sen bağışlasan bile ben kendimi bağışlamayacağım.

 

Atın yelesine kapanıp hıçkırmaya başladım. Duyşen yanımda

duruyor, tek kelime söylemeden saçlarımı okşuyordu. Ağlamama

engel olmaya kalkmıyordu.

 

Sonunda: Gel, Altınay, gidelim, dedi. Bir şey söyleyeceğim sana. İki

gün önce kasabaya indim. Şehre, okumaya gideceksin.

Gürül gürül akan duru bir derenin yanına geldik.

 

Duyşen durdu. Cebinden bir kalıp sabun çıkararak:

 

Yüzünü yıka, Altınay, dedi. Al şunu, sabunları. İstersen atı otlamaya

götüreyim... sen de elbiselerini çıkarıp bir güzel yıkan. Başından

geçenlerin hepsini unut. Bir daha da hatırlama. Yüz, Altınay, kendine

gelirsin.

 

Tamam mı?

 

Başımı salladım. Duyşen uzaklaşınca, elbiselerimi çıkarıp suya

girdim. Dipteki beyaz, mavi, yeşil, kırmızı çakıllar bana bakıyorlardı.

Mavi su, bir anda ayak bileklerimi sardı. Avuçlarıma biraz su alıp

göğsüme çarptım. Ürperdim. Üç gündür ilk kez güldüm. Ne güzel

şeydi gülmek! Yeniden, yeniden su çarptım gövdeme, sonra dereye

daldım. Akıntı hemen sığ yerlere götürdü beni. Ayağa kalkıp

köpüklerin arasına atladım yine.

 

Ah, dere, diye fısıldadım, şu üç günün bütün kirini, bütün kötülüğünü

götür gövdemden... Kendin gibi temiz yap beni.

 

Bizim için değerli anılar taşıyan yerlerde ayak izlerimiz niye silinir?

Niye kalmaz? Duyşen'le birlikte indiğimiz o dağ yolunu

bulabilseydim, kendimi yere atar, öğretmenimin ayak izlerini öperdim.

O dağ yolu, dünyanın bütün yollarından daha değerlidir benim için. O

güne, o yola, beni ışığa, taze umutlara götüren o dağ yoluna şükürler

olsun... O gün parıldayan güneşe, toprağa şükürler olsun...

 

İki gün sonra, Duyşen istasyona götürdü beni. Başıma gelenlerden

sonra artık köyde kalmak istemiyordum. Yeni hayatım yeni bir yerde

başlamalıydı. Saykal'la Kartanbay yolculuğa hazırladılar beni.

Üstüme titrediler, bol bol yemek yedirdiler, çocuklar gibi ağladılar.

Komşuların çoğu güle güle demeye geldi. Huysuz Satımkul bile geldi.

Herkes gitmemi hoş görüyordu.

 

Satımkul:

 

Tanrı yardımcın olsun yavrum, dedi. Yolun açık olsun. Korkma,

öğretmeninin dediklerini yap; her şeyi başarırısın. Sen nasıl istersen

öyle düşün, ama biz de dünyayı daha iyi anlamaya başladık.

Sınıf arkadaşlarım arabanın arkasından koşup uzun uzun el salladılar...

Benimle birlikte birkaç çocuk daha gidiyordu Taşkent'deki çocuklar

yurduna. Deri ceketli bir Rus kadın istasyonda bizi bekliyordu.

 

Sonraları, kavakların gölgelediği o istasyondan birçok kere geçtim!

Yüreğimin yarısını orada bırakmışım galiba! O bahar akşamının

leylak rengi aydınlığında öyle hüzünlü, öyle yürek paralayıcı bir şey

vardı ki... Alacakaranlık bile ayrılacağımızı biliyordu sanki. Duyşen

üzüntülü olduğunu göstermek istemiyordu; ama ben ne kadar üzgün

olduğunu biliyordum onun. Aynı sıcak şey gelip benim boğazıma da

tıkanmıştı. Gözlerimin içine bakarak duruyordu öğretmenim; saçımı,

yüzümü, hatta ceketimin düğmelerini okşuyordu.

 

Elimden gelse seni bırakmazdım, Altınay, ama sana engel olmaya

hakkım yok. Okumalısın. Bilirsin, ben de pek öyle okumuş biri

değilim. Gitmelisin, senin için en iyisi bu... Günün birinde sahici bir

öğretmen olursun belki, okulumuzu hatırlar, belki de gülersin. En iyisi

bu, en iyisi bu...

 

Uzaklardan, trenin boğazda yankılanan düdüğü duyuldu; ışıkları

göründü. Bekleyenler kıpırdanmaya başladılar.

 

Sesi titreyerek:

 

Biraz sonra gideceksin, dedi Duyşen. Mutlu ol, Altınay. Çalış, çok

çalış. Önemli olan çalışmaktır.

 

Konuşamıyordum; yaşlar tıkamıştı beni. Duyşen gözlerimi sildi:

 

Ağlama, Altınay. Sonra birden hatırladı:

 

Seninle diktiğimiz o kavaklar var ya, onlara kendi ellerimle

bakacağım. Önemli bir insan olarak köye döndüğünde o kavakların ne

kadar güzel olduklarını göreceksin. Tren istasyona girmişti.

 

Duyşen kollarının arasına aldı beni, alnımdan öptü.

 

Artık ayrılıyoruz. Talihin açık olsun. Güle güle bir tanem...

 

Korkma, her zaman cesur ol...

 

Basamaklara atlayıp omuzumun üstünden baktım. O anı hiç

unutmayacağım. Duyşen, bir kolu askıda, yaşlı gözlerle bakıyordu

bana. Bir daha dokunmak istermiş gibi eğilmişti... tren hareket etti.

Güle güle, Altınay! Güle güle, parıldayan ışığım, diye bağırdı.

Hoşça kal, öğretmenim! Hoşça kal benim sevgili öğretmenim! Duyşen trenin

yanı sıra koşmaya başladı. Geride kalınca daha da hızlandı.

 

Altınay! diye bağırdı.

 

Sesinde öyle bir acelecilik vardı ki, söylemek istediği çok önemli bir

şeyi ansızın hatırlamış gibiydi. Geç kalmıştı artık; geç kaldığını kendi

de biliyordu. Çok derinlerden, içinin derinliklerinden kopup gelen o

ses hala kulaklarımdadır.

 

Tren bir tünele girdi, sonra düzlüğe çıktı; hızlanarak Kazak

ovalarından yeni hayatıma götürdü beni...

 

Hoşça kal, öğretmenim; hoşça kal ilkokulum, çocukluğum; ilk

sevgim, hoşça kal...

 

Duyşen'in düşlerindeki büyük şehirde yaşadım, bize anlattığı

geniş pencereli okullardan birinde okudum. Ortaokulu bitirdikten

sonra, bir enstitüye yazılmak için Moskova'ya gönderdiler beni.

O uzun öğrencilik yıllarında ne güçlükler çıktı karşıma... bu

kadar bilgiyi öğrenemeyeceğim diye zaman zaman umutsuzluğa

kapıldım. Ama bırakmadım okumayı, bırakmaya cesaret edemedim,

ilk öğretmenime çok şeyler borçluydum. En güç zamanlarımda bile

onu düşünmek yeni bir tutku verdi bana. Başkalarının bir kerede

kavradıkları şeyleri ben uzun uzun çalışarak anlayabiliyordum. Her

şeye en baştan başlamıştım.

 

Orta okuldayken, Duyşen'e bir mektup yazmış, onu sevdiğimi,

beklediğimi bildirmiştim. Cevap vermedi. Ben de bir daha yazmadım.

Çalışmalarımı sürdürebilmem için kendisini de, beni de bu

mutluluktan yoksun bırakıyordu galiba. Belki de haklıydı... Yoksa

başka bir sebep mi vardı? O sıralarda aklımdan geçen kuşkuları,

çektiğim acıları kimse bilemez!

 

İlk derecemi Moskova'da, tezimi verdikten sonra aldım. Benim için

büyük, önemli bir zaferdi bu. Durmadan çalıştığım için köyüme bir

kerecik bile gidemedim. Sonra savaş patladı. O yıl, güz aylarından

birinde, Frunze'ye giderken Duyşen'den ayrıldığım küçük istasyonda

indim. Şansım varmış: köyümüze bir araba gidiyormuş. Ancak şimdi,

o kötü savaş günlerinde gidebiliyordum sevgili köyüme. Değişen

ovada yeni köyler, ekilmiş tarlalar, bilmediğim yollar, köprüler

gördükçe seviniyordum; ama savaş, sevincimi gölgeliyordu.

 

Köye yaklaşırken tepeden tırnağa bir heyecan kapladı beni. Uzaktan,

yeni sokakları, evleri, bahçeleri seçmeye çalıştım bir süre; sonra,

eskiden okulumuzun bulunduğu tepeye baktım. İki kavak yan yana

duruyordu. Onları görünce soluğum kesilir gibi oldu. Meltemde

hafif hafif salınıyorlardı. Hayatımda ilk kez kendi adıyla seslendim

ona; öğretmenim demedim.

 

Duyşen, diye fısıldadım. Benim için yaptıklarına teşekkür ederim,

Duyşen! Beni hiç aklından çıkarmadın demek... sözünü tuttun...

Gözlerim yaşardı.

 

Arabacı merakla:

 

Neyiniz var, diye sordu. Bir şeyim yok. Bu köyden kimseyi tanır

mısınız?

 

Tabii. Herkesi tanırım.

 

Duyşen'i de tanır mısınız? Eskiden öğretmenlik ederdi.

 

Duyşen mi? Askere gitti... Onu askerlik şubesine ben götürdüm.

Bu arabayla. Beni orada bırakmasını söyledim genç arabacıya. Ne

yapacaktım? Ev ev dolaşıp beni hatırlayanları mı ziyaret edecektim?

Böyle bir zamanda yapamazdım bunu. Duyşen uzaklardaydı,

savaşıyordu. Üstelik teyzemle amcamın evine adım atmamaya da

yemin etmiştim. İnsan birçok şeyi bağışlayabilir, ama onların

yaptıklarını bağışlamak elde mi? Köye döndüğümü bilmelerini bile

istemiyordum. Arabadan inince tepeye, kavakların yanına tırmandım.

Ah, kavaklarım benim, güzel kavaklarım! Bir zamanlar incecik

fidanlardınız siz... ne sular aktı köprülerin altından! Sizi diken, sizi

büyüten insanın bütün dedikleri doğru çıktı! Neden öyle hüzünle,

yasla mırıldanıyorsunuz? Yazın geçtiğine mi yanıyorsunuz yoksa;

soğuk rüzgarlar yapraklarınızı koparıyor, ona mı üzülüyorsunuz?

Yoksa gövdeleriniz, halkımızın kederiyle, acısıyla mı inliyor?

Evet, kış gelecek, soğuk geceler, tipiler göreceksiniz; ama sonra

bahara kavuşacaksınız yine...

 

Uzun zaman kaldım orada; sararan yaprakların hışırtısını dinledim.

Ağaçların dibindeki su yolu yeni temizlenmişti; suların üstünde sarı

yapraklar yüzüyordu. Oradan, yapılmakta olan yeni okulun çatısını

görebiliyordum. Tepedeki eski okulun ise hiç izi kalmamıştı...

Yola indim; karşıma çıkan ilk arabaya atlayıp istasyona gittim.

 

Savaş bitti, zafer kazanıldı. Çocuklar, kitaplarını babalarının harita

çantalarıyla götürmeye başladılar okula. Kocalar cepheden dönüp

erkek işlerini yapmaktan kurtardılar kadınları. Dulların gözlerinde yaş

kalmamıştı artık, yalnızlıklarına alıştılar. Sevdiklerinin yollarını hala

gözleyenler de vardı.

 

Ben de Duyşen'den hiç haber alamamıştım. Kurkuru'dan gelenler

kayıp listesinde olduğunu söylüyorlardı onun; köy Sovyetine öyle

haber gelmişti.

 

Belki de ölmüştür, diyorlardı. Aradan uzun zaman geçti, ondan hala

bir haber yok.

 

Demek öğretmenim dönmeyecekti. Birbirimizden ayrıldığımız gün

demek son olarak görmüştüm onu...

 

Şaşıyorum: yüreğimde ne kadar acı, ne kadar hüzün birikmiş.

Hayatımın eski sayfalarına baktıkça anlıyorum bunu.

 

1946 güzünün sonlarında, bilimsel bir görevle Tomsk Üniversitesi'ne

gönderildim. Sibirya'yı ilk geçişimdi. Güzün çok kederli görünüyordu

Sibirya. Yüzyıllık ormanlar, koyu bir duvar gibi geçiyordu

yanımızdan.

 

Aradaki açıklıklarda, bacalarından incecik dumanlar tüten kara damlı

kulübeler vardı. Soğuk, ıssız tarlalara ilk kar yağmıştı. Kargalar

bağırarak uçuşup duruyorlardı. Hava çoğu kez kapalıydı.

 

Ama trende hiç canım sıkılmadı. Yol arkadaşlarımdan biri, savaşta

yaralanmış koltuk değnekli bir adam, askerdeyken başından geçmiş

eğlenceli olayları anlattı bize. Anlattığı komik, iğneli, zararsız,

gerçeğe dayanan hikayeler hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Herkes

adama ısınıvermişti. Novosibirsk'i geçince, tren bir makas başında

durdu. Adamın son anlattığı fıkraya gülerek pencereden dışarı

bakıyordum.

 

Hareket ettik, makasçının küçük kulübesinin önünden geçiyorduk ki,

ansızın irkildim. Az kalsın bayılacaktım. Yüzümü pencereye dayadım.

Duyşen'i görmüştüm, oradaydı! Elinde küçük bir bayrak, aşağıda

duruyordu. Aklımı kaçırıyorum sandım.

 

Sesimin olanca gücüyle:Durun! diye bağırdım.

 

Ne yapacağımı bilmeden kompartımandan fırladım, koridorun ucuna

kadar koştum. Gözüme ilişen imdat kolunu çektim.

 

Vagonlar birbirine çarptı. Lokomotif bir anda durdu. Bavullar düştü;

kadınlar çığlık atmaya, çocuklar ağlamaya başladı. Biri:

 

Tren bir adama çarptı! diye bağırdı.

 

Ben sahanlığa çıkmıştım bile. Hiçbir şeye aldırmadan yere atlayıp

Duyşen'e, makasçının kulübesine doğru koştum. Kondüktörlerin

düdükleri duyuluyordu arkamdan. Yolcular da yere atlamış, peşimden

koşuyorlardı.

 

Treni boydan boya geçtim. Duyşen de bana doğru koşuyordu artık.

Duyşen! Öğretmenim! diye bağırdım. Duyşen'di bu, tabii Duyşen'di;

yüz onun yüzü, gözler onun gözleriydi. Biraz yaşlanmış, bıyık

bırakmıştı.

 

Kazakça:

 

Bir şey mi oldu kardeş? diye sordu. Yanılıyorsunuz. Ben makasçıyım.

Adım Beynu.

 

Beynu mu?

 

Acıdan, umutsuzluktan, utançtan bağırmamak için dişlerimi sıktım.

Ne yapmıştım? Ellerimle yüzümü kapayıp başımı önüme eğdim. Yer

yarılsaydı da içine girseydim keşke! Kendilerini korkuttuğum için

yolculardan özür dilemeliydim... makasçıdan da. Ama ağzımı bile

açamıyordum. Yolcular da bir tuhaf olmuşlardı, garip bir sessizlik

içindeydi hepsi. Bana kızacaklar, söylenecekler sanıyordum. Hiçbiri

konuşmuyordu. O büyülü sessizliği bir kadının hıçkırıkları bozdu:

 

Zavallıcık, ya kocası ya da kardeşi sandı makasçıyı! Herkes kendine

geldi.

 

Biri, derinlerden gelen bir sesle: Yazık, diye mırıldandı.

 

Bir kadın sesi titreyerek:

 

Savaşta neler olmadı ki, başımızdan neler geçmedi ki, dedi. Makasçı

ellerimi yüzümden çekti:

 

Gidelim. Sizi kompartımanınıza kadar götüreyim. Hava gittikçe

soğuyor. Bir koluma o, bir koluma da tanımadığım bir adam girdi.

Gidelim yoldaş, dedi adam. Seni anlıyoruz. Yol açtılar. Bir cenaze

törenindeydim sanki... sanki kocam ölmüştü de herkes benim acımı

paylaşıyordu. Yolcular arkamızda, ağır ağır yürüdük. Trenin

yanındakiler de sessizce bu törene katıldılar. Biri bir şal attı

omuzlarıma. Koltuk değnekli adam, hemen arkamda yürüyordu. Ara

sıra yanıma yaklaşıyor, üzüntüyle yüzüme bakıyordu.

 

Bu neşeli, temiz yürekli, korkusuz adam nedense kasketini başından

çıkarmıştı. Galiba ağlıyordu. Ben de ağlıyordum. Ağır ağır trenin

yanında yürüdük. Vızıldayan, ıslık çalan telgraf tellerinde bir cenaze

marşının seslerini duyuyordum.

 

Bir daha göremeyeceğim onu.

 

Kompartımana girerken, şeftiren önümü kesti. Öfkeliydi; parmağını

sallayarak, bağıra bağıra sorumluluklardan, cezalardan söz açtı.

Kendimi savunmak için tek kelime bile söylemedim. Hiçbir şeye

aldırmıyordum. Bir kağıt tutuşturdu elime, gösterdiği yeri imzalamamı

söyledi. Ama uzattığı kalemi tutamayacak kadar güçsüzdüm.

 

Koltuk değnekli adam, kağıdı kaparak:

 

Rahat bırak onu! diye bağırdı şeftirene. Ver, ben imzalayayım. İmdat

kolunu ben çektim. Sorumluluğu da ben üstüme alıyorum. Kaybettiği

zamanı kazanmak için, Sibirya'da, eski Rus toprakları üstünde hızla

gitmeye başladı tren. Biri gitar çalıyordu; gitarın sesi, büyük bir hüzün

katıyordu geceye. Kocaları ölmüş Rus kadınlarını anlatan o parçayı,

savaştan sonra acı bir karşılaşmanın anısı olarak yüreğimde taşıdım...

Yıllar geçti. Gelecek, irili ufaklı dertleriyle önümüzdeydi. Sonraları

evlendim. Kocam iyi bir insan. Çocuklarımız, mutlu bir yuvamız var.

Felsefe doktoramı verdim. Birçok yolculuklar ettim. Birçok ülkeler

gördüm. Ama Kurkuru'ya dönmedim bir daha. Kendime göre

sebeplerim, özürlerim vardı. Köyümle olan bağlarım kötü bağlar,

bağışlanmaz bağlar. Geçmişi unutmadım. Unutabilir miyim hiç? Ama

ondan uzaklaştım.

 

Aklıma dağlardaki o dereler geliyor. Yeni bir yol yapılmış, kaynağa

çıkan o eski yol unutulmuş. Yolcular su içmek için artık tırmanmıyor

o yolu. Kaynağın kenarlarını otlar, çalılar bürümüş. Yakında izi bile

kalmaz.

 

Sıcak bir günde birinin aklına gelir belki, ana yoldan sapıp

susuzluğunu gidermek için onu arar. Yanına varır, çalıları aralayarak

kaynağa eğilir... derin, kıpırtısız suyun duruluğuna şaşar. İçinde

kendini görür, güneşi, gökyüzünü, dağları görür. Böyle bir yeri

unutmuş olmanın acısını duyar, kaynaktan arkadaşlarına söz açmaya

karar verir. Ama çok geçmez, unutulur.

 

Ara sıra böyle şeyler de oluyor hayatta. Kim bilir, belki de böyle

olmalı...

 

Kurkuru'ya son gelişimde bunları düşündüm.

 

Ansızın gitmem sizi şaşırtmıştır tabii. Bunları oradakilere anlatamaz

mıydım diyeceksiniz. Anlatamazdım. Kendimden öyle utanıyordum

ki, bir an önce gitmeye karar verdim. Duyşen'i göremeyeceğimi, onun

gözlerinin içine bakamayacağımı biliyordum. Kendimi toparlamam,

her şeyi rahat bir kafayla yeni baştan düşünmem gerekiyordu. Bunu

yalnız Kurkuru'lulara değil, bütün insanlara anlatmalıydım.

 

Beni utandıran bir başka sebep daha vardı: o toplantının en önemli

kişisi ben değildim aslında, onur yeri bana verilmemeliydi. O onur

yeri ilk öğretmenimizin, köyümüzün ilk sosyalisti olan Duyşen'indi.

Herkesten çok o hak etmişti onur yerini. Öyle olmadı. Biz yiyip

içerken, o, altın yürekli adam, telgraflarımızı getiriyordu dörtnala;

sonra da dağıtımı tamamlamaya gitti.

 

Kurkuru'lu gençler, Duyşen'in ne kadar iyi bir öğretmen olduğunu

bilmezler. Yaşlıların çoğu hayatta değil. Duyşen'in öğrencilerinin

çoğu da savaşta öldü.

 

Onun için, bizden sonraki kuşaklara öğretmen Duyşen'i anlatmak

görevini ben yükleniyorum. Benim yerimde kim olsa böyle yapardı.

Ama Kurkuru'ya gitmemiştim bir daha, Duyşen'den haber

alamamıştım, yüzü, müzenin sessizliğinde saklanan değerli bir

kabartma olmuştu benim için.

 

Gidip öğretmenimi göreceğim, sorularına cevap vereceğim onun;

beni bağışlamasını dileyeceğim.

 

Moskova'da işimi bitirdikten sonra Kurkuru'ya dönüp yeni okula

Duyşen'in adını vermelerini isteyeceğim. Evet, Duyşen'in, kolhozun

bir üyesinin, postacının... Sizin de beni desteklemenizi istiyorum.

Yalvarırım, destekleyin beni.

 

Şimdi gecenin biri. Balkonda durup şehir ışıklarının denizine

bakarken, Kurkuru'ya dönüp öğretmenimi göreceğimi, onun beyaz

sakalını öpeceğimi düşünüyorum...

 

Pencerelerimi ardına kadar açıyorum. Temiz hava doluyor odaya.

Yeni resmim için çizdiğim desenlere mavimsi, solgun loşlukta, göz

atıyorum. Bir sürü desen var; hep yeni baştan, yeni baştan başlamıştım

çünkü. Ama resmimi bir bütün olarak göremiyorum daha. Asıl şeyi

bulamadım. Ağaran gecede odayı adımlıyorum, düşünerek, düşünerek,

düşünerek... Hep böyle olur. Yapacağım resmin içimde kalacağını

sanırım hep...

 

Yine de, bitmemiş resmimden söz açmak istiyorum size. Yardımınızı

istiyorum. Anlamışsınızdır tabii, resmi köyümüzün ilk öğretmenine,

ilk sosyalistine; yaşlı Duyşen'e adayacağım.

 

Ama bilmiyorum, bu savaşçının hayatını, o hayatta önemli bir yer

tutan amaçları, tutkuları renklerle verebilir miyim... Bu dolu bardağı

taşırmamalıyım; sizlere, çağdaşlarıma taşırmadan verebilmeliyim

onu. Ama nasıl yapacağım? Yalnız kendi düşüncelerimi yansıtmak

istemiyorum; ortak bir yaratıcılıkla yapmalıyım resmimi. Ama nasıl

yapacağım?

 

Bu resmi mutlaka yapmalıyım, güçsüzüm, kuşkular içindeyim, ama

yapmalıyım.

 

Umutsuzluğa kapılıyorum. Düşünüyorum da, ressam olmak bin bir

güçlükle karşılaştırıyor insanı. Acı bir şey bu. Bazen kendimi öyle

güçlü buluyorum ki, bıraksalar dağları bile delebilirim! O zaman

şunları söylüyorum kendi kendime: incele, çalış, seç. Duyşen'le

Altınay'ın kavaklarını, onları çiz. En tepedeki dallara çıkmış,

esrarengiz uzaklıklara büyülenmiş gibi bakan yalınayak bir çocuğun

resmini çiz.

SON

 
 
   
 
 



İngilizce Almanca Türkçe Sözlük
Kelime:
Sözlük:
© www.sozluk.web.tr
MySpace Codes
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol