EĞİTİM KÜLTÜR VE SANAT SİTESİ
 
  ANASAYFA
  GİRİŞ
  ATATÜRKÜN GENÇLİĞE HİTABESİ
  İSTİKLAL MARŞI
  EDİTÖRÜN KÖŞESİ
  GALERİ
  ONLİNE E- DEVLET HİZMETLERİ
  GAZETELER
  TÜRK VE DÜNYA KLASİKLERİ
  => SEMERKANT (AMİN MAALOUF)
  => YABAN ( YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU)
  => KİRALIK KONAK (YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU)
  => CEMİLE ( CENGİZ AYTMATOV )
  => MISKINLER TEKKESI (REŞAT NURI GÜNTEKIN)
  => HUZUR ( AHMET HAMDİ TAMPINAR )
  => ECCO HOMO Friedrich Nietzsche
  ŞAİRLERDEN SEÇMELER
  TÜRK ÖYKÜ
  TARİHTEN SAYFALAR
  KURAN DİNLE
  OYUNLAR
  ANKET
  MP3 DİNLE
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  HABERLER
  FORUM
  BAĞLANTILAR
  İLETİŞİM
Açılış Sayfam Yap

Online E-Devlet Hizmetleri
TC Kimlik No

Vergi Kimlik No
SSK Hizmet Dökümü
İnternet Vergi Dairesi
Motorlu Taşıtlar Vergisi
Telefon Rehberi
ÖSYM Sınav Sonuçları
ÖSYM Sınav Sonuçları
ÖSS Sonuçları
KPSS Sonuçları
KPDS Sonuçları
LES Sonuçları
TUS Sonuçları
ÜDS Sonuçları
ALS Sonuçları
DGS Sonuçları
Diğer Sınav Sonuçları
ÖSYM Sınav Takvimi
E-Devlet Linkleri:
EMemleketim.Com
Online Hizmetler
Milli Eğitim Bakanlığı
Üniversiteler
Sağlık Bakanlığı
Emeklilik Hizmetleri
Hukuk ve Adalet
Emniyet Hizmetleri
Ekonomik ve Mali İşler
İş ve Eleman Arama
Genel Devlet Kurumları
Bakanlıklar
Valilikler
Belediyeler
Kaymakamlıklar
Siyasi Partiler
Silahlı Kuvvetler
Sivil Toplum
Engelli Sayfaları
Elçilik - Konsolosluklar
Avrupa Birliği
K.K.T.C.
Turizm
Tatil ve Gezi Rehberi
Deprem Linkleri
Haber Kaynakları MySpace Codes
Bugün 49 ziyaretçi (70 klik) kişi burdaydı!
YABAN ( YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU)

  YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
  HAYATI

  Yakup Kadri, 17. yüzyılın sonlarından başlayarak Saruhan
Vilayeti denilen Aydın ve Manisa bölgesinde hüküm sürmüş Karaosmanoğlu
sülalesindendir. Mısır'da İbrahim Paşa konağına yerleşen ve orada İkbal
Hanımla evlenen Kadri Beyin oğludur. 27 Mart 1889'da Kahire'de doğdu.
İbrahim Paşa'nın ölümü üzerine altı yaşındayken ailesi ile birlikte
Manisa'ya geldi. İlköğrenimine Fevziye Mekteb-i İptidaisinde başladı.
İki yıl sonra da İzmir idadisine gönderildi (1903). Şahabettin Süleyman'la
arkadaşlığı buradan gelir. Ama öğrenimini tamamlayamaz. Babası daha o
öğrenime başlamadan ölmüş, İkbal Hanımın satılacak mücevherleri kalmamıştır.

  Aile yeniden Mısır'a dönünce İskenderiye'deki Freres'ler Fansız
okuluna girdi. Burada bir yıl okudu. İdadi özlemi onu İzmir'e çektiyse de,
tatilini geçirmek üzere geldiği Mısır'da (1906) Jön Türk'lerle tanıştı.
İzmir'e dönmekten vazgeçti. Sınava yeniden girdiği
Freres'ler okulunda iki yıl sonra bakaloryasını vererek ortaöğrenimini
tamamladı.

  1908'de ailece yurda döndüler. İstanbul'a yerleştiler. Yakup
Kadri Mekteb-i Hukuk'a girdi. Ama bitirmeden, üçüncü sınıftan ayrıldı. Bu
arada İbsen'den esinlenerek yazdığı Nirvana adlı tek perdelik oyunu
yayımlanmış; arkadaşı Şahabettin Süleyman'ın aracılığıyla Fecr-i Ati
topluluğuna katılmıştır. Bir yandan Fecr-i Aticilere
yönelik eleştirilere cevap vermekte, bir yandan da Servet-i Fünun'da küçük
hikayeler yayımlamaktadır. Mensur şiirleri de bu ilk döneminin ürünleridir.
  1912'de tüberküloza yakalandığını öğrenir. Ama ancak 1916'da
tedavi için İsviçre'ye gidebilecek, üç buçuk yıl orada kalacaktır.
Bektaşilikle ilgisi de bu yıllarda, İsviçre'ye gitmeden öncedir. O
sıralar Paris'ten yeni dönmüş olan Yahya Kemal'in de etkisiyle Yunan ve
Latin kaynaklarına dayalı yeni bir sanat anlayışını savunmaya başlamıştı.
Ayrıca Doğu mitolojisiyle de ilgileniyor, bir mistisizme yöneliyordu. Bu
eğilim onu Bektaşi tekkesine itti. Nur Baba romanını yazdı gözlemlerinden
yararlanarak. Ama hem karşılaşacağı tepkiler, hem İsviçre'ye gidişi romanın
yayınlanmasını engelledi.
  1913'te ilk hikaye kitabını çıkarır: Bir Serencam. Ama önce Balkan,
ardından da 1.Dünya Savaşları, bu savaşlarla gelen yıkım,
Yakup Kadri'de bir değişime yol açacak, sanatın şahsi ve muhterem olduğu
düşüncesinden yavaş yavaş uzaklaşacaktır. Mondros
Antlaşmasından sonra onu İkdam yazarı olarak görürüz (1919).
Güncel olayları izleyen, Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen bir gazetecidir
artık. Hikayeleri de Milli Mücadele ile ilgilidir. Daha
sonra o günlerin ürünü olan makalelerini Ergenekon'da toplayacaktır.
  1921'de Ankara'nın çağrısı üzerine Anadolu'ya geçti. Görevli
olarak Kütahya, Simav, Gediz, Eskişehir, Sakarya yörelerini dolaştı. Önce
Mardin (1923-31), sonra Manisa milletvekili oldu (1931-34).
Evliliği de bu dönemdedir. Mutasarrıf Asaf Bey'in kızı, Burhan Asaf
Belge'nin kızkardeşi Leman Hanımla evlenmiş (11 Ekim 1923); yine bu dönemde
Kiralık Konak, Nur Baba adlı romanlarını yayımlamış. Cumhuriyet ve
Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde makaleler
yazmış (1923-25), tedavi için ikinci kez gittiği (1926) İsviçre'den
Alp Dağlarından başlığıyla izlenimlerini kaleme almıştır. 1932 yılı ise
Yakup Kadri için ayrı bir önem taşır. Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge,
İsmail Hüsrev Tökin ve Şevket Süreyya Aydemir'le birlikte Kadro dergisini
çıkarırlar. Büyük yankı uyandıran ve tartışmalara yol açan romanı Yaban da
aynı yıl yayımlanır.
  Başlangıçta ilgiyle karşılanan Kadro'da savunulan düşünceler
zararlı bulunarak derginin imtiyaz sahibi Yakup Kadri Tiran
elçiliğine atanınca (1934) dergi de kapanır. Bunu Prag (1935), La Haye
(1939), Bern (1942) elçilikleri izler. Tahran elçiliğinden sonra
(1949-51) emekli oluncaya kadar kalacağı Bern elçiliğine yeniden
getirilecektir. Zoraki Diplomat adlı anıları bu yılların ürünüdür.
  1955'te emekli olunca yurda dönerek çeşitli dergi ve gazetelerde
yazılarını sürdürdü. 27 Mayıs'tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine
seçildi. 1961'de Manisa milletvekili oldu. 1957'de de Ulus
gazetesinin başyazarlığını yüklenmişti. 1962'de Atatürk ilkelerine ters
düşüldüğünü ileri sürerek CHP'den istifa etti. 1965'ten sonra ise politikadan
çekildi. Son görevi Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığıydı. 13 Aralık
1974'te Ankara'da öldü. İstanbul'da, Beşiktaş'ta Yahya Efendi mezarlığında
annesinin yanında yatmaktadır.

  ESERLERİ
  Hikaye: Bir Serencam (1913), Rahmet (1923), Milli Savaş Hikayeleri (1947).

  Roman: Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi
(1927), Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932), Ankara (1934), Bir
Sürgün (1937), Panorama (2 cilt, 1953-54), Hep O Şarkı (1956).

  Mensur Şiirler: Erenlerin Bağından (1922), Okun Ucundan (1940).

  Anı: Zoraki Diplomat (1955), Anamın Kitabı (1957), Vatan Yolunda
(1958), Politikada 45 Yıl (1968), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969).

  Monografi: Ahmet Haşim (1934), Atatürk (1946).

  Çeşitli Makaleleri: İzmir'den Bursa'ya (H. Edip, F. Rıfkı, M. Asım
ile, 1922), Kadınlık ve Kadınlarımız (1923), Seçme Yazılar (F. Rıfkı,
R. Eşref ile, 1928), Ergenekon (2 cilt, 1929), Alp Dağlarından ve
Miss Chalfrin'in Albümünden (1942).

  Tiyatro Eserleri: Nirvana (1909), Veda (1909), Sağanak (1929),
Mağara (1934).

  YABAN ÜZERİNE
  Yaban gerek Yakup Kadri'nin romanları içinde, gerekse Türk
Edebiyatı tarihi açısından ayrı bir önem taşır. Yayımlandığı yıldan
bu yana da en çok tartışılan, yazarını ölmezleştiren romanların başında
gelir. Bu, hem Türkiye tarihinin belli bir dönemine tanıklık
etmesinden, hem de bir tez romanı olmasındandır. Nitekim, ne zaman halk-aydın
kopukluğundan söz edilse akla hemen Yaban gelecektir.
  1932'de yayımlandığında, Nabizade Nazım'ın Karabibik'i (1890)
ile Ebubekir Hazım Tepeyran'ın Küçük Paşa'sından (1910) sonra
köylü ve köylüyü konu alan, dönemin gerçekçilik anlayışına uygun
üçüncü romandır. Ama ilk ikisinden farklı olarak konuyu tarihsel
ve toplumsal bir sorun biçiminde gündeme getirir. Başından beri
Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen, saygınlığını koruyan, romancılığını
kanıtlamış bir yazarın ürünü olduğu için övgüyle karşılanır. Getirdiği
eleştirideki doğruluk vurgulanır. Ama çok geçmeden Türk köylüsünü yanlış
tanıttığı, gerçekleri çarpıttığı öne sürülecektir. Bu yargı aradan on yıl
geçtikten sonra geçersizleşir. Yaban 1942'de açılan CHP Roman Mükafatı'nda,
yayımlandıktan on yıl sonra Sinekli Bakkal'ın ardından ikinci gelir.
  Yaban'ın, Yakup Kadri'nin romancılığında köye, köylüye yönelik tek
eseri olduğu söylenir. Konusu açısından düşünüldüğünde
belki doğrudur bu yargı. Ama Yaban'ı sanatçının romanlarının oluşturduğu
bütünden ayrı düşünmek zordur. Niyazi Akı, romanları üzerinde dururken,
-Başta, eserini bir cemiyetin panoraması saydıracak genişlik gelir- der ki,
bu düşüncesi doğrudur. Yine Akı'nın söyleyişiyle, -Romanlarından ikisine
verdigi Panorama adı, Panoramalardan önce yazılanları da içine alacak kadar
şümullüdür. Bir Sürgün, Kiralık Konak, Nur Baba, Hüküm Gecesi, Sodom ve
Gomore, Yaban ve Ankara, cemiyetimizin son yetmiş küsur yıllık hayatına dair
yazılmış geniş bir Panorama'nın parçaları sayılabilir.
  Yaban'da zaman olarak 1.Dünya Savaşı'nın bitiminden Sakarya zaferinin
kazanılışına kadar olan süre alınır. Savaşta bir kolunu
kaybetmiş İhtiyat Zabiti Ahmet Celal'in kişiliğinde tanırız yenilgiyi.
Mekansa, adı verilmemekle birlikte, -Haymana ovasının ortasında, Porsuk Çayı
dolaylarında bir köydür. Anlatım biçimi olarak da
anı türü seçilmiştir.
  Bu saptama, Yaban'a açıklayıcı ipuçlarını getirir. Milli Mücadeleyi konu
alan romanda, köyün ve köylünün durumu, Kurtuluş
Savaşı'ndaki tavrı Ahmet Celal'in gözüyle verilir. Yine onun köylülerle
ilişkisi halk aydın kopukluğu biçiminde belirir.
  Köylülere göre bir yabandır Ahmet Celal. Konuşması, tavırları, giyimi,
düşünceleri, duyarlığıyla onların dünyalarının dışındadır. Kafasındaki,
benliğindeki acılardan kurtulmak için eski neferi
Mehmet Ali'nin küyüne gelmiş, köylülerin arasına karışarak, kendini doğaya
bırakarak yenilenmeyi ummuştur. Ama çok geçmeden yabanlığının bir yazgı
olduğunu farkeder: Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip
içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak... Haydi bunların
hepsini yapayım. Fakat onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi
hissedebilirim? Soru budur işte: Dış cephem değişmiş neye yarar? Sorun da
şu: Ben asıl bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler ve
unsurlarla yuğrula yuğrula adeta sınai, adeta kimyevi bir şey halini
almışım. Böylece toplumsal bir boyuta yerleştirir konuyu Yakup
Kadri. Tarihsel oluşumu açısından Türkiye'nin aydın sınıfı'dır
yargıladığı. Ahmet Celal, salt bir roman kahramanı değil, bir prototiptir.
Sonunda dayanamaz, roman tekniğine göre yapılmaması icabeden tiradlardan
birine başlar.
  Yakup Kadri, Yaban'la gerçekdışı, bir düş ülkesi görünümündeki köy
edebiyatını yıkmıştır. Çirkin, kısır bir doğa, pis bir çevre; illetli, sakat
insanlar, cehalet, kör inançlar, içgüdülerin yön verdiği
bir yaşama biçimi... çizilen tablonun renkleri bunlardır. Savaş sanki bu
insanların dışında olup bitmektedir. Askere çağrılma korkusu dışında
ilgilenmezler savaşla. Milli Mücadele'ye karşı köylülerin tavrıyla Ahmet
Celal'in tavrı birbirinin tam karşıtıdır. Bozgundan sonra geri çekilen
düşman askerlerinin yaptıkları zulüm bile tepkiye yol açmaz. Tevekkülle
kabullenilir. Bir kolunu onlar için veren Ahmet Celal ise deliye dönecektir.
Ama onu acıya salan bu durum kendi eseridir. Anadolu halkını, hayvani
duyguların, cehaletin ve yoksulluğun ve kıtlığın elinde bırakmıştır.
Ne ektin ki, ne biçeceksin? diye sorar Ahmet Celal Türk aydınına.
  Romanın bir başka bölümünde, Ahmet Celal'in eski neferi Mehmet Ali'den söz
edilirken sorun daha kapsamlı bir biçimde konulacaktır. Burada Yakup Kadri'nin
kişilerini ele alışının doğruluğu üzerinde de durmak gerekir. İnsanın
çevreyle ilişkisinin önemini kavramış bir romancıdır karşımızdaki. Ahmet
Celal, köye geldikleri günden beri başka bir Mehmet Ali'nin varlığıyla
tanışır. Eski neferi değildir bu. Asker olmazdan önceki haline dönmüştür
Mehmet Ali.
  Ona göre geriye doğru bir gelişmedir söz konusu olan. Bu gözlem
Ahmet Celal'i şu doğruyu saptamaya götürecektir: Talim, terbiye,
iyi misal, bunların hepsi geçici şeylerdir. Ve çevre değiştirmedikçe,
insanın gelişmesine imkan yoktur. Bu küçük mülahazadan Türkiye'deki yenilik
ve garpçılık hareketlerinin, neden başarısızlığa uğradığı sorununa kadar
çıkabiliriz. Bu düşünce yukardaki alıntılarla birleştirilirse, Yaban'da
işlenen tezin yüzeysel bir halk-aydın çatışması olmadığı, romancının bu
çatışmaya, bu kopukluğa yol açan temeldeki soruna dikkati çektiği görülür.
  Yalnız biçimsel gibi görünen, ama aslında Yakup Kadri'nin düşüncelerindeki
gelişimi gösteren bir ayrıntıdan da söz etmem gerek.
İlk baskılarda, yukarda altını çizdiğim değiştirmek kelimesi,
değişmeyince biçimindedir. Cümle tıpkısı tıpkına şöyle: Ve muhit
değişmeyince, ferdin değişmesine imkan yoktur. Burada çevrenin,
çok açık olmasa da, kişinin iradesi dışında değişmesi söz konusudur. Oysa
ikinci cümlede, sonradan yapılan bir degişiklikle, değişme olgusu kişinin
iradesine bağlanmıştır.
  Yaban'ın, döneminin gerçekçilik anlayışına uygun bir roman olduğunu
söylemiştik. Bu gerçekçiliğin, Zola ve Balzac etkisi taşıdığı,
giderek Yakup Kadri'nin, Toprak ve Köylüler romanlarından esinlendiği de
öne sürülmüştür. Gerçekten de Yaban'la söz konusu romanlar arasında kimi
benzerlikler bulmak mümkündür. Yaban'ın özellikle köylü kişilerinin
sergilenişinde natüralizmin izleri de görülür. Ama bu, birçok roman için de
öne sürülebilecek teknik bir ayrıntıdır. Roman yazarının eğitimine, düşünce
birikimine bağlıdır, giderek kültürel bir ortamın sonucudur. Böyle olduğu
için de doğaldır. Önemli olan romanda kullanılan malzeme ve malzemeyle
verilen biçimdir. Konuya bu açıdan bakılırsa, Yaban'ın yerli ve ulusal
nitelikler taşıdığı görülür. Psikolojiye girildiği zaman bile evrensel
boyutlara ulaşıldığı söylenemez. Yaban'ın eskimeyişinin, okunurluluğunun
sırrı da buradadır. Köyü ve köylüyü anlatan ilk gerçekçi
Türk romanlarından biri olarak değil, ilk yerli romanlardan biri
olarak önem taşır.
  Bunda gözlemin ve gözlenen gerçek üzerinde kafa yoruşun payı
büyüktür. Biliyoruz ki, Yaban, yazarının 1921'de çıktığı bir gezinin
ürünüdür. Ayrıca romanın sonuna eklediğimiz yazılarda da görüleceği gibi
(özellikle Niyazi Akı) düşünsel bir hazırlığın sonucudur.
Bu kadar da değil. Yakup Kadri kişilerini verirken kaba bir
tasvire girmez. Ayrıntılar titizlikle seçilmiş, anlatılan kişiyi yansıtacak
en tipik çizgiler kalınlaştırılmıştır. Kişilerinin dış görünümüyle ilgili
ayrıntılardan çok, kişiliklerinin, benliklerinin dışa vurumu olan
davranışlar belirginleştirilmiştir.
  Romanın, Ahmet Celal'in anıları biçiminde yazılmış olması, özbiçim uyumunda
başarıyı sağlar. Konuşan Yakup Kadri'dir, biliriz.
Ama Ahmet Celal adının ardına gizlenmesi anlatım biçiminden dolayı batmaz.
Tersine işini kolaylaştırır bile. Bir yaban'ın gözlemleri, izlenimleri,
düşünceleri, duyularıdır bunlar. Elbette bölük pörçük olacaklardır. Ama bu
parçalarla yavaş yavaş bir bütün oluşturulduğu görülür. Yalnız Ahmet Celal'in
köylülerce yaban sayılışının nedenlerini değil, onun kendisinin yabanlığının
bilincine varış sürecini ve köyün, köylünün durumunu da buluruz bu bütünde.
  Yaban meziyetleri kusurlarından çok olan bir romandır. Üstelik bu kusurlar,
yazarında olduğu kadar yazıldığı dönemde de aranmalıdır.
Bu kısa önsöz, Yaban üzerine bir inceleme ya da eleştiri olmaktan çok bir
sunu niteliğini taşıyor. Yazarı artık yaşamayan, Türk edebiyatının
klasikleşmiş bir eserini okurken nesnel ipuçlarını vermeyi amaçlayan bir
sunu. Dolayısıyla, metni basıma hazırlarken ve
bu yeni basımda bulunan eklerle ilgili kısa bir açıklama da yapmak
gerekecek. Üstelik Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Bütün Eserleri
dizisinin ilki olduğuna göre, bir bakıma zorunlu bu.

  Elinizdeki kitap Yaban'ın on birinci basımı oluyor. Yakup
Kadri sağlığında romanın dilini sadeleştirmiş. Yaptığım karşılaştırmaya göre
bu sadeleştirmede eski kelimelerin yerine doğrudan yeni
karşılıkları konulmuş. Ya da daha anlaşılırları. Somut birkaç örnek
sıralayalım: halihamur-haşir neşir, emare-belirti, hırzıcan-dört
gözle, levs-pislik, istihale-değişme, hassa-duygu, inhina-kıvrım, v.b.
  Ama yazarın metni sadeleştirirken üslup kaygısından sıyrılamadığı da
görülüyor. Şöyle de söyleyebiliriz bunu: Motamot bir değiştirme değil Yakup
Kadri'nin yaptığı. Söz gelimi, bugün de anlaşılabilecek hakikat kelimesini
gerçek olarak değiştiriyor da, intikal etmek, tecerrüt gibi birçok kelimeye
dokunmayabiliyor. Bunu, cümle yapısını bozmamak düşüncesine bağlayabildiğimiz
gibi, eski kelimenin taşıdığı anlamın nüansını verememek kaygısına da bağlayabiliriz.
Ayrıca, yine diyelim hakikat kelimesinin bir yerde değiştirilmişken, başka
bir yerde olduğu gibi bırakıldığını da görüyoruz. İşte bunu açıklamak güç.
  Sadeleştirmeden öte, üzerinde durulması gereken olumlu bir
tavrı daha var Yakup Kadri'nin. Bilindiği gibi birçok romanlarında
Batı kaynaklı dediğimiz kelimeleri bolca kullanır yazar. Yaban'ın
ilk basımlarında da rastlıyoruz bu kelimelere. Ama daha sonra Yakup Kadri'nin
bu kelimelerin yerine Türkçesini kullandığını görüyoruz. Hepsini değilse
bile, eğer özel bir anlam taşımıyorsa, büyük bir bölümünü değiştiriyor yazar.
Yine birkaç örnek verelim: klovn-soytarı, bas relief-kabartma, peplos
- entari, kask-kasket, trofe-çelenk gibi.
  Öte yandan, çok az olmakla birlikte, kimi cümleleri degiştirdiğini de
görüyoruz. Bunu ya cümledeki eski kelimelerin zorlaması
sonucu yapıyor, ya söyleyişte yalınlığı sağlamak için ya da daha önce bir
örneğini verdiğim gibi farklı bir düşünüşün etkisiyle. İşte örnekler:
  Bu ayrılığa mahşer günü bile kar etmedi. (5. bas., s. 90).

  Bu ayrılık bizi mahşer gününde bile bir araya toplayamadı.
  Böyle bir hadise, bütün tarihi mukadderata ve bu mukadderatın konularına
zıt bir şey olur. (5. bas., s. 136).
  Böyle bir olay, tarihi olaylar mantığına zıt bir şey olur.
  Varsın, işini uydursunlar, kapısı kapalı evlerinde, yığdıkları
zahireleri yiyip doysunlar. Varsın, işini uydurmayan bu perişan, çıplak ve
biçare kalabalık açlıktan kıvrana kıvrana ölsün. (5. bas., s. 159).
  Varsın işini uydursunlar. Varsın, bu perişan, çıplak ve biçare
kalabalık da açlıktan kıvrana kıvrana ölsün.
  Sonra bu basit bandajın üstüne iç gömleğini indirdi ve demin
çıkarıp attığım ceketimle sırtımı örttü. (5: bas., s. 165).

  Sonra çıkardığım ceketimle sırtımı örttü.

  Romanın sonuna eklediğim yazılara gelince... Yaban üzerine
yazılmış yazılardan seçmeyi yaparken, yayımlandığı günden bu yana romanın
uyandırdığı yankıları, nasıl değerlendirildiğini göstermeyi amaçladım.
Birinci (1932) ve ikinci basımlardan (1942) sonra yazılanlar, döneminde
nasıl karşılandığını göstermeleri açısından ayrı bir önem taşıyorlardı. Bu
nedenle o yazılardan daha uzun alıntılar yaptım. 1960 sonrası değerlendirmelerde
ise Yaban'a öncekilerin tersine, edebiyatın ölçüleriyle yanaşılıyordu.
Üstelik birkaçı dışında salt Yaban'ı konu alan yazı ya da incelemeler
değillerdi bunlar. Daha kısa alıntılarla değerlendirmenin genel bir görünümü
verilebiliyordu.

  Son söz olarak, Yaban'ın bu yeni basımıyla işimin bitmediğini,
gelecek basımlarda eksikleri tamamlayarak daha iyiye gideceğimize inandığımı
belirtmeliyim. (5 Ocak 1977)

  ON İKİNCİ BASKI İÇİN

  Yaban'ın on birinci baskısı, umulanın üstünde bir ilgi görerek
kısa sürede tükendi. Bu ilgide, basında övgüyle karşılanmasının etkisi
büyüktü. Çıkan yazıları on ikinci baskıya ekleyerek kendimize
övünme payı çıkaracak değiliz. Ama bizi destekleyenlere teşekkür
borçlu olduğumuzu da belirtelim.

  Yalnız Oktay Akbal'ın, bu girişiminin somut hedeflerini belirleyen ve
bütün yazarlarca paylaşılan şu yargılarını anmamak olanaksız: Edebiyatımızın
ünlü yapıtlarını tanıtıcı önsözlerle, geniş açıklamalarla, notlarla, daha
önce yazılmış yazılarla birlikte yayınlamalı... Böyle incelemeli baskıları
artık yapmak gerek. Değerli araştırmacılar, inceleyiciler böyle olanaklara kavuşturulursa
yetişebilirler. Yayınevleri edebiyatımızın klasikleşmiş yapıtlarını diziler
halinde basmalı, yetişen kuşaklara sunmalıdırlar. Bu hem bir görev,
hem de kazançlı bir iştir. Benim gibi, bu romanı daha 1938'lerde
okumuş bir kişi bile böyle eleştirili baskılardan yararlanırsa, bugünün
gençleri daha fazla yararlanacaklardır. Edebiyatımızda, edebiyat tarihimizde
her şeyi yerli yerine koymak, gerçek yargılara varmak için bu tür yapıtlara
gereksinme var. (Cumhuriyet, 12.3.1977).

  Altını çizdiğim satırlar bir gerçeği vurguluyor: Türk edebiyatının bir
bütün olduğu, yeterince değerlendirilmediği gerçeğini...
Kendi payıma, Türk edebiyatı tarihine birbirinin tam tersi önyargılarla
eğilindiği kanımı koruyor, doğrulara ulaşmanın ana koşulunun önce bu
önyargılardan kurtulmak olduğuna inanıyorum. Sonuç
o önyargıları doğrulasa bile... Yaban'la ilgili değerlendirmeler
okunduğunda zaman içinde yargıların ne ölçüde değiştiği açık seçik görülüyor,
yeniden gözden geçirilmelerinin gerekliliği de.

  Şunu da hemen açıklamalıyım: Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Bütün Eserleri
dizisine neden Yaban'la başladığımız, niçin yapıtlarının ilk yayımlanış
sırasını izlemediğimiz soruldu hep. Oysa yapıtlar arasında bir seçme
yapmamız, birini ötekine yeğlememiz söz konusu değildi. Tükenmiş, mevcudu
bulunmayan yapıtlardan başlamak zorundaydık. Ticari değil, hukuki bir zorunluluktu bu.
Yaban'ı Nur Baba izledi. Bu yayın mevsiminde sunacağımız yapıtların sırası
da şöyle: Hüküm Gecesi, Bir Sürgün, Hep O Şarkı ve Zoraki Diplomat.

  Yaban'ın elinizdeki on ikinci baskısı başta sayın Leman Karaosmanoğlu'nun
uyarıları olmak üzere dostların katkılarıyla daha eksiksiz sunuluyor.
Türk Edebiyatında Yaban bölümüne, 1977'de yayımlanan yazılardan ikisinin
genel yargılar içeren bölümleriyle bir açık oturumun özetini ekledim.
Bibliyografya da yeniden gözden geçirildi ve eklerle genişletildi. Daha on
birinci baskıda, eski baskılarla karşılaştırarak, dizgi yanlışı olduğu
belli, üstelik epeyce çok atlamaları saptayıp doğru bir metin sunmaya
çalıştık. Bu kez romanın yeniden okunması yetti. Yaban'ın yanlışsız ve
eksiksiz bir metnini verdiğimi söyleyebilirim bu nedenle.

  Yine de amacımız, daha iyiye, daha güzele ulaşmak... Her baskıda bir şey
ekleneceğine, en doğruya adım adım yaklaşılacağına
inanıyoruz. Uyarılara, katkılara açık olduğumuzu bir kez daha yineleyelim.
(9 Temmuz 1977)

  ON SEKİZİNCİ BASKI İÇİN

  On ikinci baskıdan bu yana yedi yıl geçti. Bu süre içinde Yaban
on sekizinci baskıya ulaştı. Gördüğü ilgi eksilmedi, arttı. Bu ilgide,
romanın ders kitaplarında anılma, öğrencilere salık verilme yoluyla
okullara girmesinin payı büyük kuşkusuz. Ama Yaban'ın salık verilen tek
kitap olmayışı bir yana, hala tartışılan bir roman olduğu düşünülürse
Yaban'a gösterilen ilginin süreceğini söylemek kehanet
sayılmaz.

  Bu olgu, Yaban'ın eskimeyişinin nedeninin yerlilik olduğunu
gösteren temel ölçütlerden biri aslında. Yerliliğin göstergesi de Ahmet
Celal. Tanzimat aydınının sosyo-psikolojik özelliklerinin uzantılarını
kişiliğinde taşıyan Ahmet Celal... Kendini kurtarıcı olarak
gören, halkı eğitmeyi (ya da adam etmeyi) görev edinmiş, kafasında
yarattığı gerçekle yaşanan gerçeğin çatışması sonucu yabanlaşan
tipik aydın... Bu nedenle ne zaman halk-aydın kopukluğu tartışılsa
Yaban'ın gündeme gelmesi bir rastlantı değil. Üstelik bildiğim
kadarıyla bu, salt bize özgü bir sorunsal. Batılılaşma serüvenine
bağlı olarak elbette.

  Yaban'ın bu on sekizinci basımına, Berna Moran'ın Türk Romanına Eleştirel
Bir Bakış adlı yapıtının Yaban'ı konu edinen bölümünden bir parça ekledim.
Ayrıca, Genel Bibliyografya bölümü de yeni eklerle genişletildi. Bu konuda
yardımını gördüğüm genç bibliyograf Hatice Aynur'a teşekkür borçluyum.

  Atilla Özkırımlı, 15 Temmuz 1984

  YABAN'IN İKİNCİ BASILIŞI VESİLESİYLE

  Mevcudu çoktan tükenmiş olan Yaban'ı, bu sefer, yeniden bastırmağa karar
verişimin başlıca sebebi, günden güne artan umumi bir isteği yerine getirmek
zorunda kalışımdır. Böyle bir istekle karşılaşmamış olsaydı Yaban, halkın
huzuruna tekrar çıkmak lüzumunu duymayacaktı. Zira, bu eser, yayım meydanına
ilk adımlarını attığı günlerde ne kadar çok şımartıldı ise, son yıllarda; o
kadar insafsızca hücumlara uğramış, o kadar çok hırpalanmıştır. Eski
Babıali mahallesinin köşe başlarını tutan bazı sokak demagogları onun
aleyhine birtakım suikastlar tertip etmiştir ve onu, her gün üstünde
dolaştıkları kaldırımların çamuruna bulamak istemişlerdir.

  Bu çirkin ve iğrenç macera, yegane kuvveti, yegane meziyeti samimiyetten
ibaret olan bir eserde kafi bir tiksinti ve çekingenlik
uyandırabilirdi. Fakat, Yaban, en geniş, en büyük rağbete, asıl, bu
tecavüzlerden sonra erdiği için hakimlerin en adaletlisi halkın,
kimden yana olduğunu derin bir minnettarlıkla hissetti ve işte bu
minnet borcunu ödemek niyetiyledir ki, bugün tekrar, onun karşısına çıkıyor.

  Eski Latin şairi Horatius, kendi eserlerinden birine şöyle hitap
eder: Haydi, git; halkın içine karış; artık, sen, benim malım değilsin!..
Her yazar, her sanatçı, kendi eserine aynı şeyi söyleyebilir.

  Fakat, en ziyade, bir milli heyecanın mahsulü olan eserlerdir ki,
meydana geldikleri andan itibaren, artık, üstlerinde taşıdıkları
isimle bütün manevi ilişkilerini keserler ve kendi talihlerini
kendileri tayin ederler.

  Buna karşılık, bir yazarın, kendi eserinden ayrılıp ona yabancı
kaldığı da çok vakidir. Ben Yaban'da neler yazmış olduğumu o kadar
unutmuşumdur ki, ona edilen hücumlar esnasında, ben de bazı
kimseler gibi onun masumluğundan şüpheye düşer gibi olmuş ve
ancak, onu, yeni baştan, tekrar okuyunca kendi savunmamı en açık
satırlar halinde, bizzat kendinde bulmuştum.

  Mesela, Yaban'a yöneltilen başlıca suç, kitabın köylü aleyhtarı
bir karakter taşıması; köylünün maddi ve manevi sefaletini bir entelektüel
ağzından tezfiye kalkmış olmasıdır. Yaban'ı ikinci defa
gözden geçirdikten sonra anlıyorum ki, bu, bütün manasiyle bir iftiradır.
Zira, romanın kahramanı olan entelektüele, elinizde tuttuğunuz şu cildin bu
baskıda hangi sayfaya rastlayacağını bilmediğim bir yerinde, bundan yirmi
beş yıl evvelki köyün hazin bir tablosunu çizdikten sonra dedirtmişim ki:

  Bunun sebebi, Türk aydını gene, sensin! Bu viran ülke ve bu
yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir
posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan
tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.

  Anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası
vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir
toprak vardı; işletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun
ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani
ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki, ne
biçeceksin?..

  Gene Yaban'ın birinci sayfasında köylülerin cahilliğinden bahsederken Türk
entelektüeli birdenbire kendini toplar ve der ki:

  Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat benimdir. Kabahat, ey bu
satırları heyecanla okuyacak arkadaş, senindir. Sen
ve ben onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde,
herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak şevkinden yoksun
bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların
etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları her
yanından örtülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır:

  Bir objektif roman tekniğine göre, yapılmaması gereken bu çeşit tiradlarla
Yaban'ın hemen her tarafı tıklım tıklım doludur. O
kadar ki, sanat bakımından, bir tenkitçinin, asıl hikayeyi bölük
pörçük eden bu feryadımsı hutbelere itiraz etmesi gerekirdi. Fakat,
Yaban bir objektif roman değildir. Yaban, bir ruh sıtmasının, birdenbire
acı ve korkunç bir gerçekle karşı karşıya gelmiş bir şuurun,
bir vicdanın çıkardığı yürek parçalayıcı haykırışıdır. Ve ben, Orta
Anadolu viraneleri içinde dolaşırken yüreğime düşen odun yanığını,
bundan yirmi yıl evvel yazıp neşrettiğim bir nesirde ilk defa o viraneler
halkına şu hitabeyle ifadeye çalıştım:

  BARBARLARIN YAKTIĞI KÖYLER AHALİSİNE

  Bilmem beni hatırlıyor musunuz? Ben sizi asla unutmadım.
Zira, köylerinizin viraneleri içinden geçerken kadın, erkek, genç ihtiyar,
çoluk çocuk hayran, ürkek ve mahçup çehrelerle, yumuşak
yastıklarına yaslandığımız otomobillerin etrafını aldığınız zaman
hayatımın en derin, en büyük en yüz kızartıcı utancını duymuştum.
Utanç ise, kıskançlık ve haset gibi unutulmaz, silinmez bir duygudur;
geçtiği yerde ateşten izler bırakır.

  Şu dakikada sizi ve köylerinizi hep birbirine karıştırıyorum.
Hanginiz daha az sefil idi? Hanginiz daha merhamete layıktı? Bilmiyorum;
bildiğim bir şey varsa o da, sizin gözleriniz benim
gözlerime değdikçe, başımın önüme eğilmesi ve yüzümün kızarmış olmasıdır.
Bunun için değil midir ki, size hitabettiğim şu dakikada, hepinize karşı
kalbimde kine ve öfkeye benzer bir şey duyuyorum ve
tekrar size doğru gitmek fikrine alışamıyorum; sizden korkuyorum.
Bir caninin öldürdüğü adamın cesedinden korktuğu gibi sizden korkuyorum.
Üç yaşındaki çocuklarınızın hayali bile bende cür'et ve cesaret namına
hiçbir şey bırakmıyor.

  Hatırlıyor musunuz, bilmem! Sonbahar mevsiminin serin günlerinde idi;
hava kah kapanıyor, kah açılıyordu ve bu durmadan değişmeler insanda hayata
karşı bir güvensizlik uyandırıyor; sebepsiz bir vesvese, bir endişe, bir
büyük tehlike hissi gibi ürpertiyordu.

  Arabamızın içine ne kadar gömülsek, yumuşak ve sıcak esvaplarımıza,
örtülerimize ne kadar bürünsek, zannediyorduk ki, yolumuzun sonunda bizi
bekleyen şey açlık ve çıplaklıktır. İşte tam bu sırada siz o viraneler
içinden, göçmüş neslin cehennemden dönen hortlakları halinde, bizim önümüze
çıkıyor veyahut önümüzden kaçıp gidiyordunuz. Bizden niçin kaçıyordunuz?
Bize doğru niçin koşuyordunuz? Bizimle sizin aranızda müspet veya menfi bir
ilgi var mıydı ki, bizden kaçmak veya bize sokulmak ihtiyacını duyuyordunuz?

  Evet, aramızda bir bağ, bir ilgi yar mıydı? Siz benim için yerin
dibinden çıkmış müstehaseler ve biz sizin için başka bir küreden inmiş
mahluklar değil miydik? Sizin, altında barınacak bir tek damınız, başınızı
koyacak bir tek yastığınız yoktu. Biz ise o kadar büyük
arabalar içinde ve en yumuşak yataklardan daha yumuşak yastıklar üstünde
idik.  

  Biraz sonra siz, yangın külleri içinde kavrulmuş buğday ve arpa tanelerini
toplamaya ve onları iki taş arasında öğütüp yemeğe
giderken, biz, yolun ferahlı ve sulak bir yerinde duracaktık ve güneşten
daha parlak çatallarımızın ucuyla, ezilmiş etler, soğuk börekler ve taze
meyveler yiyecektik ve bunları yerken esmer harp ekmeğini biraz tatsız
bulacak ve geniş zamanların bize bahşettiği (daha mükemmel bolluğu)
hatırlayacaktık. Bilseniz, biz buna benzemez ne yemekler tattık, ne rahat
yerlerde oturduk, ne ferahlı saatler geçirdik...

  Dünyanın başka yerlerinde öyle memleketler vardır ki, düzenini periler
kurmuş sanılır. Bastığımz yere sanki kadifeler döşenmiş
gibidir; teneffüs ettiğiniz hava insanın başını döndüren bir kevserdir;
kadınları çiçekler ve çiçekleri kadınlar gibi kokar, orada herkes,
her dakika gülümser, her dakika, herkes için düğün bayramdır ve
her oturulan sofra sanki bir hükümdarın sofrasıdır. Geceleri, sizi
bekleyen yatak, kuş tüyündendir. Öyle ki vücudunuzu içine bıraktığınız
zaman kendinizi göklerde bir buluta yaslanmış sanırsınız ve
tavan, başınızın üstünde yıldızlı gecelerin kubbesinden daha süslüdür:
İşte, bu altımızda tepinen gururlu, çalımlı araba da oralardan
getirilmiş bir sürat ve rahat aletidir. Hayatı, oralardaki yaşayışa
göre anlayan vücudumuzun, sizin yaptığınız kağnı arabalarına binmeye
artık tahammülü yoktur; nasıl ki, bir defacık olsun sizin yediğiniz
ekmekten yiyemeyiz.

  Lakin, o sıralarda ki, arabamızın etrafını sarıyordunuz. Her
biriniz bir başka tavır, bir başka şive ile başınızdan geçen faciayı
anlatıyordunuz. Örtündüğünüz paçavralar arasından kuru ve esmer kollarınızı
uzatıyordunuz. Biriniz: İşte gavurun el uzattığı kız budur; ateşe kaktılardı,
ayakları kötürümdür, diye ah ediyordu.

  Bir diğeriniz de: Eyvah, eyvah neyim var neyim yok hepsini aldılar, mal,
davar, tohum, oğul, koca... hepsini... diye hıçkırıyordu
ve bir kadın: Dokuz çocukla bir harabenin içinde çırılçıplak kaldım;
ne yapacağım, ne diyeceğim? Aman Allahım, aman Allahım! diye
döğünüyordu. O vakit yemin ederim ki, sizden olmadığıma, sizi dinlemeğe
paçavralar içinde, yalınayak gelmediğime nedamet ediyordum. Gözyaşlarınız
arkasında bize karşı sezdiğim kin ve hınçtan korktuğum için değil, fakat
felaket ve sefalet karşısında sefahat ve rahat denilen şeylerin ne kadar
kaba, ne kadar adi olduğunu hissettiğim içindir ki, sizin aranıza karışmak,
sizin aranızda kaybolmak, kendimi sizinle beraber görmek istiyordum; o dakika
zannediyorum ki, hayatın en büyük zevki, neşesi ve en büyük şerefi sizin
gibi olmak ve sizin aranıza katılmaktır.

  O dakikada, Nasıralı Nebinin ruhundaki bütün esrar bana perde perde
beliriyordu; onun; cüzzamlıları neden öptüğünü, sefil ve serserilerle neden
düşüp kalktığını; neden toklar sofrasından kaçıp açlar çevresine
sığındığını, neden dilencilerle beraber gezindiğini ve meczupların
sohbetini neden akıllıların meclisine tercih ettiğini anlıyordum. O demişti
ki: Asıl mutlu açlardır, zira doyunacaklar. Asıl mutlu çıplaklardır, zira
giyinecekler. Asıl mutlu zulüm görenlerdir, zira adalete kavuşacaklar.

  Evet, buna inanınız! Biz ki tokuz, biz ki giyinmişiz; biz ki adalet
dağıtanlar arasındayız, ruhumuz bin türlü gamla doludur! Hiç
bilmediğiniz, görmediğiniz kederler, bizi, Eyyub'un etini kemiren
kurtlar gibi kemiriyor. Bu temiz, rahat ve yumuşak örtüler altında
şüphe, gurur, nahvet ve ihtiras denilen türlü türlü illetlerle şerha
şerha kanıyan bir derimiz var. Düşmanın hıncı, vahşeti sizin üstünüzden bir
kaza gibi gelip geçti; fakat biz o hıncı, o vahşeti ve o
düşmanı daima içimizde taşıyoruz. Durmadan yanıp, durmadan tutuşuyoruz;
durmadan yağmaya, talana, durmadan eza ve hakarete
maruzuz; her dakika doğrulup her dakika yıkılıyoruz.

  Ey, yanmış tarlası üstünde beyaz sakalını yolan ihtiyar; ey, evladının
mezar taşından başına yastık yapan ana; ey, geceleri, köpeklerle beraber
uluyan aç çocuk; ey, bekareti iğrenç bir yara halinde kanayan genç kız,
Allah cümlenizi bizim düştüğümüz dertten masun eylesin!

  İşte, Yaban, bu yazının yayımlanmasından on, on bir yıl sonra, aynı
yürek acısını daha geniş bir ölçüde ifade etmek için meydana geldi. Porsuk
Çayı kıyılarında geçirdiğim üç dört aylık kabusu, şuurum altı, on yıl
durmaksızın yaşamakta devam etmişti.

  Anlıyorsunuz ki, bu eser, benliğimin çok derinliklerinden, adeta
kendi kendine sökülüp koparak gelmiş bir şeydir. Bir şeydir, diyorum.
Zira, bu, ne bütün manasiyle bir roman, ne bütün manasiyle
bir sanat ve edebiyat işidir. Hele, politika denilen gündelik
davalarla hiçbir ilgisi yoktur.
  Yakup Kadri Karaosmanoğlu
***
  YABAN

  Sakarya savaşından sonra düşman orduları Haymana,
Mihalıççık ve Sivrihisar bölgelerini, bize; yer yer ateş yığınlarıyla
örtülü ıssız ve engin bir virane halinde bıraktı. O afetlerden arta kalmış
halkın, bu taş yığınları arasında, ilk insanlardan farkı yoktur. Bunlar,
yarı çıplak bir halde dolaşıyor; alevin kararttığı harman yerlerinde
toprağa, çamura karışmış yanık buğday ve mısır tanelerini iki taş arasında
ezerek öğütmeye çalışıyor; adı bilinmez otlardan, ağaç köklerinden
kendilerine bir nevi yiyecek çıkarıyor ve bir yabancının
ayak sesini duyunca her biri bir yana kaçıp bir kovuğa saklanıyordu.

  İşte, Garp Cephesi Kumandanlığının gönderdigi -Tetkiki Mezalim Heyeti- o
viranelerde, taşlar altında kömürleşmiş insan kemiklerini araştırırken, bu
kitabı teşkil eden yazıları, arasından yırtılmış ve kenarları yanmış bir
defter halinde buldu. Köylülerden bunun sahibinin ne olduğunu sordu.
Kimse, onun nereye gittiğini bilmiyordu. Bununla beraber,
onun iki üç yıl hep bu köyde oturduğunu ve son felaket gününe kadar
burada kaldığını söyleyen de kendileri idi.

  -Tetkiki Mezalim Heyeti- azasından biri bu kayıtsızlığa şaştı:

  -Nasıl olur! dedi, nasıl olur. İnsan yıllarca beraber yaşadığı bir
kimsenin nereye gittiğini, ne olduğunu bilmez mi?

  Köylüler, küskün bir tavırla omuzlarını kaldırıp uzaklaşıyorlardı.
Yalnız, içlerinden biri, yaşı belirsiz küçük ve sıska bir
adam, döndü:

  -Dee, sizin gibi yabanın biriydi, dedi.

  :::::::::::::

  Dünyadan elini eteğini çekmiş bir kimse için Anadolu'nun bu ücra köşesinden
daha uygun neresi bulunabilir? Ben, burada diri diri, bir mezara gömülmüş
gibiyim. Hiçbir intihar bu kadar şuurlu, bu kadar iradeli, bu kadar sürekli
ve çetin olmamıştır.

  Daha otuz beşimize basmadan her şeyin bittiğini, işin tamam olduğunu;
aşkın, arzunun, ümit ve ihtirasın artık bir daha uyanmamak üzere sönüp
gittiğini kendi kendimize itiraf etmek; kendi kendimize, bütün mutluluk ve
başarı kapılarının kapandığını söylemek ve gelip, burada bir ağaç gibi
yavaş yavaş kurumağa mahkum olmak. Böyle mi olacaktı?
Böyle mi sanmıştım? Lakin, işte böyle oldu ve böyle olması
lazımdı.

  Mehmet Ali, bana: Gel beyim, seni bizim köye götüreyim; buralarda, yalnız
başına sersebil olursun dediği vakit, bir Anadolu köyünün ne olduğunu
bilmiyor değildim.

  Mehmet Ali: Gel beyim, seni bizim köye götüreyim, dediği vakit, bu köyü,
kafamın içinde olduğu gibi görmüştüm.

  Hatta Mehmet Ali'nin evini, hatta bu odayı, hatta, bu delikten seyrettiğim
manzarayı... Zaten, Cihan Savaşında kolumu kaybetmezden önce bütün şiir
kabiliyetimi, bütün sade dilliliğimi kaybetmiş bulunuyordum. Korkunç, iğrenç
ve yalçın gerçek parmaklarının ucundaki kan ve alnının ortasındaki
çamurla! çoktan bana görünmüştü. Biliyordum ki, toprak
katı ve tabiat zalimdir ve insan cinsi bozuk bir hayvandan
başka bir şey değildir; biliyordum ki, insan hayanların en kötüsü, en
bayağısı ve en az sevimli olanıdır. Evet, bilhassa en
az sevimli olanıdır.

  Bunu, eşekler, mandalar, keçiler ve tavuklar arasında
yaşamağa başladığım günden beri daha iyi anlıyorum, daha
iyi görüyorum.

  Bu yaratıkların sadelikleri, samimiyetleri, içgüdülerindeki doğruluk ve
isabet bütün kusurlarını unutturuyor. İnsan içgüdüsü ise bozuktur. Onun için,
doğruyu eğriden, çirkini güzelden, faydalıyı faydasızdan ayırmasını bilmez
ve akıl denilen bir cehennem aletinin hükmü altında gülünç, kaba,
sersem ve patavatsız kıvranır durur. Gene onun için, hareketleri aksaktır,
sesi ahenksizdir, neşesi yavan ve iğretidir.

  Gördüm, gördüm. Medeni insanların hepsi benim önümde bir geçit alayı
yaptılar. Racine'lerin, Voltaire'lerin Fransızları; Bacon'ların, Shakespeare'lerin
İngilizleri; ve hünerli İtalyalılar ve yıldırım zaptetmişlerin çocukları hep,
kendilerine mahsus kılıkları, kıyafetleri, renkleri, konuşma ve
gülüşmeleriyle benim önümden geçtiler. Ne terbiye görmemiş,
ne galiz, ne iğrenç, ne çirkin bir goril sürüsü!..

  Bunlar yırtıcı ve barbar bile değildiler. Gasbettikleri şeylerle
avurtları şiştiği vakit ve kendi aralarında oynaşırken
bana, tarife sığmaz bir gönül bulantısı, bir ruhtan tırmalanır
duygusu, bir derin kasvet gelirdi.

  Kaç defa, elime bir sopa alıp, bunları önüme katarak
kendi ormanlarına doğru sürmek arzusunu duymuşumdur.
Fakat sağ kolum yoktu...

  Onun için değil midir ki, ben aralarında dolaşırken kaba
kaba sırıtırlardı ve sağ tarafımda bir boş torba gibi sallanan
yenimle oynamaya kalkışırlardı. Sonra, bu yeni, sallanıp
durmasın diye, ucundan bükerek cebime soktum. O gün bugündür, hala öyle
dolaşırım.

  Lakin, bu köyde de hiç kimse kolsuz olduğumun farkında
değil... Oysa, burada, isterdim ki, farkında olsunlar. Zira,
sağ kolumu, ben, onlar için kaybettim. İstanbul'da zilletim
olan şey burada şerefimdir. Hatta, ilk günler Mehmet Ali ile
köyde dolaşırken şuna buna rastgeldik mi, hemen sağ yanımı çevirirdim.
Hele, yeni yetişen delikanlılarla genç kızlara
ne yapıp yapıp mutlaka bu eksikliğimi hissettirmeye çabalardım. Bu, benim
son süsüm, son gösterişim, son çalımımdı.

  Beş on gün içinde o da gitti. Sağ kolumun yokluğu kimsenin
takdirini celbetmek şöyle dursun, hatta merhametini bile
uyandırmadı. Acaba niçin? Bunu sonradan anladım. Zira,
burada, sakatlık hemen herkese mahsus bir hal gibidir.
Mehmet Ali'nin anası enikonu topallıyor. Salih Ağa'nın
oğullarından biri kamburdur. Bekir Çavuş'un kızı Zehra kördür. Ben görmedim,
fakat Mehmet Ali'nin söylediğine göre muhtarın karısını, adı bilinmeyen bir
illet sekiz yıldan beri öyle bir evirip kıvırmış, o kadar karmakarışık bir
hale sokmuş ki, bacaklarını kollarından, kollarını bacaklarından
ayırmanın imkanı yokmuş. Bütün vücudunda canlı yalnız bir
yeri kalmış. O da gözleri imiş. Muhtar her gün bağırırmış:

  -Bari oldu olacak, şunları da kapayıversene.

  Bunlardan başka, köyün iki meczubu, bir cücesi vardır.
Şimdi, düşünün, bu illet ve sakatlık yuvasında ben nasıl
kendimi gösterebilirim?

  Gerçi, köye geldiğim ilk günden beri, daima, herkesten
ayrı bir durumdaydım. Gözle görünmez bir çember, bir nevi
karantina kordonu beni aralarına karışmak istediğim bu küçük insan
kümesinden ayırıp duruyor. Ne yapsam bu çemberi yaramıyorum. Zaten, korkunç
engin bir ıssızlıkla çepeçevre çevrilmiş bir köyün içinde benim etrafımı
ayrıca başka bir ıssızlık sarmış bulunuyor.

  Mehmet Ali olmasa hiç kimse benimle konuşmayacak,
benim yanıma yaklaşmaktan çekinecek; bana köyün sokaklarında dikili bir
korkuluk gibi bakacak. İlk günler çocuklar
benden ürküp kaçışmıyorlar mıydı? Köpekler arkamdan havlamıyorlar mıydı?
Oysa, ben ne acayip, ne korkunçtum. Bilakis... Ve buraya yabancılardan kaçıp
geldim; yabancının cevrinden kaçıp geldim. Ta ki, kendi kanımdan, kendi
canımdan bu küçük insan cemiyetinin içine karışayım, onunla haşır
neşir olayım, onda kimsesizliğimi unutayım diye... Yolda,
Mehmet Ali'ye durup durup şu sözleri tekrar ediyordum:

  Anan, benim anam; kardeşlerin benim kardeşlerim olacak. Bunu iyi bil. Ve
Mehmet Ali hiç cevap vermeksizin yağız erkek çehresinin ortasındaki o çocuk
tebessümü ile gülümsüyordu.

  O vakitten, bunun ne kadar imkansız olduğunu düşündüğü için midir ki, öyle
susup gülümsüyordu? Kimbilir, kimbilir... Türk köylüsünün ruhu, durgun ve
derin bir sudur.

  Bunun dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı, balçık yığını mı,
bir yumuşak kum tabakası mı? Keşfetmek mümkün değildir.
Onlara hitap ettiğim vakit hiçbir şey anlamaz gibi bön
bön yüzüme bakarlar. Sonra kendi aralarında bir şeyler mırıldanırlar.
Hissederim ki sözlerimi anlamışlar, fakat, tasvip
etmemişlerdir. Bazen bıyık altından bana güldüklerini de sezerim.

  Buraya gelişimin ilk haftaları, etrafıma yalnız korku ve
kuşku veriyordum. Beni, hükümet tarafından gönderilmiş
herhangi bir memur, bir tahsildar, bir öşürcü, bir jandarma,
yoksa bir askerlik şubesi başkanı mı sandılar bilmem; fakat,
hepsinin yüzünde korku ve kuşku belirtilerini açıkça görmüştüm.

  Sonradan benim ne o, ne de şu olmadığım, benim bir hiçten ibaret olduğum
anlaşılınca irkinti ile buruşan alınlar yerine hayretle açılan gözler ve
sinsi bir istihza ile bükülen dudaklar görmeğe başladım. Bana bakarken
herbirinin gözlerinde parlayıp sönen, sönüp parlayan bir acayip ışık damlası
beliriyordu. Şüphesiz, kökleri benim erişemeyeceğim derecede uzaklarda bir
nevi gizli ve şeytani zekanın bir sızıntısı olan bu ışık kadar beni rahatsız
eden bir şey hatırlamıyorum. O beni her yerde, her dakika izliyor, tek
kurtuluş deliğim olan odama kadar sokuluyor; yıkanırken, giyinirken, soyunurken
veya traş olurken bir an yakamı bırakmıyor.

  En basit, en sade, en tabii hareketlerim onlara, bir sirk
ortasında, bir soytarının taklak atışları, sıçrayışları, yuvarlanışları
kadar tuhaf geliyor.

  Mehmet Ali'ye soruyordum:

  -Niçin her şeyim senin hemşerilerinin bu kadar tuhafına gidiyor?

  Mehmet Ali önce inkar etmek istiyordu; sonra kendini
tutamıyor; baklaları, birer nasihat halinde, ağzından çıkarıyordu:

  -Beyim her gün traş olmayıver.

  -Beyim, bu dağın başında sabah akşam dişlerini fırçalamak neyine gerek.

  -Beyim, bizde saçlarını kadınlar tarar.

  -Beyim, geceleri, sabahlara dek mırıl mırıl ne okuyup
duruyorsun? Seni büyü yapar sanırlar.

  Geceleri sabahlara kadar okumayayım da ne yapayım?
Ben, el ayak çekildikten sonra odamın kapısını sürmeleyip
kitaplarımla başbaşa kalmak saatini dört gözle beklerim.
Çünkü, bu ömrümün bütün hazin sergüzeştini ve yaşadığım
anın ağır sıkıntısını unuttuğum tek saattir. O vakit, bu çıplak ve
yalçın oda, gerçek dünyadan daha geniş, daha ferahlı
bir alemin munis, sevimli ve her biri sihir ve füsunla yoğrulmuş
mahlukları ile dolmağa başlar.

  Kendileri çekildikten sonra kokuları havada kalan dilber
ve nadide kadınlar, sesleri bir ana sesinden daha yakın, daha dokunaklı
arkadaşlar, nur çehreli ihtiyarlar, coşkun suya
benzeyen berrak gözlü, Dante'nin Beatrice'i, Petrarka'nın
Leonora'sı, Romeo'lar, Julietta'lar ve daha birçok tatlı hayaller... Kimi
yatağının üstünde yanyana, kimi bir küçük çocuk
gibi benim kucağımda, kimi bir iskemlede tek başına, kimi
ayakta, kimi pencerenin kenarında dirseğine dayanmış; kimi
odanın içinde bir aşağı beş yukarı dolaşarak benimle sabahı
ederler; ve sabaha kadar, havada kutsal bir orkestranın yankıları
dalgalanır ve yaradanlarla yaratıkların elele verip hep
birarada raksettikleri sezilir.

  :::::::::::::

  Buraya, bir akşamüstü, alacakaranlıkta geldikti. Mehmet Ali arabanın
içinden kolunu dışarıya uzatıp:

  -Aha bizim köy...
diye bagırdığı vakit, bir süre, boş yere etrafı araştırdım, hiçbir şey
görmedimdi. Neden sonra, Mehmet Ali'nin işaret ettiği tarafta bir karaltı
seçer gibi olmuştum. Tek bir ışık yoktu.
Yalnız uzaktan uzağa köpekler havlıyordu. Bu sesler, ıssız
Anadolu ovalarının ortasında, tek yaşantı belirtisidir. Biraz
daha sonra saman ve tezek kokularını duyacaktım. İşte, duymağa başlamıştım.

  Mehmet Ali, artık benimle konuşmuyor. Yarı belinden
öte, arabadan sarkmış, köye doğru uzanıyor. Sakın köye girdikten sonra beni
büsbütün unutmasın! Şimdiden, içimde ona karşı bir güceniklik peyda oluyor.
Onu, köyünden kıskanır gibi idim. Daha doğrusu, dört yıllık bir ayrılıktan
sonra köyüne kavuşan bu erin yanında kendimi fazla buluyordum.
Buraya ne yapmaya geldim? Kendi kendimi gurbet iline sürmekten maksadım nedir?

  Gurbet ili mi? Henüz hiçbir düşman ayağının basmadığı
bu arı vatan toprakları bir gurbet ili mi? Ne kadar inkar edecek olsam gene
bu hissimi saklayamayacağım: Mehmet Ali'nin köyüne yaklaştıkça bir şeyden,
aziz bir şeyden ayrıldığımı sezinliyordum. Yüreğime bir ağırlık çöküyordu.

  Arkamda ne bırakmıştım ki böyle hüzünleniyordum? Bir
yurt mu? Bir ana mı? Bir sevgili mi? Hayır, hiçbir şey, hiç
kimse.

  Bütün kaybettiğim şeyleri burada bulmağa geliyorum.
Araba, bir taşa çarpmış gibi sarsılarak durdu. Mehmet
Ali bana hiçbir söz söylemeden, aşağıya atladı. Karanlık içinde kaybolup
gitti. Ben, bu dakikadan itibaren iradesi başkalarının iradesine tabi bir
adamdım. Arabanın içinde büzülmüş oturuyordum. Bavullarımın, çantalarımın
arasında, ben de bir bavul, bir çanta gibiydim. Arabacıya: Geldik mi? diye
sormağa cesaret edemiyordum. Lakin o bana sordu:

  -Nereye gideceğiz?

  -Bilmem. Arkadaşımı bekleyelim.

  Nihayet, Mehmet Ali geldi. Yanında, bir metre yirmi santim boyunda bir
gölge ile. Mehmet Ali ve bu gölge arabanın içine doğru uzanıyorlar.
Sessizce, eşyaları birer birer indirmeğe koyuluyorlar. Ben de bunlarla
beraber, aynı sessizlik içinde yere iniyorum.

  Mehmet Ali, beni buraya getirdiğine şimdiden pişman
mı? Acaba evde anasıyla kardeşleri onun bir konukla geldiğini haber alır
almaz kendisine çıkıştılar mı? Eşyamın arkasından acayip bir sıkılganlıkla
yürüyorum. Ayaklarım kah bir çukura giriyor, kah bir taşa çarpıyor. Kah
karpuz kavun kabuklarını andıran birtakım zıypak şeyler üzerinde kayıyor.
Ve köy, bataklıkta bir uyuz manda gibi kokuyor.

  Mehmet Ali:

  -Gir beyim...
diye seslendiği vakit, nihayet ameliyat masasının başına getirilen
bir hasta gibi teslimiyetle eğildim, bir delikten içeriye
girdim. Tabanı kaba bir hasırla örtülü bir oda; kenarda bir
ihtiyar kadın, elinde bir fenerl'e duruyor. Mehmet Ali:

  -Beyim, hele şuraya bir otur, dedi ve bana, odanın köşesinde bir şilte
gösterdi. Kapıdan girdiğim zamanki teslimiyetle şiltenin üzerine çöktüm.
Kadın feneri yere koyup çekildi. Yarı aydınlık içinde, gölgesi tavana vuran
Mehmet Ali'nin yüzüne bakıyorum. Memnun mu? Canı sıkılmış gibi mi? Hayır,
ne o, ne bu... Mehmet Ali, sadece dalgındı.

  Demin, kendisiyle beraber eşyaları taşıyan küçük adam,
on, on bir yaşlarında bir erkek çocuğu, şimdi odanın ortasında durmuş
dikkatli dikkatli bana bakıyor. Mehmet Ali, bavullarımı sıra sıra duvarın
dibine koydu ve sonra dışarıya çıktı. Çocuk, aynı noktadan gene bana bakıyor. Bu; çocuktan
ziyade bir cüceye benziyor. Bakışlarının bir büyük adam bakışlarından farklı
olmaması şöyle dursun, yüzü şimdiden yıpranmış, vücudu katılaşmış,
hareketleri ağırlaşmıştı.

  Soruyorum:

  -Sen Mehmet Ali'nin kardeşi misin?

  Başıyla, Evet işareti yapıyor.

  -Kaç yaşındasın sen bakayım?

  -On dört.

  -Adın ne?

  -İsmail.

  -Okula gidiyor musun?

  Yarı öfke, yarı hayretle omuzlarını kaldırıyor:

  -Ne okulu be. Ben okula gideyim de burada işe kim baksın? Hem bu köyde
okul yok. Dee, imamın evinde okurlar.

  Gene gözlerini yüzüme dikip durdu. Fenerin yerden vuran aydınlığı, ona
acayip bir şekil veriyor. Bostan korkuluklarının en biçimsizine benziyor.
Onu yerinden kımıldatmak için devam ediyorum.

  -Haydi bakalım, bana yardım et. Şu eşyaları açalım.

  Mehmet Ali'nin bana verilen odasında yerleşmem epeyce
uzun sürdü. Bu, ovaya bakan iki küçük pencereli, kavak
ağaçlarıyla tutturulmuş tavanından kuru otlar sarkan, tabanı
toprak bir hücredir. Önce yatak takımını ve seyyar karyolamı saran iki
harar beziyle bu tavanı örtmek, sonra şehirden getirdiğim tahta ve
muşambalarla bu toprak zemini kaplamak, döşemek lazım geldi. Ceviz kitap
sandığımı bir masa haline soktum, kapağından da bir nevi raf yaptım.
Yatağım, İstanbul'da ne ise, gene odur. Zira, savaşlardan beri seyyar
karyolamı hiç bırakmadım. O, benim vücudumun bir parçası
oldu. Daha rahat bir yatakta asla uyuyamıyorum.

  Köylülük hayatımın bir türlü katlanamadığım ve hala
halledemediğim en zor tarafı temizlik sorunudur... Burada
suyu bulmak için her gün ta çaya kadar gitmek gerekiyor.
Çayın suyu ise bir akar balçıktır.

  Gerçi köyün içinde su yok değildir. Fakat, gerek kuyunun, gerek çeşmenin
başı, her gün sabahtan akşama kadar doludur. Apdest alan ihtiyarlar,
evlerine su taşıyan kadınlar, kızlar ve akla sığmayacak derecede pis
oyunlarla oynayan çocuklar hep oradadır. Bazı, çaya kadar gitmekten üşenen
kadınların da çamaşırlarını çeşmenin yalağında yıkadıkları olur.

  Hasat mevsimlerinden sonra haftalarca her nevi hububat
aynı yalakta yıkanıp ayıklanır. Hatta çok kere, yenilecek
şeylerin; çocuk bezleri, kirli don ve gömleklerle bir arada çalkalandığı
da olur. Bu pisliği onlara anlatmak bir türlü mümkün değildir.

  Bu gibi iddialarımı yalnız Mehmet Ali tasdik eder görünür. Lakin, pisliğin
köylülükten o kadar ayrılmaz bir vasıf olduğuna kanidir ki, bununla
uğraşmaya hiç istek göstermez.

  Zaten, buraya geldiğimiz günden beri, Mehmet Ali, benim hükmümden büsbütün
sıyrılmış, tamamıyla asker olmazdan önceki haline dönmüştür.

  Dünkü neferimin hüviyetinde müşahade ettiğim bu geriye doğru gelişme, ilk
zamanlar, beni çok hayrete düşürüyordu. Sonra, ben de, yavaş yavaş
köylüleşmeye başlayınca, bu olayı, çevrenin kişi üzerindeki etkisine
vermekte güçlük çekmedim.

  Talim, terbiye, iyi örnek, bunların hepsi geçici şeylerdir.
Ve çevre değiştirmedikçe, insanın değişmesine imkan yoktur. Bu küçük
mülaliazadan, Türkiye'deki yenilik ve garpçılık hareketlerinin, neden
başarısızlığa uğradığı sorununa kadar çıkabiliriz.

  Fakat ben, buraya yalnız düşman zulmünden masun kalmağa gelmedim. Kendi
kafamın cevrinden kurtulmak için de geldim.

  Düşünmek; insanların, mağara devrindeki gibi henüz
birtakım toprak ve taş kovukları içinde yaşadığı ve hayvanlarla haşır neşir
olduğu bu yerde düşünmek, bana bir ayıp gibi geliyor.

  Bazı, köylülerle konuşurken soyut bir fikrin ortasında dilim tutulup
kalıveriyorum.

  Bir gün, bir öğle üstü idi. Kahvenin çardağı altında oturuyorduk. Bizim
Mehmet Ali, Bekir Çavuş, Salih Ağa ve Muhtar, hep orada idiler. Bahis, harp
üzerine ve onun akıbetlerine dairdi. Onlara İstanbul'un dört devletin
askeri işgali altında olduğunu, İzmir'in ta Bursa'ya kadar Yunanlılar
tarafından istila edildiğini, Adana'dan henüz Fransızların el
çekmediğini, Urfa'da, Antep'te kanlı olaylar cereyan etmekte
olduğunu haber veriyor ve her birinin yüzüne ayrı bir dikkatle bakıyordum.
Hiçbirinde ne hayret, ne dehşet, ne de alelade bir alaka izine tesadüf
etmedim. Ateşin içinden henüz çıkmış olan Mehmet Ali bile artık bunları
geçmiş zamana ait bir masal gibi dinliyordu.

  Dedim ki: İşte Mehmet Ali bilir; İstanbul'da ne padişahın, ne devletin, ne
hükümetin beş paralık itibarı kaldı. Yüzbaşı rütbesinde yabancı subaylar,
sadrazamlara emir veriyor. Padişaha, filan adamı filan yere tayin et, filanı
filan yerden kaldır, diye akıl öğretiyor. Dinlemezse, kamçısını sallayarak
Mabeyin kapısına dayanıyor. Ahaliye ise, yapılmadık
cevir kalmadı. Memleketin büyüklerini, akıllı adamları alıp
Malta adasına sürdüler. Kimseye ağız açtırıp söz söyletmiyorlar. Herkesi,
olur olmaz sebeplerden haraca kesiyorlar.

  Şundan, tavuğu baş aşağı tuttun diye beş lira, bundan, tramvayda yüksek
sesle konuştun, diye on lira alıyorlar.

  Gene yüzlerine bakıyorum. Bu işleri, tuhaf bile bulmuyorlar. Sonra
hislerine dokunmak istiyorum. Diyorum ki:

  -Bunların tecavüzünden ne karılarımızın ırzı, ne çocuklarımızın canı, ne
din, ne iman, hiçbir şeyimiz kurtulamadı.

  Hepsine el uzatıyorlar. Ve bunları izah eden vakalar anlatıyordum. Tam bu
sırada bir de baktım ki, muhtar uyukluyor.

  Mehmet Ali elindeki çakı ile bir söğüt dalını yontuyor. Salih
Ağa, ta uzakta, yamaçta, otlayan davarlarını gözetliyor. Yalnız, Bekir Çavuş
biraz dikkat eder gibi göründü:

  -Efendi, tekrar savaş olacak mı? dedi.

  -Olmaktadır; dedim. İşitmediniz mi? Mustafa Kemal isminde bir büyük adam,
bir büyük kumandan, İstanbul'dan çıktı, Anadolu'ya geçti. Erzurum'da,
Sivas'ta, milleti başına topladı. -Hükümet, devlet görevini yapmıyor. Biz kendi
kendimizi koruyacağız. Düşmana karşı koyacağız dedi. Şimdi,
onun adamları taraf taraf Yunanlılarla, Fransızlarla döğüşüyor. Hepsi öyle
kahraman kişiler ki...

  Ve destani kıssalarla onları heyecana getirmeğe çalıştım.
Çanakkale'de bulunmuş olan Mehmet Ali, Mustafa Kemal
adını hatırlıyor. Ona göz ucuyla baktım. Başını yonttuğu söğüt dalından
kaldırdı. Benden tarafa döndü:

  -Beyim, Allah vere de, bizi tekrar askere almasalar, dedi.

  Bu, benim köydeki en hüzünlü günüm oldu.

  :::::::::::::

  Salih Ağa, köyün zengin adamlarından biridir. Lakin, kılık kıyafet
itibarıyla bir dilenciden hiç farkı yoktur. Kışın en
soğuk günlerinde bile, onun çorap giydiğini hatırlamıyorum.
Ökçesi basık pabucunun içinde, kara ve çatlak topuklu ayakları, ellerinden
ziyade ortadadır. Denilebilir ki, rüşeymi ve yeraltı kişiliğinin bütün
ifadesi bu ayaklarda toplanmıştır.

  Rahat mıdır? Sinirli midir? Bir arazi meselesinde, köylülerden birine, bir
oyun oynamak üzere midir? Bir işte kazanmış mıdır? Kaybı mı vardır? Sizin
hakkınızda ne düşünüyor?

  Bunları anlamak için hemen ayaklarına bakınız.
Eğer bunlardan birinin başparmağı oğulmakta ise Salih
Ağanın canı bir şeye sıkılmış demektir. Eğer bunlardan biri
ayakkabıyı, parmaklarının ucunda hafif hafıf oynatmakta
ise, biliniz ki, keyfi yerindedir. Çıplak tabanlarını sizin yüzünüze
doğru uzatıyor ve hareketsiz duruyorsa, emin olunuz
ki, yeni gasbettiği bir lokmanın hazım devresini geçirmektedir. Fakat, sizin
hakkınızda bir fesat kurmakla meşgulse, bu ayaklar, iki büklüm, onun altında
saklıdır. Sinsi sinsi, bir ava doğru yaklaşan tilkinin adım atışlarını hiç
görmedinizse, Salih Ağanın yürüyüşüne bakınız.

  Salih Ağa, bütün köy halkını öyle sihir ve nüfuzu altına
almıştır ki, dört yıldan beri, hep benim emrimle hareket etmeğe alışmış
olan Mehmet Ali bile, köye geldikten sonra, iktisadi durumumu tayin için
bana, bir kere gidip Salih Ağaya danışmamı tavsiye etti.

  -Beyim, akıllı adamdır. Ne edeceğini sana o bildirir, dedi.

  Lakin ben ona danışmaktansa hiçbir şey yapmamayı ve
hazır paradan yemeği tercih ediyorum.

  İstanbul'da babamdan kalan evi sattığım vakit, bunun
parasıyla, gene Anadolu köylerinden birinde, bir bostan ortasında bir küçük
ev almayı tasarlıyordum. O bostan, gelirimi temin edecek, bu evceğizde de
ömnümün son yıllarını yaşayacaktım. Lakin, bu köyde, bostana elverişli
hiçbir yer görmüyordum. Gerçi Porsuk Çayı, ta yanıbaşımızdan geçiyor. Ama,
bunun suyundan istifade etmek için, enikonu bir kanalizasyon ameliyesine
ihtiyaç görülüyor. Bu kıyısındaki sazlık ve bataklık toprağı kadar masraf ve
emeğe bağlı iş. Zaten köy içinde, bostancılıktan anlar tek adam yoktur.

  Oysa ben, Batı Anadolu'da ne güzel, ne yeşil bostanlar
görmüştüm. Ortalarında bir dolaplı kuyu vardı. Gözleri bağlı
bir hayvan, durmadan bu dolabı çevirir. Ortadaki çıkrık, kah
bir çocuk gülmesine, kah bir kadın hıçkırığına benzer sesler
çıkarır. Sıra sıra demir kovalardan sular boşanır, dolar. Vakit, bir yaz
akşamıdır. Kavak ağaçlarında Agustos böceklerinin sesi, henüz dinmemiştir.
Kuyunun dört bir tarafından, düz, uzun, küçük toprak kanallar, serin ve
berrak suyu sarışın marul tarlalarına doğru götürür.

  Elinde ufak bir çapa ile, bir adam, bu kanalların çizdiği
geniş dörtgenler arasında, güya, bir tabiat mezhebinin ibadetini yapıyormuş
gibi yavaşça egilip kalkar, durur, çömelir.

  Ve siz, bir asma çardağının altında, bu alemin rehavetli bir
seyircisisinizdir. Hava da sulanmış toprak kokuyordur.

  İşte, son zamanlar, bu benim biricik hülyamdı.

  :::::::::::::
 
  Burada ise, yalnız gerçek; çıplak, çirkin, kaba, yalçın gerçek!.. Boz
toprak dalgaları, alabildiğine uzuyor. Yeknesak
ovayı ikiye bölen Porsuk Çayı şiddetli bir zelzelenin açtığı bir
uzun, bir yılankavi yarık gibidir. Hiç suyu görünmez. Ta yanına gittiğiniz
zamanda bile, o suyun cana can katan serinliğini ve rengini bulamazsınız.
Boz topraklar orada çürümüş ve pıhtılaşmış sanılır. Elinizi bir soksanız
günün hangi saatinde ve hangi mevsiminde olursa olsun bir cerahat gibi
ılıktır.

  Ve tepeler... Ve tepeler, birer urdur. Ve bütün ufkun çerçevelediği alem,
ancak, bu ıstırap manzarası ile canlı görünür.

  Boş ve lüzumsuz feza içinde; hiçbir kuşun geçtiğini görmedim.
Allah insanları intihaba davet için, o büyük Tufan cezasını tertip zahmetine
katlanmamalı idi. Nuh'un ümmetini, böyle bir toprak üstünde bu çıplak
tepelerle çevrilmiş yere bırakmalı idi.

  Her akşamüstü sanıyorum ki, artık dünyanın sonu gelmiştir. Üzerinde
yaşadığım bu toprak, ya içindeki gizli dert ile şişip çatlayacak, ya da, bir
dehşetli gürültü ile yerin dibine doğru çöküp gidecektir.

  Onun içindir ki, her sabah, gözlerimi açar açmaz, derin
bir hayal kırıklığına uğrarım. -Niçin, beklediğim tabii olay
vuku bulmadı? derim. Ve damlardan çıkan bütün hayvanlar, benimle beraber bu
işe hayrettedirler.

  Demek bir gün daha? Ve, ne gün!..

  Emeti ninenin yetimi, davarı önüne katmış her adımda,
bir ihtiyar adam gibi öksüre öksüre sırtlan tırmanıyordur.
Kara mandalar, bir filden daha buruşuk, daha uyuz, iri, çapaklı gözlerini
devirerek, etrafta yiyecek bir şey aramaktadır. Köyün mezbelesinde, köpek
enikleriyle insan yavruları birbirine karışmış, oynaşıyorlar. Kah küçük
çocuklardan biri, süprüntülerin arasından kemirecek bir şey bulup çıkarır.
Köpek, üzerine hücum eder, kah köpeğin ön ayakları arasındaki bir lokmaya
çocuk saldırır. Bazen de, iki taraf arasında paylaşılamayan bir karpuz veya
kavun kabuğunu, bir mandanın sömürdüğü görülür.

  İşe gitmeyen eşekler, açlıktan ve sıkıntıdan, akşama kadar, acı acı
anırırlar. Ah, bu eşek anırışları! Dünyada bundan yanık, bundan elemli bir
ses daha bilir misiniz? Sustukları vakit de, tavırları, bu feryatlardan daha
az hazin değildir. Kara, derin ve kadifemsi gözlerinde bir gam uzun ve güzel
kulaklarında bir titrek duygu ve kafalarında derin düşünceler taşıyan
hakimlerin şirin vakarı vardır.

  Ben, bu hayvanları çok severim. Bu çirkin, galiz tabiat
ortasında tatlı ve cana yakın yalnız onlardır.

  Mehmet Ali'lerin bir boz eşeği var. Bütün evin işini gören
odur. Büyük şehirlerde, Frenklerin bonne a tout faire dedikleri hizmetçi
kadının görevlerini o yapar. Yalnız, yemek pişirmesini bilmez. Çamaşır
yıkamaz ve ütü ütülemez. Zaten bu işten iki tanesi pek seyrek yapılan, bir
tanesi de hiç yapılmayan şeylerdir.

  Her ayda, iki üç defa kah Mehmet Ali'yi, kah anasını,
kah kardeşini kasabaya götürüp getiren de bu eşektir.
Mehmet Ali'nin anası, evde yaptığı bütün iyi şeyleri, yemez, içmez, hiç
kimseye tattırmaz, alır kasabaya götürür.

  Ben geldiğim günden beri gerçi, bunların bir miktarını evde
alıkoyabiliyoruz. Ben yağı olsun, yoğurdu olsun, peyniri veya
sucuğu olsun, kasabadaki fiyatının iki mislini verip almağa
muvaffak olabiliyorum. Bu suretle de kadın gene memnun
görünmüyor. Mırıldanıyor. Çünkü, onca, paranın bereketlisi,
pazarda kazanılandır. Onun için, çok zaman hiç kimseye haber vermeden,
sabahleyin, şafakla beraber sıvışır. Zaten, yol uzundur. Köylülere
sorarsanız, De-e, şuracıkta, derler, amma köylülerin de-e, şuracıkta'sını
ben bilirim. En kısa de-e, beş altı saat sürer.

  Bunlarda zaman kavramıyla mesafe kavramından niçin eser yoktur?
Gün geçtikçe, bu sorunun karşılığını, kendi kendime buluyorum. Çünkü; bende
de, buraya geldiğim günden beri, zaman kavramı hayli zayıflamıştır. İlk
aylar, günlerin adını unutuyordum. Şimdi, ayları birbirine karıştırıyorum ve
yalnız mevsimlerin değiştiğini hissediyorum.

  Kaç yaşımda olduğumu ve arkamda bıraktığım geçmişi
unuttuğum gün, kimbilir, ne kadar rahat edeceğim! Lakin,
bu hale vardığım vakit de, gene bu engin ve kurak ovaların
korkunç genişliğini hissetmekten kurtulamayacağım. Bu his
her an yüreğimi burkuyor, başımı döndürüyor ve irademi
hurdahaş ediyor.

  Lakin, bu köy, bir çöl ortasında, bir konak kadar bile yüreğime güven
vermiyor. Bir konak, mesafe içinde bir hareketi gösterir. Bugün, burada
iseniz, yarın bir vahanın kenarına erişeceksiniz. Öbür gün, bir büyük nehrin
suları sizi karşılayacaktır. Oysa, Orta Anadolu'da bir köy donmuş bir
konaktır. Burada, mesafe sizi yutmuştur. Siz, mesafe içinde, dehşetten
donmuşsunuzdur.

  Gerçekten, bir eski Hitit harabesine benzeyen bu köyde,
insanların, toprak altından henüz çıkarılmış kırık dökük
heykellerden farkı ne?

  Arasıra, Bekir Çavuş'la, onun gezip gördüğü yerlerden
bahsederiz. Bekir Çavuş, çok yer gezip görmüş olmakla övünür. Onca,
hemşerilerinin bu kadar geri kalmalarının sebebi, kendisi gibi gezip
görmemiş olmalarıdır.

  -Ah, beyim, bir düşün. Yirmi üç yıl askerlik bu. Ne Urumeli kaldı, ne Şam,
ne Girit...

  Ve sırasıyla, bütün bulunduğu yerleri sayar. Ona göre
dünya, bir uzun şerit gibidir. Bu köyden başlar, bu köyde biter. Ve bu şerit
üstünde şehirler, ülkeler, kıtalar, adalar, sıra sıra, birer yol menzilini
gösteren noktalardır.

  -Girit'te, der, ben, sabun yapılırken gördüm. Zeytini,
böyle bizim gibi dibekte dövmüyorlar. Fabrikaları var: Bir
yandan zeytin koyarsın, öbür yandan yağ çıkar. Çekirdekleri
bir yana, çöpü, posası bir yana gider. Buz gibi zeytinyağı.
Aha, tıpkı İstanbul suyu gibi. Sabuna gelince...

  -Şam mı? Hey Allahım, hey... Orayı gördükten sonra
ben, gayri dünyanın hiçbir tarafına metelik vermem. Bir su,
bir yeşillik. Tıpkı bizim imamın anlattığı Cennete benziyor.
İnan olsun, beyim tam sekiz türlü yemiş saydım. Bir karpuzu var.
Halebinkiler gibi bal. Hele Tulkerim karpuzu, beş kişi bir araya gelse
yerinden kaldıramaz.

  Bekir Çavuş'un başka memleketlere dair, bu basit hikayeleri muhayyilemi
tatlı tatlı okşamaktan geri kalmaz. Beni, şu bulunduğum yerden alıp götüren
her söz, her hikaye, her resim bana, adeta bir bedii heyecan veriyor.
Bir gün, Bekir Çavuş, bana bilmem nerenin suyundan,
yemişinden bahsederken, sordum.

  -Ya kadınlar?..

  Elli yaşında adam utangaç bir çocuk gibi önüne baktı.
Geniş ve sürekli bir gülümseme ile sırıttı.

  Bu vak'a, köye gelişimin yedinci veya sekizinci ayında mı
ne oldu. Bu vak'a, diyorum. Zira, dilimin ucuna, farkına varmaksızın,
birdenbire gelen bu soru, bana, his hayatımın şayanı dikkat bir merhalesine
geldiğimi ispat etti.

  Bu çorak yerlerde, derimi kavuran ateş, yavaş yavaş içimi sarıyor, gönlümü
kavurmağa başlıyor. Ben, yalnız sudan, gölgeden ve yeşillikten yoksun
değilim. Buraya geldiğim günden beri, kadın veya kız denilmeğe layık tek bir
yaratık dahi görmedim. Oysa, ben, Mehmet Ali'nin düğününde de bulundum.

  Mehmet Ali, buraya geldiğimizin ikinci ayı civar köylerin
birinden bir kız aldı. Bu, onun üçüncü evlenmesi olmakla beraber, kendisine,
bir yeni güveye yapılan şeylerin hepsi yapıldı.

  Ah, ne ağır, ne sıkıntılı ve ne kadar kaba idi bu düğün!
Mutlaka, Avrupa'da, bir cenaze alayı bundan daha ferahlıdır. Üç gün, üç gece
süren bu tören esnasında, bana en acıklı görünen insan, Mehmet Ali'nin
bizzat kendi oldu. Çünkü o, güveylik sıfatını takındığı günden itibaren,
artık hiçbir işe yaramaz bir şey gibi oldu. Bir köşede oturmağa ve
başkalarının geliş gidişlerini, oynayışlarını, yiyip içişlerini, giyinip
kuşanışlarını kenardan seyretmeğe mahkumdu. Garibi şu ki,
gelin de ortada yoktu.

  Her gün, sabah olunca, köyün ihtiyarları ve ileri gelenleriyle beraber bir
duvarın dibine oturuyoruz. Delikanlılarla genç kızlar ve bunlar arasında
kırkını geçmişler, çoğunlukta idiler. Ve hepsi birden, erkeği az dişisi çok
bir küçük insan kümesinden ibaretti. Birbirinden ayrı halkalar halinde girip
karşılıklı raksediyorlar, eğleniyorlar. Bu rakıslar, sürekli
zıplamalardan ve sağa sola gidip gelmelerden husule gelen,
yeknesak ve ağır birtakım danslardır.

  Çatlak bir zurna ve bir davulla arap kabağı arası bir darbuka, havayı
çatır-çatır çatlatıyor.

  Ben, duvarın dibinde gülümsemeğe, memnun ve ilgili görünmeye çalışıyordum.
Elinde mızrak yerine değnekler ve kalkan yerine birtakım tahta parçalarıyla
eski hamasi rakıslar taklit eden bir adama, arasıra, bir lira atıyorum. Her
atışımda itibarım bir parça daha artıyor... Adeta, oynayanların
hepsine birden yeni bir şevk geliyor.

  İşte, köy kadınlarının, köy kızlarının hepsi gözümün
önündedir ve hepsi de yeni, süslü düğünlük esvaplarını giymişlerdir. Dizi
dizi altınları başlıklarının etrafında kırk zil parçaları gibi birbirine
çarpıyor. Çoğu biçimsiz, bücür, yusyuvarlak veya lüzumundan fazla iri
olmakla beraber aralarında kat kat kumaş yığınlarına rağmen, insana narin,
körpe ve tombul hissini veren vücutlar da yok değil. Fakat, bunların
ellerine, ayaklarına bakılınca o hafif tatlı his hemen dağılıveriyor.

  Bu düğün esnasında bana en çok ıstırap veren şey, ziyaretler oldu. İçleri
isim veremeyeceğim birtakım karışık yemeklerle dolu lengerler getirilip
ortaya kondu mu ne yapacağımı bilmiyordum. Bir kadın, eteğinin içinde
ekmekleri daha doğrusu yaş yufkaları- getiriyor. Her birimizin önüne
bir topak atıyor ve eller hep birden lengerlerin içine dalıyor.

  Bunlar arasında bazen Mehmet Ali'nin güveylik kınalı elleri
de vardır.

  İçimden: Mutlaka bütün bunlara alışmalıyım diyordum. Fakat, Mehmet Ali'nin
evlenme töreni bütün gayretimi kırar gibi oldu.

  Nihayet, gelin bir hamam bohçası gibi cansız ve şahsiyetsiz, evden içeri
sokuldu.

  Kuşlar nasıl sevişir? Kediler nasıl sevişir? Biliyorum. Lakin, bu köy
halkının nasıl seviştiklerini tahmin edemiyorum.

  Bizim gibi, gözgöze bakışırlar mı? El ele tutuşurlar mı? Dudak dudağa
gelirler mi? Okşayışları nasıldır? Kalbin, bir süt çanağı gibi kabarıp
taştığı dakikada, ağızlarından çıkan sesin anlamı ve ahengi nedir?
Mehmet Ali'nin evlenmesinden sonra, bu benim için bir
düşünce konusu oldu.

  Anadolu'da, köylü kadını şuhluktan, naz ve işveden o kadar yoksundur ki,
onların hangi biriyle, böğür böğüre, koyun koyuna yatsam, vücudumun hiçbir
şey duymayacağını tahmin ediyorum. İhtimal ki, çok da fena kokarlar.
Kendileri hakkında, bu hislerimi içgüdüleriyle sezdikleri
için midir, nedir bilmiyorum, onlar da, bana her rastgelişlerinde, arkalarını
çeviriyorlar. Yahut -eski Yunanlılar devrinde yas tutan kadınlar gibi- yere
çömelip başlarını örtüyorlar.

  Ve benden başka hiçbir erkeğe bu hareketi reva görmüyorlar.
Buraya geldiğimin bilmem kaçıncı haftası idi. Mehmet
Ali'ye sordum:

  -Kadınlarınız niçin yalnız benden kaçıyorlar?

  -Yabansınız da ondan, beyim.

  Bu yaban lafı, beni, önce çok kızdırdı. Fakat, sonra anladım ki,
Anadolu'lular, Anadolu köylüleri tıpkı eski Yunanlıların kendilerinden
başkasına barbar lakabını vermesi gibi her yabancıya yaban diyorlar.

  Bir gün... bir gün, onlara, ispat edebilecek miyim ki, ben
bir yaban değilim? Benim damarlarımdaki kan onların damarlarında işleyen
kandır. Aynı dili söylemekteyiz. Aynı tarihi ve coğrafi yollardan, hep
birlikte gelmişizdir. İspat edebilecek miyim ki, aynı Allah'ın kuluyuz!
Aynı siyasi mukadderat, aynı sosyal bağlar, bizi kardeşlik, evlatlık,
analık babalık üstünde bir yakınlıkla birbirimize bağlamıştır.

  Lakin, hangi sözlerle, hangi seslerle? Gündelik hayatın
ufak tefek ihtiyaçlarını bile anca ifadeye güç bulabiliyorum.
Nerde kalmış ki, onlarla, bu kadar genel konular üzerinde
konuşacağım!..

  Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk entelektüli Türk aydını, Türk
ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir.
Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip yaratık demeliyim.

  Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki hangi ırktan, ne cinsten
olduğu belli degildir. Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru
ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese bile
etrafında nasıl olan boşluk, soğuk ve itici hava, ona her an kendi
toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat olduğunu bildiriyor.

  Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin
uçurum var mıdır. Bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir
Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli
arasındaki farktan daha büyüktür.

  Bunu yazarken, elim titriyor.

  Buraya geldiğim günden beri beni işgal eden en önemli,
en büyük şey, Mehmet Ali'nin evindekilerden başlayarak,
köylüleri kendime alıştırmak, ısındırmak olmuştur. Lakin
şimdiye kadar -işte buradaki yaşantımın bu sekizinci ayıdır hala küçük
İsmail'le Mehmet Ali'nin anası Zeynep Kadından
başka birisinde muvaffak olduğumu sanmıyorum.

  Gerçi, köylülerden çoğuyla ahbapça konuşuyoruz. Ağaç
altı, çeşme başı, dere boyu ve kahve arkadaşlığı ediyoruz.
Lakin, öyle derinliği olmayan, o kadar gevşek bir ahbaplık
ki, görüyorum, ne onları ben, ne onlar beni tatmin ediyor.
Hepsi benim yanıma yürekleri, kafaları gibi kalın sargılarla
bağlanmış olarak geliyorlar. Ve bahislerimiz hep topraktan,
havadan, zamandan yakınmaktır.

  Esasen, Mehmet Ali'nin anasıyla da, bundan başka bir
şey konuşmuyoruz. On iki yıldır, dul olan ve bütün ailenin
tek başı, bu katı, sert ve mütevekkil insanda, tabii güçlerden
bir şey gizlenmiş gibi duruyor. Kırk yaşında mıdır? Ellisinde
midir? Bilinmez. Eli ayağı, bir ağacın henüz topraktan sökülmüş kökleri
gibidir ve bilirim ki, vücudu, bir meşe kütüğü kadar sağlamdır.

  Onun, çok kere, küçük boz eşeğin taşıyamadığı en ağır
yükleri alnından bir ter akmadan dimdik taşıdığını görmüş
ve tarlada, saatlerce, belini doğrultmaksızın çalıştığına şahit
olmuşumdur. Zeynep Kadın, bir gün, bir komşu kavgasında,
paylaşılmayan bir kocaman dibek taşını, huşunetle teperek
bir hamlede yere devirmişti.

  Zaten, bu sakin ve mütevekkil kadının, öfke başına vurduğu zaman ne
yapacağı kestirilemez. Bir defa, kasabadan geç
gelen İsmail'i, altına alıp öyle bir dövdü ki, Mehmet Ali de dahil olmak
üzere, bütün ev halkı çocuğu elinden alamadık.

  İşte, bu vak'a esnasındadır ki, hem Mehmet Ali'nin karısı
ve hem de kız kardeşleriyle karşılaştım. Beni sofrada görür
görürmez, her üçü de, bir kümeste ürkmüş tavuklar gibi kaçıştılar.

  İsmail ağlamıyordu. Bağırmıyordu. Sanki bir ağır ve zahmetli görev
esnasında imiş gibi ciddi idi. Yalnız kendisini
anasının elinden çekip odama sürüklediğim vakit, cılız ve çökük göğsünün
altında, kalbinin bir demir tokmak kuvvetiyle şiddetli şiddetli çarptığını
duydum.

  İçerisinde tok tok vuran bu ses, onun incecik göğüs tahtasını hurdahaş
etmeğe kafiydi. Nasıl oldu da, deminki badireden, sağ ve salim kurtulabildi?
Her vakit, her vakit bu cılız, soluk ve raşitik insanlar için
kendi kendime sorduğum budur. Zeynep Kadından yüz kat daha haşin ve
merhametsiz olan bu tabiatın sürekli dayakları altında didik didik olmuş
bütün bu insanları, koruyan ve hayatlarını devam ettiren gizli kuvvet nedir?

  Hey, onu sana sormalı, Zeynep Kadının karnı!..
O müthiş dayak faslından sonra, İsmail, bir süre benim
odamda, büzülmüş kaldı. Sonra, uykuya daldı.

  Odanın bir köşesinde, zavallı küçük ve mustarip vücudunu seyrediyorum. Bu
vücut, her tarafı kırılmış, birbiri üstüne yığılmış bir külçe halinde.
Kafa; iki kolla dizlerin arasında kaybolmuş. Odanın sessizliği içinde
solumalarını duymasam onu ufak bir paçavra yığını sanacağım.

  Bu yaratık, çocukluk nedir bilmedi. Başka diyorlardaki
çocukların gülüp oynamaktan başka bir şey yapmadıkları
mutlu çağda, bu, yirmi yaşında bir delikanlının güç dayanacağı bütün ağır
işleri görüyordu. Yük taşıyordu. Çapa çapalıyordu. Diğer taraftan sıtma,
küçük böğrünü zehirli tırnaklarıyla oyuyordu. Acaba, doğduğu günden beri,
bir defa olsun, hiçbir şeye güldü mü?

  Sanmam. Üç yaşında, dört yaşında yavrular görüyorum.
Hepsi, yüzlerine, kırk yaşında bir adam maskesi takmış gibi.
Yürüyüşlerinde bile olgun bir adam ağırlığı var. Arkalarından bakarken,
onlara, birtakım kederli cüceler denebilir.

  Geldiğim gece, İsmail de benim üzerimde bir cüce etkisi
bırakmadı mı? Onun çocuk olduğuna, sonradan yavaş yavaş
alıştım ve onu sevmeğe başladım. Ona bakarken bir derin
acıma duygusu, benliğimin ta derinliklerinden birer gözyaşı
halinde sızdı. Kalbime toplandı. Ona doğru gittim. Sırtını okşadım.
Zavallı köylü çocuğu! Sen, iki üvey ananın yavrususun.

  Biri demin seni döven anandır, öbürü de seni her gün döven,
doğduğundan beri her gün döven yurdundur. İkisinin acısı
arasında, böyle kavrulup gitmişsin.

  Yarın gençlik çağına girecesin. Lakin, o vakit de, o vakit de...
Savaşta gördüğüm bütün o erler, gözümün önünden bir
daha geçiyor. Onların yırtık şalvarları ve kırmızı mintanlarıyla yalınayak
gelişlerini, sonra haki elbiseleri içinde, kah sırtüstü, kah yüzükoyun düşüp
ölüşlerini görüyorum.

  Siperlerde, kendi kendine yavaş sesle konuşan Mehmetçiğin sesi kulağıma
geliyor.

  -Neden korkacakmışım, her gün atıyor, atıyor, hiçbiri değmiyor!

  Bunu söylerken, mutlaka havada, başının üstünde düşman uçakları
homurdanıyordu.

  Dünya ile istediğim gibi ilişkimi henüz kesmiş değilim.
İstanbul gazetelerini arasıra alıyorum. İlk İnönü zaferini,
bunların birinden öğrendim. Bu olay, benim için günlerce süren bir sevinç
kaynağı oldu.

  Köyde her önüme gelene durmadan bunu anlatıyorum.
Yalnız bundan bahsediyorum. Diyebilirim ki, elimden kimse
kurtulamadı. Bana sokakta arkasını çeviren kadınlar, beni
görünce kaçışan çocuklar bile elimden kurtulamadı. Mehmet
Ali'nin anası, kız kardeşi, karısı, küçük kardeşi ve bilhassa
Mehmet Ali benden bunalacak hale geldiler.

  Köyde, zaten aklıma güveni olmayanlar, beni, büsbütün
çıldırdı sanmışlardı.

  Bir an geldi ki, ben de kendimden şüphelenmeğe başladım. Sevincime bir had
tayin ettim.

  Eleme, kedere, hatta sevince bir sınır tayin etmek... Bunu, yalnız
şehirlerde olur bilirdim. Meğer insan, köylerde,
dağ başlarında ve mağara kovuklarında da samimi olmak,
içinden geldiği gibi, içinden geldiği kadar gülüp ağlamak
hürriyetine sahip değilmiş, toplumun görenekleri, kuralları,
insanların yarı çıplak yaşadıkları bu köstebek yuvalarında
da aynı şiddetle hüküm sürüyormuş.

  Hele, bu donmuş alem içinde, sevinçli bir adam görmek
kadar anormal bir şey olur mu? Bu toprak duvarlar, örüldükleri günden
beri mutlaka hiçbir kahkahanın aksi ile çınlamamıştır. Bu durgun tevekkül
havası, hiçbir şenlik gürültüsüyle dalgalanmamıştır.

  Mehmet Ali'nin üç dört yıllık bir ayrılıktan sonra evine
geldiği gece gözümün önünde: Sessizce, lambayı yere koyup çekilen ananın
gölgesi. Sıska bir çocuğun acıklı, kısılmış yüzü.

  Mehmet Ali'nin düğünü gözümün önünde. O gün her
günden daha kasvetli, daha ağır bir gündü. Zurna çatlak,
oyunlar isteksiz ve yemek tatsızdı.

  İnönü zaferinin ertesi, ben bunlara kızmıyorum.
Acaba memleketin neresi donandı? Neresi şenlik etti? Bu
büyük olay, gazetelerde alelade bir havadis gibi mi geçti?
Hiçbir yerde, Mustafa Kemal'in İsmet Paşa'ya, İsmet Paşa'nın Mustafa
Kemal'e çektiği telgraflar, alevden birer satır
halinde, gökyüzüne çizildi mi?

  Gelen gazetelerde, boş yere bir genel neşe yankısı arıyorum, bulamıyorum.
Belki Anadolu'nun ücra bir kasabasında, Ankara'da, şuraya buraya asılmış,
tek tük kandiller, bu zaferin tek şenlik aydınlıklarıdır. Hayalimde, kendi
kendime yaktığım bu ışıklar, bana engin ve karanlık bir gurbet diyarı
olan Türkiye'de donmuş ve kör olmuş gönüllerin tek hayat
mihrakları gibi geliyor.

  Ne sönük, ne fersiz, ne cılız hayat mihrakları! Günün birinde bunlar,
büyüyüp boz renkli Anadolu yaylasını, ısıtarak aydınlatacak bir heybetle
ateş halini alabilecek mi? Eğer öyle olacağını bilsem... Eğer bilsem...
Birkaç gününü kasabada geçirmeğe giden muhtar, birtakım havadisler ve
birtakım yeni fikirlerle döndü. Gerçi, bana pek açılmıyor. Fakat, ben, bana
söylediklerinin arkasında, söylemek istemediklerini keşfediyorum. Ve bazı
yarım cümlelerini, başkalarından işittiklerimle tamamlayarak kafasının
içindeki şeylere nüfuz ediyorum.

  Ona göre, Kemal Paşa'nın açtığı yol, çıkmaz bir yolmuş.
Hem de çok tehlikeli imiş. Çıkmaz bir yolmuş, çünkü padişah kendisiyle
beraber değilmiş. Padişah, düşmanla çoktan barış yapmış. Sonra, Avrupa
diye bir kraliçe varmış. O işe karışmış. Ben sizin müşkülünüzü hallederim,
demiş.

  Tehlikeli bir yolmuş. Çünkü... düşman yalnız İzmir'de çoğunup otururken,
Kemal Paşa'nın ettiklerine kızıp; daha ileriye varmış. Bursa'ya kadar
gelmiş. Nihayet geçen gün, İnönü'ye dayanmış.

  Öfkeden tirtir titreyerek:

  -Oradan püskürttük, hem de döğe döğe... diyorum.

  Muhtar, sinsi bir tebessümle, kırçıl sakalı arasından gülümsüyor. Onu
omuzlarından tutup sarsmak ve:

  -Ne gülüyorsun? diye bağırmak istiyorum.

  Öfkemi, yüzümden sezen köylüler, birer birer etrafımdan
çekiliyorlar. Muhtar, onlarla beraber ensesini kaşıya kaşıya
ve önüne bakarak uzaklaşıyor. Biraz ötede, benden uzak bir
çevre teşkil edip duruyorlar.

  Nihayet, çok yalnız kaldığımı hisseden Mehmet Ali, mahçup inahçup, bana
yaklaşıyor. Yanımda çömeliyor. Daha dün kesip yonttuğu söğüt dalından
değneği ile toprağı dürtüşlüyor. Bana bir şeyler söylemek istiyor. Fakat,
nereden başlayacağını bilmiyor. Birden soruyor:

  -Beyim bizi gene askere alacaklar mı?

  -Olabilir.

  -Nasıl olabilir, beyim? Bizi terhis etmediler mi?

  -Ettiler ama, düşmanlarımız terhis filan dinlemiyor.
Bak, şuracığa kadar geldiler. Biraz kulak verseydik top seslerini
duyacaktık. Düşman askerleri şu tepenin ardından görünüverirse, elin kolun
bağlı durabilecek misin? Gelip de, senin evini, köyünü yakıp yıkarken, çoluk
çocuğunu dipçikle itip dürtelerken, bir köşede karı gibi büzülüp duracak
mısın?

  -Yok, beyim, buraya kadar geleceklerine aklım ermez.

  -Eğer her köy, bu köydekiler gibi düşünürse, eğer her talimli asker,
senin gibi tekrar askere gitmekten korkarsa, tabii gelir. Ona hiç şüphe
etme.

  Tekrar önüne bakıp, değneğin ucuyla toprağı eşiyor.
Onu, artık hiç tanımıyorum. Benim eski erimle bunun
arasında, artık hiçbir ilişki yok. Haydi git, haydi git; onlarla
hasbıhal et, demek ve bütün eşyamı toplayıp, buradan kaçmak istiyorum.

  Cephede, hiçbir işe yaramaz mıyım? Adam sen de. Bu
kolsuzluğum, hem kendime, hem aleme karşı icat edilmiş bir
boş bahane...

  Yavaş yavaş köylülere hiddetim, kendi aleyhimde bir nefret haline
çevriliyor. Oturduğum yerden kalkıp ovaya doğru iniyorum.
Bu bir nisan günüdür. Gökyüzünde beyaz bulut kümeleri
birbirinin üstüne, yığılıyor. Havada bir yağmur kokusu var.
Fakat, ayağımın altındaki toprak kuru, sert ve kokusuzdur.
Bu yıl, çok don oldu. Hayvan telefatı, köylülerin gözünü
korkuttu. Salih Ağa'nın fikrine göre, gelecek mahsul mevsimi çok kötü olacak.

  Yürüyorum, yürüyorum. Böyle saatlerce, günlerce, aylarca, hiç durmaksızın
yürümek istiyorum. Biliyorum ki, bu çorak toprak dalgalarının sonu yoktur.
Birini aşınca öbürü, öbürünü aşınca bir başkası görünür. Bu köyü, arkamda
bırakacağım. Üç dört saat sonra, gene tıpkı bunun gibi bir köy
önüme çıkacak. Gene kaçacağım. Gene kaçacağım.

  Porsuk Çayı, beni nereye kadar götürebilir? Zira, bu çay
önüme çıktığı andan beri, hep onun kıyısında yürüyorum.
Vakit vakit, ayağım toprağın üstüne fırlamış bir söğüt köküne çarpıyor. Ne
sünepe, ne miskin, ne biçare ağaçlar. Porsuk Çayı'nın balçığı leş gibi
kokuyor.

  Öğle saati. Arasıra, bulutların içinden sıyrılan güneş, bir
müddet ensemi yakıp geçiyor. Kimbilir, başka yerlerde bahar
ne güzeldir. Besbelli, başka yerler derken, İstanbul'u, İstanbul'un
sayfiyelerini düşünüyorum. Feneryolu, Göztepe, Erenköy...

  Yüreğim bir karanlık odaya hapsedilmiş yaramaz bir çocuk gibi hopluyor.
Paramı Salih Ağa'da, eşyamı ve kitaplarımı Mehmet Ali'nin evinde bırakayım
ve gideyim, gideyim...

  Böylece İstanbul'a kadar yürüyeyim.

  Bunun, gerçekleştirilmesi imkansız bir hayal olduğunu
bilmekle beraber gerçekten yolumun ta ucunda bir İstanbul
varmış şevkiyle yürümekte devam ediyorum. Yolumun üstündeki dağları,
nehirleri, sarp ve çetin geçitleri, Sakarya'yı, Bozdağ'ı, Acıdağ'ı yok
farzederek, hemen hemen, gözü kapalı yürüyorum. Unutuyorum ki şu dakikada
istesem, Porsuk Çayı'nın öbür tarafına bile geçemem.

  Böylece karmakarışık düşüncelerle, ne kadar yürümüşüm, bilmiyorum.
Birdenbire seyrek ve serin bir kavak kümesinin içine daldığımı hissettim,
durdum.

  Bu ufak korunun içinde, küçük, dar, fakat berrak bir dere akıyor. Bu,
çölde bir vaha mı? Derhal içime derin bir sükunet geliyor. Durduğum yere
çömeliyorum ve elimi suya sokuyorum. Ne o? Bu ani hışırtı nereden geldi? Ve
bir kısık kadın gülmesi?

  Etrafıma bakmıyorum. Sol yanda, bir genç kız silueti
bir geyik hafifliğiyle derenin kenarında ağaçların arasına
doğru kaçıyor.

  Biraz ötede durdu. Dönüp bana baktı.

  Mehmet Ali'nin köyünün, iki üç saat ötesinde, böyle bir
yer! Böyle bir yüz! İnanılmayacak şey!

  Uzaktan bana gülümsüyor. Yağız ve uzunca yüzünün ortasında, iki yeşil göz
ve bir sıra iri beyaz dişle bana gülümsüyor. Tıpkı
Mehmet Ali'nin köyündeki kızlar gibi giyinmiş.
Başı tıpkı onların başı gibi, kat kat sargılarla sarılı. Beli
kuşaklı ve alaca pazen donlu bir kız. Niçin bana birdenbire
harikulade bir şey gibi göründü?

  Ben de, uzaktan ona gülümsüyorum. Ağaçlardan birinin
arkasına saklanıyor.

  Yaklaşayım mı? Belki, ürkütür, büsbütün kaçırırım. Tekrar suya eğiliyorum.
Fakat bütün mevcudiyetimle hissediyorum ki, saklandığı ağacın arkasından
bana bakıyor. Birden başımı çevirdim. Ağacın arkasından dışarıya uzanmış
başı, tekrar çekildi: Bu, bir nevi oyun gibi.

  Kendi kendime söyleniyorum:

  -İn midir, cin midir? Cin olsa, şimdiye kadar kaybolması
gerekirdi. İn'se, benden niye kaçıyor?

  Sezdirmeden, göz ucuyla, tekrar aynı noktaya bakıyorum. Orada hiç
kımıldamadan duruyor. Artık sabrım tükendi. Doğrudan doğruya ona seslendim.

  -Kızım benden çekinme. İşine bak. Ben yabancı değilim.
Te şuradaki köydenim ve köyün ismini verdim, şimdi, söyle
bakayım; sen hangi köydensin?

  Ağacın arkasından güç işitebilecegim bir sesle:

  -Bizim köy de uzak değil. Te, şuracıkta...
Ve köyün adını söyledi.

  Fakat, bu kadarcık bir konuşma ile aramızdaki mesafe
katedilmiş olamadı. Kız gene ağacın arkasına saklanmış,
ben gene suya eğilmiş kaldık. Ayağa kalktım. Ona doğru birkaç adım attım.

  -Haydi, seni rahat bırakayım. İşine bak. İşte ben gidiyorum, dedim ve
dereyi atlayıp öbür tarafa geçtim.

  Derenin öbür kıyısında, ben, artık büsbütün başka bir adamdım.
O gün bugündür, kendimi toplayamadım. Dereyi atlarken, sanki içimden ağır
bir şey yuvarlanıp düştü. Öyle bir şey ki, on dakika öncesine kadar, ben onu
kalbimin üstünde veya kafamın içinde, bir demir gülle gibi taşıyordum. İşte
bu, yuvarlanıp düştü. Şimdi, hafifim. O kadar hafifim ki kolumu
bir kanat gibi kımıldatsam havaya uçabilirim.

  İnsanın gönlü ne tuhaf Günün birinde, kavak ağaçları
arasından, bir genç kızın gülümsemesi, bir derecik, bir atlayış. Her şey
değişiyor. Ortada, biraz önceki adamdan eser kalmıyor.

  Nereye gitti, o adam ne oldu? Eriyip gidiverdi mi? Ve
onun yerine gelen bu adam kimdir? Nedir?

  Kendi kendime, aşık olduğumu itiraf etsem çok gülünç
bir şey yapmış olurum. Yaşım otuzu geçti. Ben beladan artakalmış bir adamım.
Zaten yirmi yaşımda iken de aşk hususunda o kadar safderun değildim. Başka
şeyler için, ekseriya yumuşak, sıcak ve coşkun olan gönlüm kadın önünde,
sert ve soğuk durmasını bilirdi. Kadına inanmaktansa, onu aldatmayı daha
tatlı bulurum. Zira sevildiğini hisseden kadın kadar çekilmez bir şey yoktur.
Kadının gerçekte, namert ve kancık olan tabiatı, öyle bir safhada, adeta
öldürücü bir mahiyet alır. Yabani kedilikten, zehirli yılanlığa geçer ve
gitgide, hayalimizin ölçemeyeceği kadar derin, nihayetsiz ve tuzlu kötülük
denizinde, gülerek çırılçıplak yüzmeğe başlar.

  Ben, bu gerçeğe acı şahsi tecrübelerden geçerek varmış
bir adam değilim. Benim aşklarım, daima birer cinsiyet buhranından
ibaret kaldı. Bunda, çiftleşme mevsiminde muhtelif krizlere düşen bazı
hayvanlardan farksızdım.

  İki günden beri, köyde, olağanüstü zamanlara mahsus
bir hal var. Bayram mı? Hayır. Çünkü, hiç kimse yeni esvaplarını giymemiş.
Biri mi evleniyor? O da değil. Yalnız, herkes işini gücünü bırakmış, şunun
bunun evinde hemen gizli diyebileceğim birtakım toplantılarda... Sonra genel
bir avarelik, bir kendinden geçiş, gözlerde bir alışmadığım parıltı...
Mehmet Ali'nin anası bile gülümsüyor ve yirmi yaş daha genç görünüyor.

  Bekir Çavuş'un ağzı kulaklarına varıyor. Bir Geldi... sözüdür
fısıldanıyor.

  -Geldi. Ahmet'inkilerin odasında...

  -Geldi. Görmediniz mi?

  -Geldi; ama çok kalmayacakmış.

  Mehmet Ali'yi şöyle bir kenara çektim:

  -Ne var? Ne oluyor?

  O da kendini genel heyecana kaptırmış görünüyor. Sırıtarak:

  -Hiç, beyim, diyor.

  Fakat ben sıkıştırınca söyledi:

  -Şeyh Yusuf geldi beyim, Şeyh Yusuf...

  -Bu Şeyh Yusuf da kim oluyor?

  -Mübarek, büyük bir adam. Her yıl gelir, duasını alırız.
Hastaları okur üfler. Bize güzel öğütler verir. Yol gösterir.
Başı sıkıda olanları selamete çıkarır.

  -Hangi tarikattan bu şeyh?

  -Bilmem beyim; o kadarını gayri bilmem.

  -Peki, bu adamın şimdiye kadar size ne iyilikleri dokundu?

  -Çok, beyim.

  Fakat, bu iyiliklerin bir tanesini saymadan, yalnız, esrarlı bir tavırla
başını sallıyor.

  -Yalnız muhtarın karısını iyi edemedi.

  -Ya Salih Ağa'nın oğlunun kamburunu düzeltebildi mi?

  -Ya Bekir Çavuş'un kızı Zehra'nın gözlerini açabildi mi?

  -Ya şu meczup Memiş'in aklını başına getirebildi mi?

  Mehmet Ali cevap vermiyor. Önüne bakıyor. Biliyorum ki
bana, içinden, öfkeleniyor. Bana karşı, her ne zaman öfke duyarsa böyle
sessiz, önüne bakar.

  Daha alaycı, daha babayani bir tavır takınarak devam
ediyorum:

  -Gelelim öğütlerine... Neymiş bakalım onlar?

  -Aklımda kalmamış beyim; anam bilir.

  Benim elimden kurtulmak için anasını çağırıyor. İhtiyar kadın:

  -O ne bilir; dedi, Şeyh Yusuf Efendi kim, o kim?

  -Öyle ise sen anlat bana, Zeynep Kadın.

  -Nasıl anlatayım ki...

  O da işin içinden çıkamıyor. Nihayet, Şeyh Yusuf Efendi'ye yalvarıp onu
bu eve getirmeğe karar veriyoruz.

  Bu işi, bin bela, Mehmet Ali üstüne aldı. Muhtarın evine
gitti. Fakat, gitmesi ile gelmesi bir oldu. Muhtar O sizin
ayağınıza gider mi? Siz onun ayağına gelin demiş. Bunun
üzerine hep birlikte kalktık; gitmeğe mecbur olduk. Muhtarın evinde, Şeyh
Yusuf'un oturduğu oda tıkabasa insanla dolu. O, köşede bir hasır üstünde
bağdaş kurmuş oturuyor. Sırtında eskiden yeşil olduğu belli bir cüppe var.
Üstü başı, sakalı o kadar kirli ki, -yanına yaklaşmağa hacet yok- kapıdan
itibaren bir teke gibi kokuyor.

  Beni görünce küçük kalabalık, kendiliğinden dağıldı.
Mehmet Ali ile anası arkamda, içeri girdik.

  -Merhaba Şeyh Efendi.

  Rahatı kaçmış bir adam huzursuzluğuyla başını kaldırdı.
Beni, uzun uzadıya süzdükten sonra dişsiz ağzının içinde bir
homurtu halini alan şu sözleri geveledi:

  -Merhaba, merhametten gelir. Sen kim oluyorsun ki, bana merhamet edeceksin?

  Hemen, Muhtar söze karıştı:

  -Kusura bakma; yabanın biridir, dedi.

  Ben, tek elimin yumruğunu, bir anda, hem Şeyh'in, hem
Muhtar'ın suratına savurmak ihtiyacını güç zaptediyordum.
Yarı gülümseyerek, yarı dişlerimi sıkarak dedim ki:

  -Sen yalnız merhamete değil, terbiyeye de muhtaçsın.

  Dişsiz ihtiyar teke, bu sözüm üzerine, insana hayret veren bir çeviklikle
yerinden fırladı. Kapının bir kenarında duran pabuçlarını koltuğunun
altına almasıyla dışarıya uğraması bir oldu.

  Herkes, arkasından koşuyor. Hatta Mehmet Ali bile.
Ben, biraz şaşkın, biraz mahçup, oturduğum yerden kalkıyorum. Gerçi
sonradan, bu olayın şu son safhasını hatırladıkça, çok defa, gülmekten
katılmışımdır. Fakat, o gün, düştüğüm hüzün sonsuzdu. Yalnızlığımı,
kimsesizliğimi ve yabancılığımı o günkü kadar şiddetli hissettiğim
olmamıştır.

  Benim için, bu bunak Türk şeyhinin, İstanbul'daki İngiliz subayından farkı
nedir? Her ikisinin ruhu ile benim ruhum arasındaki uçurum, aynı derecede
derin ve karanlıktır.

  Bu da onun gibi, beni kamçı ile dövecek ya da, etimi bir zindalıda
çürütmekten zevk duyacak.

  Şu anda, burada bulunacağıma, Londra'da bir mutaassıp
Protestan rahibinin evinde olsaydım, aynı istiskali görmeyecek mi idim? Aynı
hüzünü, aynı elemi, aynı yabancılık ve kimsesizlik hissini duymayacak mı
idim?

  Şeyh Yusuf, benim yüzümden, bu yıl köyü çabuk terketti.
Fakat, giderken gördüm. Köylülerden aldığı hediyelerin yükü altında, hem
kendisinin, hem eşeğinin beli bükülmek raddesine gelmişti. Her ikisi de,
birbirinin ardı sırası, sendeleye sendeleye gidiyorlardı.

  Şeyh Yusuf gitti. Fakat, zehirini köyde bıraktı. Hava bir
süre, bir uzun süre, onun nefesiyle dolu kaldı.

  Köylüler artık benden nefret etmeğe, bana kızmağa bile
lüzum görmüyorlar. Bana, yalnız acıyorlar. Bana bir mahkum, bir idam mahkumu
bir ukubete çarpılmış lanetleme adam gibi bakıyorlar.

  Şeyhin gazabına uğrayan, şu zavallının hali ne olacak?
Hepsinin dudaklarında, benim hakkımda, bu sorunun çizildiğini görüyorum.
Ve ben, bu dikenlerin arasından, geçen gün keşfettiğim
vahaya kaçıyorum. Ancak burada kendimi buluyor, başımı
dinliyorum.

  Burada kavaklar daha serin. Dere daha berrak. Fakat,
artık, korunun rüstai perisinden eser görmüyorum. Kendi
kendime: Acaba, o gün, bana görünen bir hayal miydi? diyorum. Ve onu,
muhayyelemde tekrar canlandırmaya çalışıyorum.

  Bir gün, köyüne kadar gittim. Sokakları dolaştım. Birkaç
köylü ile hoşbeş ettim. Hatta çamaşırdan dönen kadınları
gördüm. Fakat ona, bir türlü rastlayamadım. Nihayet, bir
defa...

  Nihayet bir defa, gene dereden köye doğru giderken
onunla karşı karşıya gelmeyeyim mi!..

  Kendinden daha kabaca bir kızla, içerisi kirli mintan,
çakşır, gömlek ve yazma dolu bir uzun tahta tekneyi taşıyordu. Teknenin bir
ucunu, ön tarafından, o tutuyordu. Beni görünce boştaki eliyle başörtüsünün
uçlarını yüzüne götürdü.

  Ve başını, öbür tarafa çevirdi. Sezinledim ki, örtünün altından sedef
dişleri parlıyor.

  Köye doğru, beş on adım atıp döndüm. Bu hareketimle,
aklıma, İstanbul mesirelerindeki kadın takipleri geliyor.
Kendimi Kuşdili Çayırı'nda, Yoğurtçu Deresi'nin kenarında
sanıyorum.

  Bu köylü kızının, oradaki mahalle kızlarından farkı ne?
Endamı, onlar kadar ince, yürüyüşü, onların yürüyüşü gibi
ahenkli ve onlar kadar işvebaz değil mi? Hiç şüphesiz, bunun
ayakları çıplak ve belki topukları da çatlaktır. Fakat, vücudunu
saran kabasaba kumaşların altında, kusursuz taze bir
bedenin bütün cazibesini hissediyorum.

  Bir de dönüp arkasına bakmasın mı? Artık kalbim hızlı
hızlı çarpmağa başladı. Arkadaşına veya kızkardeşine benim
için bir şey söylemiş olacak ki, o da dönüp baktı. Şimdi ikisi
birden gülmekten kırılıyorlar. Ta yanlarına kadar sokuluyorum. O vakit,
gene ikisi birden arkalarını dönüyorlar. Taş kesilmiş gibi kaskatı
duruyorlar. Öyle bir duruş ki, hemen uzaklaşmağa mecbur oluyorum.

  Bu, insan dişisinde yeni gördüğüm bir haldir. Herhangi
bir genç erkek. isteği ve sıcak ilgisi karşısında, yumuşayıp
eriyen, yahut, cinsi güreşe davet eden bir öfke ile irkilip gerilen
kadın vücudu, burada ilk defa olarak bütün manasıyla
donuyor. Bir kadın çelikten burç gibi meydan okur bir mukavemet timsali
haline geliyor.

  Bekaret burada bir zırh gibidir.

  :::::::::::::

  Lakin, neden biçare Süleyman'ın karısı, bunlar arasında,
bir istisna teşkil etmiş? Ha sahi siz, bu hikayeyi biliyor musunuz?

  Bizim köyde, bir Süleyman vardır. Mehmet Ali'den biraz
sonra, o da civar köylerin birinden bir kız almıştı. İşte, bu
kız temiz çıkmamış, Süleyman: Sana kim dokundu? diye
sormuş. Kız, Ağam demiş, küçükten tarlada oynaşıyorduk.
Beni omuzlarımdan yakaladı. Altına aldı. Sıktı, sıktı. İşte ne
olduysa, o zaman oldu.

  Süleyman: -Kaza, desene demiş. Susmuş. Fakat, köylüler susar mı?
Kızcağızı, bir taşa tutmadıkları kaldı. Sonra, yavaş yavaş, onlar da
uğraşmaktan vazgeçtiler.

  Yalnız, Cennet, -bu genç kadının adıdır- altı ay geçmedi,
bir gece, bir ağıl duvarının dibinde bir yabancı adamla yakalandı. Bütün
köy halkı sopalar, çapalar, övendirelerle, bu açık hava zinacılarının
üstüne hücum etti. Cennet'le aşığı, ağılın duvarını kendilerine siper yapıp
hücum edenlerin üzerine, öyle bir taş yağdırdılar, öyle bir taş yağdırdılar
ki, herkes dağıldı. Kaçışmaya mecbur kaldı. Ve Cennet, Homeros
devrindeki esir kızlar gibi, kale duvarının üstüne çıkıp:

  -Ben, yalnız kocama teslim olurum! diye bağırdı ve kocası gitti; onu
elinden tutup evine getirdi. Kadının söylediğine
göre, meğer bu kadar tevatüre sebep olacak bir şey yokmuş.
O adam emmioğlu imiş; yoldan geçerken ağılın önünde rastgelmiş, şöyle
duvarın dibinde biraz konuşmuşlar...

  Süleyman'ın karısını, bu zaferden sonra artık büsbütün
serbest bıraktılar. Çünkü, o köyün içinde bir nevi kuvvetin,
bir nevi hakimiyetin timsali oldu.

  Cennet, levent, gelgelli, kahkahası bol ve keskin bakışlı
bir kadındır. Kaşlarına rastık çeker ve ellerine kına yakar.
Başka kadınlar gibi erkekten ürküp kaçmaz. Herkesin içinde, hatta benim
bulunduğum yerlerde bile elini kolunu sallayarak, göğsünü gere gere
dolaşır. Tarlada çapa çapalarken, evde yemek pişirirken, derede çamaşır
yıkarken durmaksızın şarkı çağırır.

  Karısının yanında Süleyman, boynu bükük ve hep sırıtan
bir çocuktur. Derler ki, Cennet'in arasıra ona, iki tokat attığı
da olurmuş. Süleyman bütün manasıyla, Türk masallarındaki Keloğlan tipidir.
İtaatli, kılıbık ve biraz da filozoftur, ruhunun sonsuz derinliği vardır.
Yerine göre Aşık Garip, yerine göre Yunus Emre'dir. Nasreddin Hoca bu
döldendir. Zümrüdüanka masalı bunun için çıkmıştır. Çobanla peri paadişahının
kızı masalındaki kahraman da odur. Onda bitmez tükenmez yolculukların
yarattığı sabır, kuşlar ve kurtlarla düşüp kalkmanın verdiği sadelik, bir
yüksek yaşantı ilkesi haline girmiştir.

  Macerasını ögrendiğim günden beri, onun candan dostuyum. Fakat, bir defa
nasip olup da, başbaşa dertleşemedik.

  Süleyman, insan yadırgar bir yaratıktır. Son olaylar onu
büsbütün çekingen ve vahşi etti. Ancak, küçük çocuklarla bir
arada oturabiliyor. Onun en samimi dostlarından biri de Memiş'tir. Eski bir
mescit viranesinin içinde, saatlerce yanyana kaldıkları oluyor.

  Süleyman yarım saatte bir kelime söyler. Memiş, cevap
vermeksizin gülümser, yahut başını iki tarafa sallamakla yetinir.
Sonra bir sigara yakarlar. Tütün dumanları, başlarının
üstünde, havaya göre, kah kalın ve ağır halkalar teşkil ederek boşlukta
sallanır. Kah bir buhurdandan çıkan tütsü gibi
boğum boğum yukarıya doğru çıkar.

  Cennet, kocasını, çok defa bu halde gelip yakalar. Ve viranenin
taşlarından biri üstüne dikilip iki elini böğrüne dayar:

  -Hele şu mıymıntıya bakın. Hele şu mıymıntıya bakın!

  Süleyman, karısının sesini işitince bir ok gibi yerinden
fırlar. Titrek, ince ve yavaş bir sesle mırıldanarak karısına
doğru yürür.

  -Aha geliyorum; aha geliyorum.

  -Hani bugün kasabaya gidecektin?

  -İnşallah, yarın giderim. Bugün gidemedim.

  -Gidemedin mi? Ne ettin ki gidemedin?

  -Su taşıdım. Damın yıkılan tarafını yaptım.

  -Bu da iş mi?

  -Çocuklar, derenin üstündeki kavak kütüğünü devirmişler. Onu yerine koydum.

  Böylece konuşarak eve girerler. Fakat Cennet'in girmesiyle çıkması bir
olur. Soluğu çeşme başında alır. Kulaklarında küpeleri vardır. Boynunda
küçük Mahmudiye altınları dizi dizi parlıyordur. Göğsünün birkaç düğmesini,
mahsus açık bırakmıştır. Ağzı, çeşme başındaki kadınlara bir şeyler anlatırken,
gözleri gelip geçen erkekleri süzmektedir.

  İncil'de bahsi geçen Samire'li kadın, bundan başka bir şey mi idi?
Biz, bu gönül işleriyle meşgul olduğumuz sırada, zavallı
Mehmet Ali'nin korktuğu başına geldi. Askere çağrıldı. Bundan, bir sabah,
uluyan bir kadın sesiyle haberdar oldum. Öyle bir uluma öyle bir uluma ki,
sanki evde birisi ölmüş gibi.

  Odamdan dışarı fırladım.

  -Mehmet Ali; Mehmet Ali...

  Ses yok.

  -Zeynep Kadın... İsmail...

  Gene ses yok. Ulumanın geldiği tarafa doğru gidiyordum.

  -Ne var, ne oluyor?

  Bu, Mehmet Ali'nin karısının sesidir.
Mehmet Ali'nin, bana bir Allahaısmarladık demeden
gitmiş olmasına ihtimal veremiyorum.

  Muhtar, jandarmalar, Mehmet Ali ve kendisiyle çağrılan
bir iki kişi kapının önünde toplanmış duruyorlar. Mehmet
Ali'nin yüzü bembeyazdı. Bana bakıyor, fakat hiç tanımıyor
gibi.

  Nihayet ta yanına yaklaşıp neler olduğunu sorunca,
mahzun ve küskün önüne baktı:

  -Ben sana dimedim mi idim? İşte... diye, mırıldandı ve
elinin tersiyle bana jandarmaları, muhtarı gösterdi.
Muhtar, iki jandarmanın ortasında, artık köylülükten
çıkmış, bir hükümet memuru gibi duruyor. Kendisine verilen
damgalı ve matbu kağıtları dikkatle gözden geçiriyor. Hepsini, birer birer
inceliyor.

  Beni görünce, merasimle ayağa kalktı ve jandarmalara
kalkmalarını işaret etti. Ben de onların sırasında bir sandalye alıp
oturdum. Jandarmalar, daha yirmi iki köy dolaşacaklarmış.

  Mehmet Ali ile arkadaşlarının yirmi dört saate kadar behemehal Eskişehir'de
olmaları gerekiyor.

  Mehmet Ali kolunu benden tarafa uzatarak:

  -Hiç yetişilir mi? İşte beye sorun, dedi.

  Mehmet Ali'nin asi bir hali var. Onun bu tarafını görmemiştim.
Muhtar, bütün resmi otoritesini takındı.

  -Nasıl yetişemezmişsiniz? Pekala yetişirsiniz, dedi.

  Mehmet Ali, burnundan soluyordu.

  Tam bu sırada, nereden çıktı bilmiyorum. Zeynep Kadını,
dimdik karşımda gördüm. Herkese, sert sert bakıyordu. Yavrusunu savunmaya
hazırlanmış bir dişi kurt gibiydi.

  Yavaş, yavaş kadınlar, bir iken iki, iki iken beş oldu.
Grup büyüdükçe büyüdü. Sanki aralarında bir şeyler mırıldanıyorlar. Sanki,
bir teşebbüse hazırlanır gibi bir halleri var.

  Mehmet Ali'ye dedim ki:

  -Memleketin, senin gibi usta askere çok ihtiyacı var. Bugün gidip cephede
vuruşmazsan, yarın burada, kapının önünde vuruşmağa mecbur kalırsın. Her
vakit söylüyorum.

  Düşman şuracığa geldi. Hem bu şimdiki askerlik senin bildiğin gibi değil.
Millet, kendisi savaşıyor. Angarya yok. Sonra
emin ol, çok uzun sürmez. Bir çarpışmada herşey hallolacaktır.

  Zeynep Kadın atıldı:

  -Öyle ama, şimdi tam iş zamanı. Hep öyle yaparlar. Bebelerimizi tam iş
zamanında alırlar.

  -Merak etme. Kendim işe yaramazsam bile, sana bir
adam tutar, bütün hizmetlerini gördürürüm, dedim.

  Zeynep Kadın, saçma bir laf söylemişim gibi, omuzlarını
silkti. Lakin, Mehmet Ali üzerinde sözlerim, biraz etki yapmış görünüyor.
Şevkli bir savaşçı kesilmediyse bile tevekküllü bir asker tavrını aldı.
Onun bu halinde şimdiden eski erimi buluyordum. Bana biraz önce olduğundan
daha sevimli, daha munis geliyor ve içimdeki subay uyanıyor.

  -Keşke alsalar da ben de gitsem, dedim. Bu sözü, o kadar candan söyledim
ki, önümde Mehmet Ali ile gidecek olanların gözleri parladı.

  İçlerinden birisi:

  -Evvel Allah, biz düşmanın hakkından geliriz ama, silahımız, cephanemiz
yok, diyorlar, dedi.

  Anadolu köylüsünde olumlu ve realist duygu hemen bütün diğer duygulara
galebe çalmıştır. Arasıra uyanan lirizmi, bir saniye içinde parlayıp
sönüverir. Heyecanlı adamın, onun indinde bir deliden farkı yoktur. Onun
güvenini kazanmak için sessiz, ağır ve hiç gülmez görünmek gerekir.

  Ben de kendimi topladım.

  Mehmet Ali gitti. O giderken, bütün ev sarsılacak sandım. Fakat, tahminim
kadar olmadı. Hatta ayrılırken, sarılıp öpüşmediler bile.
Kızkardeşleri, sessiz sessiz ağlıyordu. Karısı bir iki defa
hıçkırayım dedi, fakat, Mehmet Ali öyle bir ters ters baktı ki;
kadın bütün hıçkırıklarını katı lokmalar yutar gibi içine çekti.

  Zeynep Kadın, duvara dayanmış duruyordu. Yanında İsmail, iki elini kuşağına sokmuş bakıyordu.
Mehmet Ali, bana doğru egildi, elimi öptü. Bir şey söylemek istedi ve
torbacığı omuzunda, yürüdü, gitti.

  Bu çocuk, belki bir daha dönmeyecek. Yüreğimde derin
bir kasvetle arkasından yürüyorum. Yolda rastgeldikleriyle
durup helallaşıyor...

  Gözlerinde yaş var mıydı? Gözleri yaşlı mıydı? Bilmiyorum. Aramızdaki
bütün anlaşmazlıklara rağmen yeryüzünde, o benim tek dostumdu. Yarı yerinden
bölünmüş yaşantıma yeni bir yön vermek için bana yardım eden tek adam o
değil midir? Hangi fikir, sınıf ve meslek arkadaşımdan hayır
gördüm? Hepsi, kendi başının derdine düşmüştü. Yalnız
Mehmet Ali bana elini uzatıp:

  -Gel seni köyüme götüreyim. Burada yalnız sersebil olursun, demişti.

  Bu sözü hatırıma gelince burnumun direği sızladı. Hemen orada bir çakal
gibi avazım çıktığı kadar ulumak ihtiyacını duydum.

  Mehmet Ali yokuştan indi. Dereyi geçti. Tarlaların içinden yürüyerek yola
doğru ilerliyor. Dört arkadaştılar. Bir defa dönüp arkalarına bakmıyorlar.
Belki bakmayı erlik saymıyorlar. Bunlar belki, yarınki Türk zaferinin
isimsiz kahramanları olacaklar. Belki de... Ne olursa olsunlar şu dakikada
uzaklaştıkça küçülen, uzaklaştıkça küçülen bu dört siluetin,
sabahleyin okullarına giden dört çocuktan farkı yok.

  :::::::::::::

  Mehmet Ali gittiği günden beri Zeynep Kadının ağzını bıçak açmıyor. Yüzü
bir maske gibi hareketsizleşti. Gözleri hep sabit bir noktaya dalıp kalıyor.
Ona laf söylemekten korkuyorum.

  Lakin bir gün o bana söyledi:

  -Benim bebemi aldılar, ama kazık gibi herif karının koynunda saklanmış
yatıyor.

  Kimden bahsettiğini sordum.

  -De... aha, Cennet'in nedir o su, dedi. Hem de yabanın
biri kimse nereden geldiğini bilmiyor. Asker kaçağı imiş. On
gündür Süleyman'ın evinde saklı. Karı kendi eliyle ona yemek pişirip
verirmiş. Gece de yatağına alırmış?

  -Süleyman'ın gözü önünde mi?

  -He ya, biri sağ böğründe, öbürü sol böğründe...

  Gülmekten kendimi tutamadım. Zeynep Kadın işin bu
tarafına önem vermez görünüyordu.

  -Gidip haber verecem, bize bir kötülük gelir diye korkarım.

  Mehmet Ali'nin anası gerçi böyle konuşmuyor. En koyu
Anadolu ağzıyla söylüyor, Cümleler; boğazından birer tutam
çalı gibi sert ve dikenli çıkıyor.

  Çoktan, benim bütün merak ve ilgim Süleyman'a doğru
gitti. Muhayyelem, Zeynep Kadının bana anlatmadığı zina
dramını en küçük teferruatına kadar gözümün önünde canlandırıyor.

  Dişi ve erkek arasındaki ezeli mücadelenin bundan daha
müthiş bir safhasını hatırlamak mümkün değildir. Kadın,
burada, bütün vahşi insan içgüdüleri ayakta, bir yırtıcı yaratık
gibidir. Bunun bir tarafında koca, kanı emilip posası bir
kenara atılmış bir avı andırıyor. Öbür tarafında, aşık, tabiatın
yenilmez, değişmez kör ve sakar güçlerinden bir parçadır.

  Zavallı Süleyman her başını kaldırmak isteyişte ya bir
kaya gibi rakibinin önünde dikildiğini görüyor, ya da karısının
bir dişi kaplan kükreyişinden daha korkunç kahkahasıyla karşılaşıyor.

  Gerçi, sonradan işittiğim şeylerle bu tasavvurumun ne
kadar doğru olduğunu anladım. Süleyman önce betelemek istemiş. Haydi be sen
de demişler. Bir başka defa herif, şöyle bir dirsek kakmasıyla onu yere
oturtuvermiş. Karının üstüne yürümeğe kalkmış. Karı ellerini böğrüne
dayayarak göğsünü ileriye doğru itmiş: Hele dokun, hele bir dokun, vallahi
bir gün kalmam giderim diye bağırmış.

  Bu giderim tehdidi... Süleyman o günden beri, geceleri
yorganın altına büzülüp zari zari ağlamaktan başka bir şey
yapmıyormuş.

  Lakin, işte köylüler buna tahammül edemiyorlar. Bir
gün Bekir Çavuş, Cennet'e çeşme başında rastgeldi. Dişlerini
gıcırdatarak üstüne yürüdü: Ya o herifi deflersin, yahut karışmam diye
homurdandı. Kadın, taştan Diana tavrını aldı:

  -Ne idermişin, bakalım? Ne idermişin, bakalım? diye
haykırdı. Herkes sandı ki, Bekir Çavuş Cennet'e sulanıyor.
Adamcağız, başını sallayarak uzaklaştı.

  Başka bir gün muhtar da Süleyman'ın kapısına kadar
gitmiş:

  -Söyleyin o kerataya buradan defolsun, emrini vermiş.

  Fakat dinleyen olmadı. Kadın: -Beni boşasın, öyle gideriz,
demiş. Lakin Süleyman hiç de karısını boşamak fikrinde değildi.
İşte bu yüzden, köylüler, bu rezalete bir son vermek
için tek çareyi baskında buluyorlar. Hocaya sordular: Gözümüzle
görürsek şer'an boş düşer mi? diye.

  Hoca;

  -Elbet demiş.

  Bunun üstüne, bir gece, yatsı namazından sonra, köyün
belli başlı adamları hep bir araya gelip Süleyman'ın evini
bastılar. Köyün imamı da beraberlerinde idi. Hiçbir gürültü
olmadı. Hatta Mehmet Ali'nin kardeşi küçük İsmail soluk soluğa koşup
gelerek bizi, olan bitenden haberdar etmeseydi
hepimizin haberi olmayacaktı.

  -Sudan gelirdim, dedi; Bir de baktım ki, camiden çıkanlar hep bir yana
yöneldiler. Ben de aralarına katılıverdim.

  Süleyman'ın kapısı önüne gelince durdular. İmam Efendi
elindeki çomakla üç defa vurdu. Ses çıkmadı. Bekir Çavuş:

  -Ülen Süleyman, biz geldik, aç kapıyı; diye ünledi. Gene
ses yok. Azıcık beklediler. Sonra Memiş'in ağası aha şöyle
omuzunla kapıya dokunuverdi. Hep birden içeriye daldılar.
Ben de daldım. Odada bir bağrışma çığrışma oldu. Aha, o vakit,
elimden testi düşüverdi. Cennet Hanım, bize dinsiz,
imansızlar. İmam: Dinsiz de sensin, imansız da sensin.
Haydi çık burdan. Gayri şer'an Süleyman'ın yanında kalamazsın, dedi.
İşte o vakit Süleyman'ın sesini duydum. Amanın itmeyin; amanın itmeyin,
diye bağırdı. Ondan öte, n'oldu, bilmirim. Başıma bir kötülük gelir diye
sıvıştım.

  İsmail'i hiç bu kadar heyecanlı görmemiştim. Hatta anasından dayak yediği
gün bile bu kadar solumuyordu. Benzi de bu kadar atmamıştı. Dudakları bu
kadar titremiyordu.

  Lakin Zeynep Kadın:

  -Ülen, testiyi neden attın? diye üstüne yürüyünce aklı
başına geldi.

  Ertesi gün, Cennet'le herif, sabahleyin erkenden köyü
terkettiler. İşte Süleyman karasevdaya o günden sonra tutuldu. Bu, önce,
ta yüreğinin derinliklerinden gelen bir ağlama sesi halinde başladı.
Süleyman'ın gözlerinden bir damla yaş akmıyor, fakat hıçkıra hıçkıra,
hüngür hüngür ağlıyordu. Sonra karanlık bir sessizliğe düştü. Ne yiyor, ne
içiyor, ne de söylüyordu. Gözlerini bir noktaya dikiyor. Öyle saatlerce
kalıyordu.

  Zavallının yakınlarından da kimse yoktu ki, onu teselli
etsin. Yalnız, Memiş, yanıbaşından ayrılmıyordu. Bu iki
meczubun, hiç konuşmaksızın, birbirlerini anlayan ve birbirine uzun, önemli
ve samimi şeyler nakleden bir halleri vardı.

  Onların, bu sessiz ve esrarengiz hasbıhallerini bilmek isterdim.
Ben de, onlar gibi, meczubun biri değil miyim?

  Bu gönül faciası, bendeki sevdalı tahayyüllere yeni bir
renk verdi. İki günde bir, Dulcine'nin köyünün yolunu boyluyordum.
Bu sıcak yaz günlerinde iki köy arasındaki gidip
gelmeler epeyce yordu.

  Bazı günler, bu gezinti bir çöl yolculuğu kadar zahmetli
oluyor. Toprak, ayaklarımın altında, bir volkanın fışkırmaları gibi sert ve
sıcak. Güneş denilen ağır ve büyük ateş küresini, omuzlarım üzerinde, tek
başıma, ben taşıyormuşum gibi gökyüzünün bütün yaz ağırlığını sırtıma
abanmış hissediyorum.

  -Bu zahmet, bu meşakkat ne için? diyorum. Bir hayal
için, bir yabani çiçeğin gölgesi için. Bari, güzel kokuyor mu?
Bari, dokusu dudaklara hoş mu?

  Adam sen de. Her sevgili, bizim muhayyilemizin yaratıp
süslediği yaratıktan başka bir şey midir? Bu, ister bir şehirli
hanım, ister bir köylü kız olsun, ona, bir taneciğim diyen
biziz.

  Sanıyorum ki, birkaç defa sevdim ve her defasında, aynı
tarzda sevmekle beraber, sevdiklerim birbirinin aynı değildi.
Şu halde, gönlümüz her çiçekten bal alan bir arı gibidir.
Tevekkeli, Eşrefoğlu: Arı biziz bal bizdedir, dememiş.
Bu söz, şairlerin maşuka adını verdikleri yaratığı, derhal
ortadan kaldırıyor.

  Bu bakımdan Don Kişot, şark mutasavvıflarına ne kadar
benzer. İnsanlığın bu en büyük, en derin idealist tipi kasabada bir
köylü kızına, yıllarca gönül bağlamadı mı? Ona her
rastgeldiği yerde en kibar hanımlara yapılan muameleyi
yapmadı mı?

  Sanşo, efendisinin bu yanlış görüşüne hiçbir anlam veremiyordu. Prenses,
şato hanımı dediğiniz bu mu? Yok canım.

  Bu pis kokan, elleri nasırlı, alelade bir köylü karısıdır, diyordu.

  Don Kişot, buna rağmen, yerlere kadar eğilip Dulcine'nin
elini öpüyordu. Ve Sanşo'ya dönüp: -Oh ne güzel kokuyor. Ne
ilahi varlık! diyordu.

  Şu dakikada, ben de Dulcine'sine giden Don Kişot'un
benzeriyim ve öyle kalmak bana bir utanma vermiyor. Yürüyorum. Yürüdükçe,
gönlümdeki coşkunluk artıyor. Ayaklarımın altında çatırdayan, kuru toprağı
bir çimenlik sanıyorum.

  Ara sıra kenarlarından geçtiğim tarlalar, bana güllük gülistanlık geliyor.
O biçare tarlalar ki, üstlerindeki ekinler iki
karış yükselmeden sararmış. Boynu bükük başaklar, yerin
dibinden gelen bir ıstırabı hikaye ediyor.

  Ve önümde hep boz tepecikler. Toz toprak dalgaları.
Lakin, benim içimdeki orkestra, bunların hepsine hayalin erişemeyeceği kadar
cazibeli birer dekor niteliği vermektedir. Biraz sonra, Dulcine'nin yanına
varacağım.

  :::::::::::::

  Bugün içime doğmuş. Koruluğa daha ilk adımımı atar atmaz, onunla karşı
karşıya gelmeyeyim mi? Henüz yıkadığı çamaşırları dallara asıyordu.
Sıvanmış kolları, bileklerinden itibaren bembeyazdı.

  Beni görünce, gene o yabani geyik tavırları... Gene o,
ağaçların arasına saklanmalar koşmalar. Dönüp arkaya bakmalar.

  Ne olursa olsun, körpe geyik; bugün seni bırakmayacağım.

  -Neden kaçıyorsun? Öyle neden kaçıyorsun?

  Üstüne doğru yürüyorum. Bereket köyüne kaçamayacak.
Çünkü, ilk koşmaları onu köyün aksi yönüne attı.

  -Benden korkacak ne var? Dur bakalım. Ben sana kötülük edecek değilim.

  Bunları söyleyerek, yürümekte devam ediyorum. Bir an
geldi, durdu. Ve bir ağacın arkasına çömeldi. Yaklaşıyorum.

  -Canım benden bu kadar ürkecek ne var?

  -Aman, etme, güzel gardeşim. Aman etme.

  -Sana ne yapacağımı sanıyorsun? Haydi rahatına bak.

  Git işini gör! Ben, şöyle bir kenarda otururum.

  -Aman güzel gardeşim, olmaz. Halam görür.

  -Halan ne görür?

  -Olmaz, olmaz. Halam görür.

  Ve o kadar hazin, yalvaran bir sesle söylüyor ki... Tıpkı
ağa düşmüş bir avın sesi. Nerede ise, ağlayacak. Biraz daha
yaklaşıyorum. Öyle ki, aramızda yalnız bir ağaç var.

  -Bu korkuyu bırak. Bak ben yabancı değilim. Bu, beni
kaçıncı görüşün. Hiç sana benden bir kötülük geldi mi?
Hissediyorum ki, ağacın dibine büzülmüş ıslak bir kedi
gibi titriyor. Acaba heyecandan mı? Yoksa alelade bir cinsi
heyecandan mı? Çünkü, gittikçe sesinin bir miyavlamadan
farkı olmuyor.

  -Olmaz, olmaz. Halam görür.

  Ve ben, kalbim küt küt vurarak, yanıbaşına çöküyorum.

  :::::::::::::

  Salih Ağa, Zeynep Kadının başına hiç yoktan bir arazi
meselesi çıkardı. Bu köy ağası, Mehmet Ali'nin ta babası zamanından ekip
biçtikleri bir tarlanın kendisine ait olduğunu
iddia ediyor. Zeynep Kadın, geçen gece hüngür hüngür ağlayarak bana davayı
anlattı: Oğlu askere gittiği gün bile gözünden bir damla yaş akmayan bu
kadın, şimdi bir toprak parçası elinden gidecek diye ağlıyor. Asıl tuhafı şu
ki, bu tarla kira ile benim hesabıma ekilip biçiliyor. Ve Salih Ağa benden
davacıdır:

  -Korkma, ona zırnık vermem. Gerekirse mahkemeye düşeriz.

  Zeynep Kadın daha çok ağlamaya başladı:

  -Mahkemeye mi? Aman etme, aman etme...

  -O neden?

  -Ağa para yidirir. Kadı ile bir olur, üstelik öbür topraklarımızı da
elimizden almağa kalkarlar.

  -Nasıl olur? Neyle ispat eder? Sizin elinizde kağıdınız
koçanınız yok mu?

  -Yok ya, ne bileyim ben? Yok ya!..

  -O halde şahit gösteririz.

  -Hepsi ondan yana çıkar, hepsi...

  Zeynep Kadının neden ağladığını şimdi anlıyorum. Benim kafam da kızdı,
gidip Salih Ağa ile görüşeceğim.

  Gittim. Fakat neye yarar? Salih Ağa bir otomat gibidir.
Gözümün önünde canlı yaratıklara mahsus bütün vasıfları
gösteriyor, lakin ne işitiyor, ne konuşuyor, ne de sözlerimden
bir şey anlamış görünüyor. Sanki benim ağzımla onun kulağı
arasındaki mesafe beş on kilometredir.

  Farkına varmaksızın bağırmaya, tek elimle birtakım hareketler yapmağa
başlamıştım. Bir de baktım ki, Salih Ağa yanımdan sıvışmış gitmiş.

  Arkasından koşup yakaladım. Madeni bir parıltı ile parlayan gözlerini
gözlerime dikti. Dudaklarında silik bir gülümseme ile:

  -Senin nene gerek? dedi ve evinin kapısından içeri girdi.

  Salih Ağa'nın, bir ayak sesi duyunca, yuvasına kaçan bir
sansardan hiç farkı yok. O böyle kaçarken, insanın bütün avcılık duyguları
uyanıyor. Arkasından nişan alacağı geliyor.

  Bari gidip muhtarı göreyim, dedim. Fakat kendisine evde
yok dedirtti. Yenilmez bir öfke ile dönerken, yolda imama
rastladım.

  -Ne dersin, İmam Efendi, şu Salih Ağa'nın ettiğine?

  -Ne etmiş ki?

  -Bizim zavallı Zeynep Kadının malına sahip çıkıyor.

  İmam sustu. Başını önüne eğdi. Sakalını karıştırmağa başladı.

  -Böyle olur mu? Vallahi Kaymakamlığa, Mutasarrıflığa,
icap ederse Valiye kadar giderim. Söyle ona. Gözünü açsın.

  -Başüstüne; söylerim, diyor ve sıvışıyor.

  İşte bugünden itibaren Salih Ağa ile aramızda bir mücadele başlamış oldu.
Gerçi ben, hiddetim ve şiddetimle, durmadan taarruzda ve o, susuşları,
anlamazlıktan gelişleri, kaçışları, saklanışlarıyla hep savunma durumunda
görünüyor.

  Fakat hissediyorum ki, her tarafımızdan çevrilmişizdir. Havada bizi tazyik
eden bir gaz var.

  -Korkma, Zeynep Kadın. Seni sonuna kadar koruyacağım.

  O, kuşkulu bir tavırla başını sallıyor:

  -İnşallah, bakalım... diyor.

  -Canım ne kadar korkuyorsun? Toprağın üstündeki
ürün benim değil mi? Onu, ben biçeceğim. Ben kaldıracağım.
Gelecek yıl da, ona sormadan, sürmeğe başlayacağım. Varsın
o, davacı olsun.

  Bu dava sözünü duyunca, Zeynep Kadın yüzünü buruşturuyor.

  :::::::::::::

  Bir gece, uykumun arasında yürekler parçalayıcı feryatlarla uyanıyorum. Ne
oluyor? Yataktan fırlayıp koşuyorum.

  Meğer Mehmet Ali'nin karısı doğuruyormuş. Odanın kapısı
önünde, rastladığım Zeynep Kadına sordum:

  -Ebe getirdiniz mi?

  -Ebe de ne olacak? İşte, tavana urganı bağladım. Ona
asıla asıla kurtulur.

  -Ya sonra?

  -Sonrası ne olacak? Hepimiz böyle doğduk, dedi. Ve sözüne bir şey ilave
etmeden, doğum odasına girdi.

  İsmail, sokak kapısının yanında, hemen yan eşik üstünde kıvrılmış yatıyor.
Dünyadan haberi yok. Beni evin ta öbür ucundan uyandırıp, ayağa kaldıran
feryatlar iki adım ötede, onun kulaklarına kadar varamıyor.

  Doğuran kadının sesi, hemen hemen gayri insani diyebileceğim bir acayip
bağırış halini aldı. Bir cigara yaktım. Odamın içinde dolaşmağa başladım.
İçimde, buraya ilk geldiğim gece bile duymadığım bir perişanlık var.
Yelkenleri parçalanmış bir küçücük gemide bir deniz kazası geçirmekte olan
adam gibiyim.

  Kadının feryatları, boranın ıslıklarını hatırlatıyor. Şimdi
batacağız. Şimdi batacağız.

  Birden, bir yalçın çığlık ve sessizlik. Bir derin ıssızlık...
Mutlaka kadın doğurmuş olacak.

  Dünden beri, Mehmet Ali'nin bir oğlu var. Ben görmedim. Fakat, İsmail'in
anlattığına göre, o kadar küçük bir şeymiş ki, insan avucunun içinde
ağırlığını duymadan onu taşıyabilirmiş.

  -İsmail, mutlaka sen de doğduğun zaman, onun gibi şeydin. Bak, hala bir
türlü büyümüyorsun.

  -Evlenirsem daha gelişirim.

  -Evlenmek mi? Sen ha, olacak iş mi bu İsmail?

  -Neden olmasın? Ben üç aydır yavukluyum bile. Bu kez
ürün iyi olursa mutlaka evleneceğim.

  -Daha, bıyığın, sakalın çıkmamış. Daha on beş yaşına bile basmadın. Şu
boyuna bosuna bak.

  Bana kızdığını hissediyorum. Göğsünü mısır tavuğu gibi
öne doğru şişiriyor. Başını dimdik kaldırıyor:

  -Kız beni istiyor.

  Gülmekten kendimi güç tutuyorum.

  -Ya anası babası?

  -Anası babası yok. Halasının yanında oturur. O da vermezse kaçırırım.

  -Gözünü aç, sonra Süleyman gibi olursun. Başına neler
geldi, kendi gözünle gördün.

  Gerçekten yazmayı unuttum. Süleyman üç dört günden
beri ortadan kaybolmuştu. Kimse nereye gittiğini bilmiyor.
Hatta arkadaşı Memiş bile... Meczup uzaklarda, belirsiz bir
noktayı gösteriyor:

  -Deha, aha... gibi anlaşılmaz şeyler söylüyor, sonra manalı manalı
sırıtıyor.

  Lakin, görünen köy için kılavuza ne hacet? Bilen bilir ki,
Süleyman nerededir?

  :::::::::::::

  Ekinler sararmağa başladı. Zavallı ekinler... En yükseği
iki yaşında bir çocuk boyunu geçmiyor. Orta Anadolu'nun
topraklarındaki ıstırap sanki bunlarda en açık ifadesini bulmuş gibidir.
Akşam üstleri bütün başaklar yetim boyunlarını
büküyorlar ve hazin köklerine bakıyorlar.

  Ben bu manzarayı seyrederken eski Türklerin niçin hep
Rumeli'ye uzanmak istediklerinin manasını anlıyorum.
Anadolu'nun ortası, asıl anavatanın göbeği tuzlu göllerden, kireçli
topraklardan ibaret bir çorak ülkedir. Burada,
Türk milleti, çölde Beni İsrail'i andırır. Şimdi ise bir cehennem
çemberi onu, her tarafından kuşatmıştır. Bütün bereketli ve zengin
toprakları çepeçevre elinden alınmıştır. İstiklal Mücadelesinin ya ölürüz,
ya kurtuluruz, parolası işte, bundan ileri geliyor.

  Gerçekten, bunun, ikisi ortası olmaz. Türk milleti, ya bu
çemberi yarıp geçecektir, yahut da burada ölmeğe razı olacaktır.
Ölmeğe razı olmak... Şimdiye kadar hangi milletten bu
kadar ağır bir şey istenilmiştir? Ama içimizden bunu kabule
hazır insanlar çıkıyor. Geçen gün, aldığım İstanbul gazetelerinde okudum.
Sevr Muahedesi esas itibarıyla kabul edilmiş. Damat Ferit hükümeti onu
imzaya üç kişi yolluyormuş.

  Bu üç kişiden biri de Rıza Tevfik'tir. O Rıza Tevfik ki bize
Türk folklorunun zevkini veren ilk adamdır. Türk halkına bu
hıyaneti reva görmesinin sebebi ne? Niçin, bir yaşlı Şaman
heyetine girip bu arık topraklarda dolaşarak milletin ıstırabını terennüm
etmiyor?

  Yazıklar olsun, seni sevmesini bilmeyenlere; ey, gamlı ülke!.. Seni sevip,
senin sessiz dramın içinde gömülüp gitmekten korku çekenlere!.. Taşın,
toprağın ne bitmez bir sabır ve mukavemet hazinesidir! İnsan, senin göğsünde
ya destani bir kahramanlığa erer ya da en ilahi mizaçlı velilerin feragat
ve mahviyet derecesine varır.

  Şimdi, şu söğüt dalının altından haykırsam Yunus Emre
bana ses verecektir:

  -Derviş gönlü taş gerek,

  Gözü dolu yaş gerek,

  Koyundan yavaş gerek

  Evet, pirim; evet pirim. Ben işte, burada öyle olmağa çalışıyorum. Bu
bodur ve seyrek ekinler, bu boynu bükük başaklar, bu buğulu söğüt ağacı, bu
donuk ve sessiz su, hülasa, bütün bu yoksul tabiat parçası neyin sembolüdür?

  Bunlar arasında bir ruh, toprağa gömülmüş bir tohum
değil midir? Ben, Yedek Subay Ahmet Celal; Celal Paşa'nın
oğlu Ahmet; Porsuk Çayı'nın kenarında böyle bir tohum haline girdim. Bir
kulaç, kara toprak içinde filizimi sürmek, dal ve budaklarımı aydınlığa
doğru uzatmak, meyvamı vermek için Allah'ın rahmetini bekliyorum. Ve gömülü
olduğum toprağın ıstırabını bedenimde hissediyorum. Her hususta ona
karışıyorum.

  Ben, Celal Paşa'nın oğlu Ahmet, İstanbul'un en muhteşem konaklarından
birinde doğup ve parıltılı hülya iklimlerine doğru kanat açıp uçtuktan
sonra, kanatlarımın biri kırılmış olarak buraya düştüm. Otuz iki yaşında bir
emekli asker, bütün geleceği geride kalmış bir sakat delikanlı, şimdi
burada...

  -Ne yapıyorsun?

  Hah, hah; adam sen de...

  Görüyorum ki, fikir ve hayal aleminden henüz yere inmiş
değilim. Oysa, ben İstanbul'dan çıkarken bütün ıstıraplarımın kaynağının
kafamda olduğuna karar vermiştim. Ve onu orada bırakmak istemiştim. Burada,
hiçbir şeyi düşünmeyecek, metafiziğe tamamıyla veda edecek ve bir köylü
nasıl yaşarsa öyle yaşayacaktım. Tamamıyla onlara karışacaktım.

  Lakin işte görüyorum ki, bir çanak suda bir damla zeytinyağı gibiyim. Ne
karışıyorum, ne de dibe çökebiliyorum. Bize, bunun için toplumun kaynağı
diyorlar galiba.

  Türkiye'nin aydın sınıfı, gerçekten bu toplumun kaynağı
mıdır? Eğer öyle ise, bu Salih Ağalardan, Bekir Çavuşlardan,
bu İsmaillerden, bu Zeynep Kadınlardan bende bir şey bulunması gerekmez
miydi? Oysa, ben burada hayvanlara insanlardan daha yakınım. Onları,
tiksinmeden, şefkatle sevmesini biliyorum ve bu sevgim onlara geçebiliyor.
Boz eşek bana iyiden iyiye alışmış. Zira, onun başını koltuğumun altına
alıp saatlerce okşarken, o tatlı tatlı bana bakar ve bazen
ben yürüyünce kendiliğinden arkama takılır.

  Oysa, küçük İsmail, bana karşı hala ilk geldiğim geceki
yabancılığını, uzaklığını muhafaza etmektedir. Ona, dostluk
ve sevgi göstermiyor muyum? Eski çamaşırlarımı hep ona
vermiyor muyum? Avucuna ikide bir paralar sıkıştırmıyor
muyum? Yaptığım iyiliklerin hiçbiri, hiçbiri onu bana meylettirmiyor!

  Geçen gün, Zeynep Kadını, sokak kapısının önünde benden yakınırken
yakalamıyayım mı? Ben, onun bütün işlerini karıştırmışım. Salih Ağa ile
aralarını bozmuşum. Zaten yanlarına geldiğim günden beri evlerinin beti
bereketi kalmamış. Mehmet Ali askere gitmiş. Başlarına bu arazi davası
çıkmış. İsmail şımarmış, kiinseyi dinlemez olmuş.

  Ben bunları işitmezlikten geldim. Kapıdan çıkmak üzere iken ayaklarımın
ucuna basarak ters yüzü odama döndüm. Şimdi başım iki ellerimin arasında
düşünüyorum:

  Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi
oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak...

  Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim?
Nasıl onlar gibi hissedebilirim?

  Odamı dolduran bütün bu kitapları yakmak...
Bu resimleri, bu levhaları ayaklarımın altına alıp ezmek.
Neye yarar? Hepsi benim içime girdiler. Bende, silinmez,
kaçınılmaz, yıkanıp temizlenmez izlerini bıraktılar. Benim iç
duvarlarım, bütün bu yabancı nakışlar, çizgiler, işaretler,
renkler ve hiyerogliflerle doludur. Dış cephem değişmiş neye
yarar? Ben, asıl ben, bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan
gelen maddeler ve unsurlarla yoğrula yoğrula adeta sınai, adeta kimyevi bir
şey halini almışım.

  Geçen gün, kırlarda dolaşırken ayağım bir konserve kutusuna çarpmıştı.
Durup bakmıştım. Bu kutu Amerika'dan gelmiş bir kutu idi ve üstünde İngilizce
bir şeyin adı yazılı idi. Bu kutuyu buraya hangi yolcular bıraktı? Kimbilir
ne zamandan beri kaldı, bilmiyorum. Fakat tuhaf bir ilgiyle eğildim, elime
aldım, baktım adeta bir eski aşinayı görür gibi oldum.

  Ben, bu topraklarda, işte bu teneke kutunun eşiyim.
Benzetiş, istiare... Benzetiş, istiare...

  Fakat hayatta böyle bir şey yok. Hayat ve gerçek Salih
Ağa'nın ayaklarında; hayat ve gerçek, Zeynep Kadının buruşuklarında; hayat
ve gerçek muhtarın kırçıl sakalında; hayat ve gerçek İsmail'in yuvarlak
gözlerindedir.

  Kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu köylüler tarlalarından
evlerine dönerlerken dibine oturduğum söğüt ağacının dallarından bütün
hülyalar ürkerek kaçışır. Çetin çalışmaları esnasında, balçıklaşan bu
insanlar, küme küme, ikişer üçer, teker teker, kerpiçten yuvalarına
dönerlerken, ben kendimi; kendi köşemde her zamandan daha garip, daha
anlayışsız, daha manasız, daha faydasız bulurum.

  Bu balçıktan insanlar, aralarında hiç konuşmadan yürürler. Kiminin
sırtında bir demet çalı, kiminin bir çuval vardır. Kimi, bir keçi yavrusunu
kucağına almıştır. Kimi, bir mandayı dürtüşleyerek önüne katmıştır. Boz
eşek, İsmail'in ardından başını önüne eğmiş, küçücük adımlarla yürür. Kadınların
pek çoğunun omuzunda asılı bir torba içinde bir
yavnı, başı aşağıya sarkmış, uyuklamadadır. Yürüyebilenler, hep köyde
kalmıştır ve süprüntülüklerin içinden paytak paytak gelenlere doğru yürürler.

  Bu manzara, Nuh'tan önceki ilk insan kümelerinin manzarasıdır. Lakin, bu
akşam gökten, ne ceza, ne mükafat şeklinde hiçbir belirti görünmeyecek.
Her geceki mutat karanlık çökecek ve Zeynep Kadın kızlarıyla gelininin
pişirdiği bir kap yemeği, kirli bir tepsi içinde, benim odamın kapısından
içeri bırakacak.

  :::::::::::::

  Yattığım yerden küçük harman yığınları görünüyor. Burası köye yarım saat
mesafededir. İlk planda Bekir Çavuş'un tarlası var. Tam tarlanın ortasında
kör kız tek başına oturuyor. Vakit, bir öğle saatidir. Güneş altında kızın
uzun saçları birer taze mısır püskülü gibi cilalı görünüyor. Bu kız, henüz
on iki, on üç yaşındadır ve o kadar cılızdır ki, bir gün sırtını
okşarken bütün kaburga kemiklerini saydım. Zavallıyı, niye
böyle kırın ortasında, bu güneşin altında tek başına bırakmışlar?
Onu, mutlaka, unutmuş olacaklar. Ve o, tarlada herkesi henüz çalışmakta
sanıyor.

  Kalkayım, onu elinden tutup evine götüreyim derken, bir
de baktım ki, Salih Ağa'nın kambur oğlu, haylaz haylaz dolaşarak ona doğru
yaklaşıyor. Bu çocuk tıpkı bir sakat keçiye benzer. Bu çocuk diyorum. Belki
de o bir delikanlıdır. Çünkü konuştuğu vakit sesi herhangi bir erkek
sesinden daha kalındır.

  İşte, kızın önüne geldi, durdu. Ona bir şeyler söylüyor.
Kız başını kaldırmış, sanki görür gibi onun yüzüne bakıyor.
Kambur, iki elini kuşağına soktu. Etrafına bakındı, sonra yine kıza
dönüp bir şeyler mırıldandı. Kız utanmış gibi başını
önüne eğdi. Kambur külahını çıkardı, uzun bir süre tepesini
kaşıdıktan sonra kızın yanına çöktü. Şimdi, ikisi de omuz
omuza oturuyorlar.

  Fakat, kamburun ne eli ne ayağı rahat duruyor. Kah yerden aldığı bir diken
veya saman çöpü ile kızcağızın ensesine dokunuyor, kah parmaklarının ucu ile
çıplak tabanını gıdıklamağa çalışıyor. Kız huysuzlanıyor, kalkıp gitmeğe
çabalıyor. Öbürü tekrar elinden çekip yerine oturtuyor.
Hayatımda hiç bu kadar igrenç derecede gülünç bir manzara görmedim. Bu
alelade bir yaramaz erkek çocuğun bir uslu kız çocuğa musallat oluşu gibi
değil, çok daha canavarca bir şey... Denilebilir ki, bir yılan bir kurbağayı
yutmağa çalışıyor. Denilebilir ki, dev kadar kocaman bir örümcek bir
pervanenin etrafında ağını örüyor.

  Kambur, kızın canını acıtmağa başladı. İki defa bağırdığını işittim. Bari
gidip işkenceye son vereyim dedim. Ne lüzumu var! Kız kaçıyor, kambur
arkasından kovalıyor. Kız önünü görür gibi koşuyor.

  O kadar ki, derenin kenarına gelince durdu. Ve ancak bu
suretle tekrar avcının eline düştü. Bu sefer kambur, onu belinden sımsıkı
yakalamış bırakmıyordu. Sürükleyerek derenin içine doğru çekti.
Ben yerime otururken her şeyi anlamış bulunuyordum.

  İnsan, hayvanların en iğrenç olanıdır.

  :::::::::::::

  Nihayet, Salih Ağa yapacağını yaptı. Benim hesabıma
ekilip biçilen Zeynep Kadının tarlasından iddia ettiği ortaklık hakkını, bir
gece, hiçbirimizin haberi olmaksızın kaldırıp
götürdü. Bu vakayı duyduğum anda öfkemden beynim attı.

  Ömrümde adam dövmedim, fakat Zeynep Kadın başta olmak
üzere bütün ev halkı önüme çıkıp yalvara yalvara vazgeçirmeselerdi, mutlaka
gidip, o küçük köy ağasını bir iyi pataklayacaktım.

  Meğer, birkaç gün önce bu işi yapacağını haber vermiş imiş. Ben de
biliyordum ki, tarlanın asıl sahibi olmak iddiasıyla ekinden bir pay almak
fikrinde idi. Fakat hayasızlığı, cüreti bu derece ileriye götüreceğini asla tahmin edemezdim.

  Neyse, olan oldu. Şimdi, ne yapmalı. Doğrusu, ben kendi hesabıma herhangi
bir yürek acısı duymuyorum. Biraz darı, biraz buğday ektirmiştim. Bu da
ancak Mehmet Ali'ninkilere bir faydam olsun fikriyle idi. Bununla beraber,
onlar da bundan çok üzgün görünüyorlar. Bilakis beni yatıştırmaya
çalışıyorlar... Sen sağ ol, aman bir dırıltı çıkarmayalım diye yalvarıyorlar.
Beni öfkelendiren de, işte, onların bu korkuları, bu miskinlikleridir.
Onlarda adalet duygusunu kurcalamaya çalışıyorum. Nafile; taş gibidirler.

  Bunlar, henüz bir sosyal yaratık haline bile girmemiştir.
Ta yontulmamış taş devrindeki insanlar gibi yaşıyorlar. O
vakitler de, kabilenin en güçlüsü, elinde bir ağaç baltayla sizin
üstünüze yürür, ağzınızdan lokmanızı, ininizden karınızı
alıp götürürdü ve bu, herkese tabii olaylar gibi sakınılmaz,
önlenmez görünürdü.

  Köylüde mülkiyet duygusu her şeyin üstündedir, derler.
Uzun yüzyıllardan beri devam eden dış istilalar, iç eşkiyalıklar Türk
köylüsünde bu duyguyu da köreltmiştir. Hepsinin içinde, semavi bir afet
esnasında bir koyun sürüsünün ürkekliğinden bir şey var. Neden ürküyorlar?

  Bunu tarif ve tahlil etmek mümkün değildir. Onları bu
hale koyan, üstünde yaşadıkları bu sert ve haşin tabiat mıdır? Merhametsiz
bir üvey ananın göğsü gibi hareketsiz bu topraklarda ancak böyle bir öksüz
çocuk ruhu dalgalanabilir.

  Lakin, bütün bu felsefeler, beni, gidip Salih Ağa'ya çatmaktan alıkoyamadı.
Meydanlıkta, kahvenin çardağı altındaydı. Ağır ağır üzerine doğru yürüdüm.
Beni görünce sapsarı kesildi, başını önüne eğdi, büzüldü. Gittim, önüne
dikildim:

  -Bizim ürünü gece çalan sen misin?

  Cevap vermiyor, yere bakıyor.

  -Söyle, hırsız sen misin: Şimdi yakandan sürükleye sürükleye seni en yakın
karakola götüreceğim.

  Ayağının başparmağını avucunun içine aldı.

  -Söyle; diyorum. Söyle, diyorum.

  Ve kendimi kaybedip yakasına yapıştım. Silkinip geriye
çekilmek istedi. Sarstım. Davrandı, ayağa kalktı ve elimden
kurtulmak için çabalamaya başladı. Kahvede kimse yoktu.
Kahveci de suya gitmişti. Salih Ağa tuzağa düşmüş bir çakal
gibi pençemde kıvranıyor.

  Birden, herifin ağzını elimin üstünde hissettim. Bir hayvan gibi ısırmaya
çalışıyordu. Kara, seyrek dişlerinin nemini derimde duyar duymaz, bütün
hiddetim bir derin tiksintiye çevrildi. Onu nefretle geriye ittim. Lakin
yere düşmesiyle toparlanıp kalkması bir oldu. Bir sıçrayışta kahvenin
peykesinden öteye atladı. Koşarak kaçtı gitti.

  Bir süre, gülmekle ağlamak arasında, hasmımın yerde
kalan pabuçlarına baktım.

  Her şeyi bu kadar ciddiye almak, bu kadar öfkelenmek
neden? Kaç gün yüreğimde bu olayın azabını taşıdım. Gidip,
Salih Ağa'nın kendisinden bizzat af dilemek istedim.
Ama, o bana karşı hiçbir kin taşımıyor gibi. Yapacağını
yaptıktan, almak istediğini aldıktan sonra ötesine pek önem
vermiyor. Hatta, meselenin bu kadarcıkla kapanmış olmasına
seviniyor. Belki, bununla da kalmayıp içinden bana karşı
bir küçümseme duyuyor. Beni herhangi bir delikanlı gibi
ham ve hoyrat buluyor.

  :::::::::::::

  Aşar memuru köye geldiği gün onu ilk karşılayanlardan
biri Salih Ağa oldu. Bir süre baş başa konuştular. Sonra yanlarına Bekir
Çavuş, muhtar ve ünam geldi. Salih Ağa gayet önemli ve işbilir bir adam
tavrı takınmış; hepsine ağır ağır, yavaş yavaş bir şeyler söylüyor.
Yanlarından geçerken hepsi birden kalkıp bana selam verdiler. Baktım, Salih
Ağa da kalkmış selam veriyor. Yanlarına vardım:

  -Merhaba ağalar...

  Aşar memuru setre pantolonlu, kauçuk yakalıklı, yusyuvarlık bir kıranta
adamdı. Dizleri ve ayaklarının uçları birbirine bitişik oturuyor. İki laf
arasında bir uyukluyor.

  -Bu yıl bir uğursuzluk var emme...

  -Ne diyon be, sen ne diyon?

  -İyi olur inşallah.

  Bu tarzda başı yok, sonu yok bir konuşmanın ortasına
düştüm: Gerçi ben gelince yüzler değişti, sözler değişti. Fakat, aşar
memurunun yüzündeki uyku hali dağılmadı. Sivrihisar'dan geliyormuş. Yola
çıkalı on beş gün oluyormuş.

  Onun için ne sorsam bilmediğini söylüyor. Ankara, size daha yakın diyor.
Ankara bize daha yakın... Bu sözde bilmem niçin yüreğime ferahlık veren bir
şey var. Bir gün kalkıp oraya gideceğim. Lakin bu şehir o kadar kalabalıkmış
ki, gidip de açıkta kalmaktan değil ama, faydasız bir konuk olmaktan
çekiniyorum.

  -İçinizde Ankara'yı gören var mı?

  Bir aşar memuru görmüş.

  -Sivrihisar'a tayin edilmezden önce Kalecik'teydim. Oradan geçtim. On, on
beş gün kaldım. Fena yer değil. Ama, suyu yok, yeşillik yok. Hem öyle bir
pahalı, öyle bir pahalı ki...

  Bekir Çavuş, geçenlerde Polatlı'ya kadar gitmiş.

  -Gördüm, diyor, trenler Ankara'dan Eskişehir'e boyuna
asker taşıyor ve Eskişehir'den Ankara'ya vagon dolusu erzak
gidiyordu.

  Muhtar:

  -Hep büyükler oraya toplanmış, dedi.

  Aşar memuru kim bilir kaçıncı uykusundan baş kaldırıp:

  -Büyükler mi? Öyle, öyle. Bizim müdür de orada... Ben
gördüm, diye mırıldandı.

  Soruyordum:

  -Aylıklar, muntazam çıkıyor mu, memur efendi?

  -Aylıklar, hiçbir zaman bu kadar muntazam çıkmamıştı.
Ayın otuzu oldu mu hemen bordrolar hazırlanıyor. Bir imza
edip almak kalıyor.

  Milli hükümetin bu başarısını duyunca sevinçten yüreğim hopluyor.

  -Her şey buna göre... Ben Kalecik'ten Ankara'ya üstümde iki bin lira
emanet parayla geldim. Yolda kah yaya yürüdük, kah açıkta yattık.
Elhamdülillah, kılımıza dokunan olmadı. Her taraf güven içinde.

  Yüreğim bir daha sevinçten ağırma geliyor. Güya bütün
asayişi, düzeni sağlayan benmişim gibi bir gurur ve iftihar
duyuyorum. Memura köylüleri göstererek:

  -Bir de bunlar, her şeyin kötüye doğru gittiğini söylerler.
Hep uğursuzluktan, bereketsizlikten bahsederler, diyorum.

  Lakin, memur, bu sırada gene uykuya dalmıştı. Köylülerden biri:

  -Öyle deme, beyim dedi ve eliyle ovada bir geniş daire çizerek; vakti
zamanında şu gördüğün yerler hep ağzına kadar dolu erzak kuyularıydı. Şimdi
açsam diplerinde bir tane arpa bulamazsın.

  Aşar memuru, tam bu sırada gözünün bir tanesini açtı ve
bana: İnanma, yalan söylüyor der gibi bir, işaret yaptı.
Anadolu köylüsünün zahire ambarları bomboş, fakat
Türk entelektüeli yedi devlete harp açmıştır. İstanbul'da Ali
Kemal buna delilik diyor. Ben, bu hali ulvi ve heyecan verici
bir manzara gibi seyrediyorum.

  Ankara'da Hakimiyeti Milliye gazetesi İtilaf kuvvetlerinin İstanbul'daki
rezaletleri diye, bir olaylar sütunu açmış.

  Öbür tarafta, Galipler, aklınızı başınıza alın başlıklı bir makale
neşrediyor. Havada Milletin hakimiyeti sözü bir vahiy gibi dolaşıyor.
Gelip, beni, bu inzivada uyandırıyor.

  Türkiye'nin karanlık semasında Mustafa Kemal adı bir şafak yıldızı gibi
parlıyor. Bunun etrafında bazı peykler beliriyor. Tekrar Türk ordusundan
bahsediliyor. Mehmet Ali'den mektup geldi. Mensup olduğu alay Kütahya'daymış.
Arasıra bizim taraflardan bir kafile asker veya bir subay grubu gelip
geçiyor. Bunlardan bazılarını bizim köyde konuk ediyorum.

  Bunlar, artık benim bildiğim Cihan Savaşı subayları değildir. Bazılarıyla
tanışmakla beraber onlarda eski ruhtan,
eski kafadan bir belirti bulamıyorum. Bunlar, bir ordunun
alelade subayları olmaktan ziyade yeni bir mezhebin öncüleri gibidir. Cihan
Savaşı'nda her biri bir şeyden şikayetçiydi.

  Hepsi devletin siyasetini tenkit ederdi. Hepsi canından bezgin görünürdü.
Şimdi ise tartışma bile kabul etmiyorlar.

  -Mutlaka yeneceğiz, diyorlar.

  Fakat, inanılacak şey değil. Ben, savaşı istemeyenlerin
arasında yaşıyorum... Bu milletin tek güç kaynağı bu köyler,
bu hastalık, yoksulluk, umutsuzluk yuvaları değil mi? Bu savaşta subayların
yönetecekleri insanlar hep bu aralarında yaşadığım kanları çekilmiş, derileri
kemiklerine yapışmış, gözlerinin feri kaçmış hayaletler değil mi?

  Geçen gün bir cephanenin cepheye nasıl taşındığını gördüm. Uzun bir kağnı
kafilesi... Ah, ne hazindi, bu kağnı kafilesi... Gacır, gacır... Ve sıska
mandaların kalça kemikleri o kadar sivrilmişti ki, yer yer derilerini
delmişti. Bu deliklerin üstünde sineklerin yüzlercesi kalkıp yüzlercesi
konmaktaydı.

  Kafileyi yöneten insanlar ise sineklerin azmanı gibidir. Ne
şekilleri insan şekline, ne yürüyüşleri insan yürüyüşüne, ne
sesleri insan sesine benzer. Bu iki direk, iki tekerlekten ibaret arabalar
sanki onların uzuvlarına bitişiktir. Bunların
içinde yatarlar. Döşekleri, yorganları, yiyecek ve içecekleri
bunların içindedir. Kaplumbağanın kabuğu belki kaplumbağadan ayrılabilir.
Fakat bu arabaları o adamlardan ayırmanın imkanı yoktur.

  Bitmez tükenmez Anadolu yollarında, dereler, tepeler
aşarak, yokuşlar çıkıp inişler inerek, dikenlikler ve kayalıklar arasından
geçerek hazin hazin yürüyen kocaman acayip kaplumbağalar... Siz, aynı
zamanda, Türk köylüsünün yırtık pırtık eşyaları arasında, emsalsiz bir savaş
alanında birer destan eşyası da taşıyorsunuz. Onun için uzaktan uzağa
bana mitolojik hayvanlar gibi görünüyorsunuz.

  Hiç şüphesiz, büyük akınlara, büyük fetihlere giden eski
Türklerin arkasından da buna benzer katarlar yol alırdı:
Atilla'nın eşyasını taşıyan arabalar da belki bunlardan farksızdı. Oğuz
kolları, Anadolu üstüne, mutlak, bunun gıcırtılarını dinleye dinleye
uzandılar. Herhalde bu garip ve hazin araba tipini, birer fosil izi halinde
eski taşların böğrüne kazılmış görmek mümkündür. Fakat, bütün bu tarihi
tahayyüllere rağmen, insanın gene bunlardan destani bir şey bulmaya gücü
yetmiyor.

  Kağnılar geçerken, savaşın sonucundan, ben bütün köylülerle beraber
umudumu kesmiyorum. Gacır, gacır, gacır, gacır... Sanki belkemiğim bir
testereyle orta yerinden kesiliyor gibi. Ve mandaların bütün ağırlığı bir
kara kabus halinde üstüme çöküyor.

  Lakin, işte, subaylar mutlaka yeneceğiz diyorlar. İnönü, yeni bir devrin
başlangıcı değil mi? Türk ordusu orada yüzyıllardan beri kaybettiği
geleneğine tekrar kavuşmadı mı?

  Nerede okudum, bilmiyorum: Cephe artları, tiyatroların
kulislerine benzermiş. Shakespeare'nin ve Racine'nin bir trajedisi
oynayacak. Sahnede, kralları, kraliçeleriyle bütün bir
saray içinin haşmet ve debdebeleri gösterilecek. Fakat bundan önce bir de
kulisteki hazırlığı görünüz: Yırtık ve ter kokulu canfes parçalarından bir
yığın hırdavat ve bunların arasında yarı aç, yarı tok birtakım zavallı
insanlar gelip gidiyor, eğilip kalkıyor.

  İşte, biraz sonraki muhteşem sahne bu unsurlardan teşekkül edecek.
Bizim İsmail'e, artık ben de kızar oldum. Ne bir iş gördüğü, ne yerinde
durduğu var. Öyle bir haylazlaştı, öyle bir haylazlaştı, deme gitsin. Bazen,
ortadan büsbütün kayboluyor. Saatlerce, hatta günlerce nereye gittiği
bilinmiyor...

  Gerçi, ilk günler evde hayli müthiş sahneler oldu. Zeynep
Kadın, babası tutmuş bir zenci karısı gibi, kaç kere çocuğun
üstüne saldırdı. Fakat, kar etmedi. İsmail taze bir kuvvetle
canlanmış görünüyor. Hatta bir defasında anası üstüne doğru yürürken, o
kolunu havaya kaldırdı:

  -Hele bir gel, hele bir gel... dedi.

  Zeynep Kadın, şaşırdı:

  -Ne diyon? Ne diyon?

  -Hele bir gel, hele bir gel...

  -Amanın, bana el kaldırıyor!..

  O andan beri, sanki İsmail'in elini kolunu bağlayan sihir
bozuldu. Kabuk yarıldı, içinden çıkan hiçbirimizin tanımadığı yeni
yaratık bir salyangoz gibi esrarlı, cıvık ve siniktir.

  Bir yanından dokunulduğu vakit, sertleşir, antenlerini uzatır ve
elinizin üstüne sümüğünü bırakır.

  Eskiden sigara içmezdi. Ben verdiğim zaman, bize göre
değil derdi. Şimdi sabahtan akşama kadar durmaksızın, sigaralarımdan
alıyor.

  Bir gün dedim ki:

  -Sigara istiyorsan bana söyle, ben veririm. Bir daha haberim olmaksızın,
odamdan bir şey alma.

  Sanki sözüm ona değilmiş gibi, cevap vermeden uzaklaştı.
Eskiden, benim yanımda, bir nevi terbiyeli duruşu vardı.
Şimdi beni nerde görse, adam yerine saymıyor. Onu bir köşede sıkıştırıp dövmek istiyorum.

  :::::::::::::

  Son zamanlarda, ne vakit, adını bilmediğim güzel köylü
kızının köyüne gidecek olsam, İsmail'e yolum üstünde rastlıyorum. Ya ben
giderken o dönüyor, yahut ben dönerken o gidiyor.

  Bir defasında ben onu görmemezlikten geldim, bir defasında, o beni
görmemezlikten geldi.

  Nihayet, günün birinde, kavaklıkta yüzyüze karşılaşınca,
durmağa mecbur olduk. Onda ve bende acayip bir tutukluk
vardı. Ne ben ona bir kelime söyleyebiliyordum, ne o bana.
Suyu çekilmiş derenin içinde, bir hayvan leşi üstüne, kargaların bir
kümesi konup, bir kümesi kalkıyor ve cıyak cıyak bağırıyorlardı.

  İsmail ve ben bir süre, yanyana köye doğru yürüdük.
Sonra ne yapacağını bilmeyen kimselere mahsus bir iç sıkıntısı ile
yolun ortasında durup kargaların uçuşunu seyrettik.

  Tabakamı çıkardım bir cigara yaktım. Bir tane de İsmail'e
uzattım:

  -Bu köyde ne var, ne yok?

  -Heç, karı kızan çalışırlar.

  -Sen dönüyor muydun?

  -Hee...

  -Öyle ise beraber dönelim.

  Ve tersyüzü geri döndük. Aşağı yukarı on, on beş dakika
sessiz yürüdükten sonra başımı ona doğru çevirmeksizin sordum:

  -Yoksa senin nişanlın bu köyden mi?

  Cevap vermedi.

  -Dördüncü defadır ki sana buralarda rastgeliyorum.

  Mutlak, sevdiğin kız buralı olacak.

  -Dedüğün gibi, beyim.

  -Hangi kız, o bakayım? Çünkü, ben burada hemen herkesi tanıyorum.

  -Şabangilin Emine. O seni biliyor.

  -Emine...

  Yüreğim küt küt atmağa başlıyor. Dilim, ağzım içinde
kupkuru oldu:

  -Yanlışın var, ben Emine diye bir kız tanımıyorum.

  İsmail tekrar etti:

  -O seni biliyor.

  Sesinde ne hiddet, ne sitem, hiçbir şey yoktu.

  -Bu Emine, yeşil gözlü, uzun boylu... Hani, güldüğü vakit bembeyaz dişleri
var. O mu?

  Cıvık bir sırıtma ile:

  -Hee, o ya... Hee, o.

  Kulaklarım uğulduyor:

  -Benim için ne dedi, o sana?

  -Kolu yok bir herif buraya gelir. O, senin ağan mı? dedi.

  -A, a dedim. Kolu yok bir herif mi? O nasıl söz?

  Başını eğip, guya ilk defa görüyormuş gibi, gözlerini sağ
yanıma dikiyor. Sonra, hayretle yüzüme bakıyor. Demek istiyor ki,
peki kolsuz değil misin?

  Bazı heyecanlı anlarımda, kesik kolumun ağrısını duyarım. Gene, öyle
oldu. Sağ tarafım zonklamağa başladı.

  Sol elimle, yaradana sığınıp, yanımdaki cüceye bir tokat
aşketmek istiyordum.

  Bütün gece, sağ tarafım hep zonkladı durdu. Gözüme bir
damla uyku girmedi. Yeniden, bu köye ilk defa gelmiş gibiyim. Kendimi o
kadar garip o kadar yalnız ve öksüz hissediyorum. Tekrar, ıssız Anadolu
yaylalarının kasvetli haritası beynimin içine nakşoldu. Bu engin yoksulluğun
ücra bir köşesine kendimi bir kara nokta gibi atılmış görüyorum.

  Burada ben, İstanbul'daki kadar azap ve işkence içindeyim. Taş, toprak,
su, insan, hayvan burada her şey benim aleyhimdedir. Ve bende bütün bu
düşman unsurlara karşı mücadele etmek gücü yok. Durmadan eziliyorum.
Durmadan eziliyorum.

  Bu bakımdan İsmail benden ne kadar güçlü görünüyor.
Tabiat, onu da evirmiş, kıvırmış, onu, daha on yedi yaşına
girmeden bir ihtiyar adam gibi buruşturuyor.

  Fakat, bu sarp ve haşin ülkenin eşi olan ruhu, zaman zaman, bütün dış
düşmanlardan öç almasını biliyor. Cengel'in bütün özelliklerini bilen bir
genç goril gibi bu havalinin en güzel, en tatlı meyvesine pençesini atıyor
ve sırıtarak, onu avucunun içinde tutup yalamasını biliyor.

  Nasıl yaptı? Buna nasıl muvaffak oldu? Bir taze dişi, bu
erkek kurusuna, daha on yedisine varmadan dişleri dökülmüş, yüzü buruşmuş bu
garip tabiat yaratığına nasıl tahammül edebilir?

  Karanlığın içinden Emine'nin beyaz dişleri iki sır sedef
taneleri gibi parlıyor. Bunlar, İsmail'in mi olacak? Narin ve
alımlı, endamlı, bir körpe söğüt dalı gibi üzerimde salınıyor.
İsmail'in bütün vücudu, bir tırtıl gibi bu dala mı tırmanacak?

  Yok, yok. İn oradan, çekil. Yarın söyleyeceğim, Emine
gözünü aç. Sonra pişman olursun. Bu cüce, sana koca olamaz. Gençliğine,
güzelliğine acı, diyeceğim.

  Ya, sana ne oluyor? derse... Bir köylü kıza, İstanbul usulü ilanı aşk mı
edeceğim? Bu kadar gülünç, bu kadar zavallı, bu kadar acayip bir şey olmağa
katlanacak mıyım?

  Haydi, canım. Ne yaparlarsa yapsınlar. İki köylü sevişip birbirlerini
alacaklarmış. Bana ne?

  Kendi kendime bunu söylemekle beraber, gene gözüme uyku girmiyor. Hey
Allahım, Emine'yi İsmail'den kıskanıyorum. Ben Celal Paşa'nın oğlu Ahmet,
emirerim Mehmet Ali'nin kardeşi bücür İsmail'i kıskanıyorum. Boğazını sıkıp
öldüresiye kıskanıyorum.

  :::::::::::::

  Kaç gündür, bin türlü çare ile diş ağrısını yatıştırmağa
çalışan adam gibiyim. Kah zihnimi büyük ve önemli şeylerle
işgal ederek, acımı unutmağa çalışıyorum. Kah okuyorum,
okuyorum, okuyorum. Bazen de çıkıp kırlarda, bayırlarda
dolaşıyorum ve böyle dolaşırken, hep tesadüf mü diyeyim,
yoksa bir alışkanlık eseri mi, kendimi Emine'nin köyü civarında buluyorum.
O vakit, geçmiş sandığım ağrı bütün şiddeti, bütün azgınlığı ile baş
gösteriyor.

  Bu, benim bir kadına ilk tutuluşum değildir. Fakat, bu
benim için ilk olmayacak sevgidir. Bir dağ gülü, dikenlikler,
çalılıklar arasından bir dağ gülü nasıl koparılır? Bilmiyorum. Ne denilir?
Nasıl alınır? Bilmiyorum. Kambur oğlanın, kör kızı, ardından kovalayıp
yakalayışı gibi mi? Gidip ona sormak istiyorum.

  Lakin, bana, bu hususta ders verebilecek tek bir kişi var.
O da İsmail'dir. Suratını görmeğe tahammülüm olsa gidip
ondan öğreneceğim. Emine'nin gönlünü çelmek için ne yaptın diyeceğim. O
bana cevap vermeksizin sırıtacaktır. Çünkü, o da ne yaptığını bilemez. Bu iş
kendiliğinden oluvermiştir. Köylerde tek delikanlı kalmadı. Kızlar,
kızoğlankızlar, koca bulamadan kocayıp gidiyordu. İsmail'in bir evlenme
teklifi Emine'ye yetmiştir. Ondan daha iyisini mi bulacaktır?

  Mehmet Ali'nin ailesi epeyce de varlıklı sayılır.
Yüz dönüme yakın toprakları vardır. Herkes, Zeynep Kadının birikmiş parası
olduğunu söylüyor. Emine ise dul bir halanın yanında bir yetim kızdır.
Babası, Balkan Harbinde şehit düştükten sonra anası, bir başkasıyla evlenip
onu ortada bırakıvermiş:

  Emine'ye dair bu bilgiyi Zeynep Kadından alıyorum. Zeynep Kadın, İsmail'in
bu kızı almasına şiddetle aleyhtardır.

  -Benim yanıma getiremez, istediği yere götürsün diyor. Ah
o kızın halası olacak karı yok mu? İşte, benim, başıma bu çorabı ören odur.
Çırılçıplak yetimi boynumuza dolamak istiyor.

  Zeynep Kadın, çırılçıplak derken, ben, tatlı bir ürperme
geçiriyorum. Onu, bütün o kirli, kaba esvaplarının içinden,
kalın kabuklu bir yemiş soyar gibi soyuyorum. Mutlaka teninin kuru bir
beyazlığı vardır. Göğsü, kalçaları dolgun, eti ve omuz başları gevrektir.
Boynunun, bir kuğu boynu gibi uzun olduğunu biliyorum. Mutlaka beli ve karnı
da buna göredir.

  Zeynep Kadına diyorum ki:

  -Hakkın var. Ne yapıp yapıp bu işin önüne geçmelisin.

  -Dinleyor mu? Ay oğul, dinleyor mu?

  Gerçekten İsmail'in, bir anasını dövmediği kalıyor. Zeynep Kadın:

  -Ah, Mehmet Ali'm burada olsaydı, ben ona gösterirdim, dedi.

  -Ben burada değil miyim? Sana söyledim, beni her işte
Mehmet Ali'nin yerine koy diye.

  Kadın, tuhaf bir şey söylemişim gibi yüzüme baktı.

  :::::::::::::

  Bir akşamüstü, evin damında oturuyordum. Erguvani
denilecek kadar kızıl bir aydınlık içinde, birtakım delice hülyalara
dalmışım. Gelip yanıma çöktü:

  -Bir cıgara verir misin?

  Başımı çevirmeden paketi uzattım.

  Bu, köyde, bütün hayvanların, davarların dönme saatidir. Arka tepelerden
inen mandaların ayak sesleri, katı bir satıh üzerine bir yaz yağmurunun
düşüşünü andırıyor. Kuzular meliyor, anaları, onlara cevap veriyor. Derken
bir eşek anırmağa başlıyor. Yakındaki bir kümesten, bir tüneme hazırlığının
bütün küçük gıtgıdakları geliyor ve uzaktan uzağa köpekler havlıyor.

  Nuh'un gemisi dolmakta... Bu, dünyanın sonu mu? Her
akşam, her akşam, dünyanın sonu geldi sanıyorum, seviniyorum. Fakat...

  -Sen, benim için anama ne demişsin?

  Yanımda bir ses. İsmail'in sesi. Hay, bu Tevrati akşam
şerefine, seni adaşın İsmail gibi bir taş üstüne yatırıp boğazlamak kabil
olsaydı.

  Sözünü işitmemezlikten geliyorum. Lakin, o, yanıbaşımda mırıldanmakta devam
ediyor. Başımı, hışımla çevirdim:

  -Ne homurdanıp duruyorsun, orada?

  İsmail, bu sert hareketim karşısında o kadar şaşırdı kaldı ki, az kalsın
haline gülecektim. Kalın, çatık kaşlarının altında küçücük yuvarlak gözleri
birer çivi başı kadar ufalmış ve yüzü, buruşa buruşa bir kuru incir şeklini
almıştı.

  Başımı tekrar öteye çevirdim. Fakat o, beni kaplayan havayı dolduruyor,
bir civa ağırlığı ile ağırlaştırıyor. Bulaşık suyu, ahır ve umumi aptesane
kokularını andıran bir taaffün bu havaya bir boğucu gaz fecaati vermekte ve
beni canımdan bezdirmekte idi. Ah, bu insan, ah bu insan denilen mahluk!
Tabiatı, ne cenabet bir zindan haline sokmuş. Yanıbaşımda,
bu çocuk olmasa, bu çamurdan yuva, bu aşağının kurt kaynaşmaları, bu yenen,
içilen şeylerden sızan geriz olmasa, şu kuru toprak dalgalarının üstünde, bu
kızıl akşam aydınlığında hayat, daha ne kadar sade ve asil olacaktı...

  -Sen demişsin ki...

  -Ben dedim ki, eğer sen o kızla evlenmeğe kalkışırsan
kulağından tutup askere götürürüm.

  İsmail'in benzi mutlaka kül gibi olmuştu. Sesi titreyerek:

  -Bu yaşta, beni hiç askere alırlar mı?

  -Bu yaşta, evlenebiliyorsun da neden askere gidemiyormuşsun bakalım?
Evlenmesini bilen adam, pekala askere de gidebilir. Şimdi nizam öyle...

  İsmail, dayak yemiş bir kedi gibi belini kısarak sessizce
aşağıya sıvıştı.

  Bütün merakım şunda: Emine, İsmail'e varmağa gönülden razı mı? Bir gün,
kavak ağaçlarının arasında, onu şöyle bir kuytu yere çekip sordum:

  -Sahiden İsmail'e varmak istiyor musun?

  Omuzlarını silkti. Başını yana çevirdi. Güldü:

  -Ne bileyim ben, ne bileyim ben...

  -Sen bilmeyeceksin de, kim bilecek?

  -Halam bilir.

  Ve bir geyik gibi çevik, yanımdan kaçıyor. Dur demeğe
kalmıyor, onu yakalayıp, belinden kavramak istiyorum. Bu
kaçışta öyle bir dişilik var ki... Yüreğim, göğsümün altında
hop hop hopluyor.

  -Emine, Emine, dur biraz. Bir söyleyeceğim daha var.
Bir söyleyeceğim daha var, fakat dinleyen kim? Durup
dinlese bile dilimden bir şey anlamayacak. Bunu bilerek gene arkasından
yürüyorum. Biraz hızlı, biraz koşmağa benzeyen bir yürüyüş. Ve boş yenim
sağ tarafımda bir uzun torba gibi sallanıyor. Dönüp baksa belki halime
gülmekten katılacak. Durdum. Emine, şimdi, köye giden yolun üstünde gittikçe
uzaklaşan, gittikçe uzaklaşan alacalı bir gölgedir.

  Derenin kenarına çöküyorum. Dede Korkutda bir tabir
var: Böğür, böğür. Ben, işte böğür böğür ağlamak istiyorum.
Nereye gideyim? Benim yerim neresidir? Kimlere doğru varayım?
Beni kimler anlar? Kimler derdime deva bulur? Beni
bu illetten, beni bu gurbetten kim kurtarabilir? Hangi
kardeş? Hangi hemşire? Hangi can yoldaşı? Hey, ana toprak, ne kadar
merhametsiz, ne kadar katısın? Benim ıstırabıma ne kadar yabancısın? Ben
senin üvey evladın mıyım? Yoksa sen mi benim üvey anamsın? Eğer, ben senin
üvey evladın isem bu kolu kimin yoluna feda ettim? Niçin
şu anda, bu genç yaşımda bir derenin kenarında bir insan
viranesiyim?

  Senin yoluna gençliğimi harcadıktan sonra, gene orada, o
düşmüş şehirde, senin hasretinle yanan ben değil miyim? İşte geldim: İşte
geldim. Fakat, benim önümde, kızların kaçıyor. Bana kızların arkalarını
çeviriyor. Onlara her uzattığım el boşlukta kalıyor.

  Eğer, sen bir üvey ana olsaydın, ıstırabın benim ıstırabıma bu kadar benzer
miydi? Sen de bencileyin, bu kadar garip, bu kadar yoksul... Sen de
bencileyin bu kadar derdini anlatmadan aciz olurmuydun? Benim için senin
yüzün Zeynep Kadının yüzünün eşidir. O halde hepimizin anlaşmamıza engel
olan şey nedir?

  Öyle düşünerek, geceye kadar derenin kıyısında çömelmiş kalmışım.
Geceler, ıssız çıplak Anadolu yaylasını daha ziyade garipleştirir. Bu ıssız,
ışıksız topraklar, gökyüzünün altın mozayıklı, muhteşem kubbesi altında
ezilir, erir, yok olur. O kadar yok olur ki, bunun içinde, siz kendinizi,
çoktan ademe inmiş bir gölge farzedersiniz. Hayat denilen şey, gür, kalabalık,
pırıl pırıl yukarıdadır. Sanki arzın üstündeki medeni şehirlerden biri
tersine dönüp tepeden size bakıyor. Başım dönmese, sabaha kadar sırtüstü
yatıp bu engin şehrayini seyredeceğim.

  Fakat, başım dönüyor. Bir dev, beni kolumdan tutup aya
mı fırlattı? Hakikaten burası aydan farklı bir yer değildir.
Aynı cansızlık, aynı donukluk. Her şey taş kesilmiş gibi. Ne
bir ses, ne bir hareket... Ve ben, kımıldasam, sanki her taraf
çatırdayarak tuz buz olacak. Olsun, bari... Olsun bari...

  :::::::::::::

  Köyde, kış hazırlıkları bitip tükenmek bilmiyor. Soğanlar kurutuldu.
Dibeklerde günlerce bulgur kırıldı. Buğdaylar öğütüldü, öğütüldü. Bunlardan
deste deste yufkalar yapıldı.

  Derken kuru yemişlere sıra geldi. Ama, o ne kadar ceviz!
Ahırlar, damlara, damların üstüne kadar saman yığınlarıyla
dolu. Kadınlar, bir taraftan, taze tezek topaklarını duvarlara
yapıştırıyor. Zeynep Kadının evi, eski Abdülhamit ricali gibi
bu tunç renkli nişanlarla baştan başa donandı. Ve ne koku!
Bütün tabiat tezek kokuyor.

  Zeynep Kadın, kızları ve gelinleriyle beraber, sabahtan
akşama kadar, durmaksızın çalışıyor. Mehmet Ali'nin yavrusunu sokak kapısının
eşigine bırakıp gidiyorlar. Bereket versin ki, çalıştıkları meydanlık bizim
evin önüdür. Çocuk bağırmağa başlayınca anası koşup gelebiliyor. Çok defa,
biz onunla eşikte arkadaşlık ederiz. Küçük insan yavrusu ayaklarının ucunda,
yarı toprağa karışmış, döğlek cinsinden sürüngen bir nebat gibidir.
Kımıldadıkça bir büyük solucan kümesini andırıyor. Her ne tarafından bakılsa
bir ana karnından çıkmış olmaktan ziyade topraktan bitme şeylerden biri
hissini veriyor.

  O kadar kişiliği yok ki daha adını bile koymadılar. İki üç
defa Mehmet Ali'den sorduk. Hep unutuyor mu nedir? Gönderdiği mektuplarda
çocuğun adından hiç bahsetmiyor.

  -Mahdumuma mahsus selam ederim demekle kalıyor. Ve
ben, onu, adsız diye çağırıyorum.

  -Adsız, Adsız.

  Küçük gövdesi üstünden kocaman başını zahmetle çevirerek, bana bakıyor.
Öyle mahzun, öyle mahzun bir bakış ki, insana ağlamak isteğini veriyor.
Gerçekten, Schopenhauer'in bekarlık nazariyesi lehine bu çocuktan daha canlı
bir misal bulunamaz. Bu yaratığa bakarak, derhal dünyaya çocuk getirmenin
bir cinayet olduğunu tasdik ederiz.

  -Adsız, Adsız, biraz gülsene. Biraz oynasana.

  Yüzü buruşur, dudakları bükülür. Hemen ağlamak üzeredir. Başkalarının
kendisiyle meşgul olmasına o kadar alışmamış ki, bunu bir işkence telakki
ediyor.

  Ve hemen eline bir şey tutuşturup karşıda çalışanları
seyre koyuluyorum.

  İnsanlar, her şeyden ziyade karıncalara benziyorlar.
Ekonomi ve çalışma melekesi, her yaratıktan fazla bu iki
cinste kendini gösteriyor. Ve bu duygu, bir çeşit yarını görme, yarını
düşünme kudretiyle birleşerek onları alelade hayvanlığın üstüne çıkarıyor.
Bu çirkin ve bakımsız tabiat köşesinde, bu kaba saba insan kümesinin bana,
adeta, saygıya yakın bir duygu verişi nedendir? Bu insanlar, her gün hiçe
saydığım, hor gördüğüm, hatta bazen de tiksindiğim kimseler değil midir?
Fakat, işte, uzaktan nasıl çalıştıklarını seyrederken, bana, her
biri büyük olayın kahramanı gibi gözüküyor.

  Bu kadınları, ben, düğünlerde raksederken de görmüştüm. Hareketleri, hiç
bu kadar ahenkli değildi. Dibek başında bu kol sallayışlar, yalak kenarında
bu eğilip kalkışlar, yük altında bu iki büklüm oluşlar benim üzerimde, eski
Mısır ve Yunan taşlarında gördüğüm ritmik pozlar derecesinde
bir etki yapıyor.

  Öyle ki, Zeynep Kadın, bunlar arasından ayrılıp, bana
doğru geldiği vakit, az kalsın elini öpecektim.

  Güz mevsiminin sert ve yalın rüzgarları esmeğe başladı.
Issız, engin Anadolu yaylaları üstünde ah bu rüzgarlar...
Çölde yolunu şaşırmış kervanlar, viran bir beldenin üstünde yüzlerce baykuş
sürüsü, bir deniz kazası esnasında kopan yürek parçalayıcı haykırışma, bir
dağın çöküşünü, bir büyük kraterin infilakı, bir çığın inişi, bir selin
basışı, hiçbir şey, hiçbir tabii afet bu rüzgarların çıkardığı sürekli
uğultu kadar uğursuz, korkunç ve hüzün verici değildir.

  Bu rüzgarlar estiği sürece, ben Dostoyevski'nin kişilerinden biri gibi
oluyorum. Ya Sibirya yollarında bir sürgünüm, ya Moskova sokaklarında aç bir
serserinin, ya sınır boyunda bir han odasında kaçmak çarelerini düşünen bir
suçlunun kabı içine girerim. Derin bir azap yüreğimi tırmalar.

  Gene böyle, rüzgarlı gecelerden biri idi. Yatağın içinde,
soldan sağa, sağdan sola dönüyor bir türlü uyuyamıyordum.
Derken, o uğultuya köpeklerin havlamaları da katıldı. Cehennemlik bir
konser... Acaba karanlığın içinde cinler, zebaniler de dans ediyor mu?
Kalkıp camın arkasından geceyi inceliyorum. Köpekler
havlamalarını gittikçe artırıyor. Mutlaka, bir yabancı, köye
girmek üzere...

  Baştan aşağıya dikkat kesilip dinliyorum. Gerçekten, bir
insanın ayak sesleri var. Bu saatte, bu gelen kim olabilir?
Köpekler, sürü halinde pencerenin önüne gelmiş havlıyorlar,
havlıyorlar. Camı açıp haykırıyorum:

  -Hoşt, hoşt...

  Rüzgar başımı alıp götürecek bir şiddette esiyor. Nefesim
tıkanarak çekiliyorum. Köpekler susmuyorlar. Daha ziyade
havlıyorlar ve bir adama saldırır gibi hırıltılar çıkarıyorlar.
Biraz evvel ayak seslerini duyduğum kimse, hissediyorum ki, yaklaşıyor.
Hatta benim sesimi duyar duymaz durdu, sanırım.

  -Kim var orada?

  Bir adam birşeyler mırıldanıyor. Havada, bir S harfi bir
Lye çarparak dağılıyor. Tekrar başımı dışarıya uzattım:

  -Kim var orada?

  Adam daha yakından:

  -Ben, Süleyman... Süleyman, dedi.

  Önce, bu Süleyman'ın kim olduğunu hatırlayamadım.
Sonra birden aklıma geldi.

  -Bu vakitte nereden çıktın böyle?

  Bana cevap vermeksizin, bir gölge sessizliğiyle kendi evine doğru
yöneldiğini görür gibi oluyorum. Penceremi kapıyorum. Bu olay dalgalı bir
denizin bir cesedi sahile atışına benziyor.

  Sabahı güç ettim ve herkes uyandıktan sonra ilk işim ev
halkına vakayı haber vermek oldu. Zeynep Kadın, bu harikulade havadisi pek
önemli bulmaz göründü.

  Fakat, İsmail, derhal koşarak Süleyman'ı görmeğe gitti.

  :::::::::::::

  Süleyman'ın başından geçenler:

  Bir defa, Cennet'i bulmak için haftalarca köy köy dolaşmış. Sonra, bilmem
nerede, ikisine birden rastgelmiş. Cennet, onu önce tanımaz gibi görünmüş.
Ama, Süleyman ısrar edince demiş ki:

  Pekala, pekala ama, bu iş böyle olmaz. Aramızda geçeni
duymayan kalmadı. Senin namusun beş paralık oldu. Şimdi
bunun bir çaresi var; sen beni bir kere boşarsın, aleme karşı
namusunu temizlersin. Ondan sonra tekrar gene evleniriz.

  Süleyman peki demiş: Bucağa kadar gitmişler. Kadı'nın
önünde, Süleyman, karısını talakı selase ile boşamış. Mahkemeden çıkarken:

  -Aha, istedüğünü ettim. Şimdi gel, köye gidelim, evlenelim; demiş.

  Cennet kahkaha ile gülerek:

  -Senin aklın şeriata da ermiyor. Sen beni üç defa boşadın. Şimdi seninle
tekrar evlenmem için hülle yapmak gerek, demiş.

  Hülleci, ortada haphazır: Cennet'in aşığı, Süleyman
kendi eliyle herifi, Cennet'in yanına sokmasın mı? Eşikte,
sabaha kadar beklemesin mi? Sabah olunca, tak tak kapı.
Fakat açan yok. Neden sonra herif kapıdan başını uzatmış:

  -Ülen, ne istiyon?

  -Cennet Hanımı göreceğim.

  -Cennet Hanımı mı? Ne yapacaksın?

  -O bilir. Bizim köye gideceğiz.

  -Ülen o benim avradım be. Senin köyünde ne işi var?

  Süleyman, biraz daha ısrar etmek, biraz daha beklemek
istemiş. Fakat, herif yumruklarını gösterip:

  -Defol şuradan. Başımı belaya sokma; diye bağırınca Süleyman, hemen
kapının önünden sıvışıvermiş. Kapının önünden sıvışmış ama, haftalarca
köyün etrafında dolaşmış, dolaşmış, bir kere daha Cennet'i görüp de yüzyüze
konuşabilmek için. Gündüzleri kapı kapı dilenirmiş, geceleri gidip kırda
yatarmış. Lakin o bütün bu zaman içinde Cennet'e bir defa rastgelmemiş.

  Eee, sonra?

  Sonrasını artık kendi de bilmiyor. Sanırım, köylüler ona
artık ekmek vermez olmuşlar; o da aç kalıp dönmüş gelmiş.
Bizim köylülere, bu aç kalış; macerasının en acıklı tarafı
gibi göründü. Hemen her evden Süleyman'a yiyecekler taşınmaya başlandı.
Fakat, o, gelen kapların hiçbirine el sürmüyor, boyuna tütün istiyor,
cıgara içiyordu. Gerçi, halinde bir fevkaladelik yoktu. Ama, Cennet bahsi
dışında hiçbir şey konuşmuyor ve o bahis açılınca, gözleri, bir kara akik
parlaklığı alıyordu.

  Henüz kadından umudunu kesmemişti. Her sözün sonunda:

  -Bir gün gelir, bana muhtaç olur; diyordu.

  -Ya o zaman kabul edecek misin?

  Cevap vermiyor. Dalgın dalgın önüne bakıyordu. İlk geldiği günlerde,
kocaman bir sakalı vardı, ona heybet veriyordu. Köyün berberi bunu kırpınca
bizim üstümüzdeki etkisinin yarısını kaybetti. Sonra, yavaş yavaş, hep aynı
şeyleri tekrar ede ede büsbütün manasız bir adam oldu; artık, semtine hiç
kimse uğramadı. Gene, eskisi gibi, aptal Memiş'le başbaşa kaldı.

  :::::::::::::

  Bu kışın en önemli olayları:

  Mehmet Ali, Aralık ayında bir defa, on gün izinli geldi.
Alayı Eskişehir'de imiş. Rahatız. Yiyecek, içecek bol. Subaylarımız çok
iyi. Eskisi, gibi dövmek yok, sövmek yok. Ama işsizlikten çok canımız
sıkılıyor diyor. Bir kere istasyonda Mustafa Kemal Paşa'yı, birkaç kere de
İsmet Paşa'yı görmüş. Biri nasıldı? Öbürü nasıldı? Bana anlat, bana anlat,
diyorum. Aha şöyle, aha böyle diyor. Bir türlü işin içinden
çıkamıyor. Mümkün olsa kendi muhayyilemi, kendi hassasiyetimi, kendi dilimi
ona vereceğim. Ta ki, vatanın karanlık göğsünde parlayan bu iki yıldız
hakkında, bana onları canlandıracak bilgi versin diye.

  -Nasıl? Gözleri nasıldı? Boyu uzun muydu? Kısa mıydı?
Nasıl bakıyordu? Nasıl yürüyordu? Ne giyiyordu?

  Mehmet Ali bana büsbütün başka bir cevap veriyordu:

  -Biz selama durunca merhaba asker dedi.

  Mustafa Kemal Paşa'nın, bu merhaba asker deyişi
epeyce enteresan bir tafsilat. Fakat, o büyük şahsiyetin
muayyen ve belirli hiçbir tarafını gözönüne getirmiyor.

  -Sesi kalın ve gür müydü?

  -O kadarını işitemedim, gayri...

  -Canım, merhaba asker dediğini işittin de, sesi kalın
mıydı, ince miydi, nasıl işitmedin?

  Bu tarzda konuşma, Mehmet Ali'nin canını sıkıyor. Hemen, başka konulara
atlıyor.

  -Yunanlılar, yakında yeni bir taarruza geçeceklermiş.

  -Peki, siz hazır değil misiniz?

  -Evvel Allah, hazırız beyim... Hazırız, emme...

  Emmesi ne? Bunu izah etmek için genel fikirler, genel
mütalaalar sahasına girmek lazım. Mehmet Ali'nin kafası
ise bu maceraya hiç alışmamıştır.

  Kısaca, Mehmet Ali köyde kaldığı sürece kendisinden bir
şey öğrenmek kabil olmadı ve öylece geldiği gibi gitti. Geldiği
gibi mi?

  Hayır; kasaturasının tersiyle, İsmail'i, bir iyice dövüp öyle gitti.
Lakin eğitimde dayağın hiçbir rol oynamadığını belki, daima olumsuz bir
etkisi olduğunu; bana, bu vaka kadar kesinlikle ispat eden bir şey yoktur.
İsmail, dayaktan sonra bir kat daha ahlaksızlaştı. Evin içinde, köyün
içinde, adeta, muzır bir yaratık halini aldı. Zaten bir kuş, bir tavşan
bakışını andıran gözlerine büsbütün hayvani bir ifade geldi. Öyle
ki, arasıra benimle konuşurken, bir büyük tarla faresi dile
gelmiş sanıyorum.

  Bereket versin ki, onunla pek seyrek konuşuyoruz. Bir
şeyimden kuşkulandı mı, nedir? Bana garaz bağladığını seziyorum. Varsam,
kendime, bu evden başka bir yer bulsam diye düşündüm. Bir gün niyetimi gidip
Bekir Çavuş'a açtım.

  -Benim bir evim var emme, viran; dedi.

  -Tamir edilmez mi?

  -Edilir, edilir emme, çok para lazım.

  Ne kadar? diye sordum. Otuz kırk bankonot dedi. Gittik, birlikte evi
gördük. Bu, köyün hemen dışında, yüzü dağa bakar, iki oda ve bir ahırdan
ibaret bir evdir. Köyün dışında... Bu, bana derhal işe başlamak arzusunu
verdi.

  -Lakin bana kim bakacak?

  Bekir Çavuş:

  -Bizim çoluk çocuğun ne işi var? dedi.

  Zeynep Kadını kararımdan üzülecek sandım. Fakat hiç
de öyle olmadı. Ve bunun böyle olmayışı bana dokundu.
Mehmet Ali'nin evinden o kadar soğudum ki, bir an önce yeni evime taşınmağa
can atmağa başladım.

  Yeni evim... Bu, yüzü dağa doğru, bütün köye arkasını
çevirmiş bir evdir. Bekir Çavuş onu bir depo olarak kullanıyordu. Onun
içindir ki kapısı gayet muhkem ve pencereleri
parmaklıklıdır. Evin dıştan görünüşünü de hiç değiştirmedim ve altındaki
ahırı muhafaza ettim. Orada bir küçük eşek besleyeceğim. O, bana arkadaşlık
edecek. Ben, yukarıki odamda pineklerken o, aşağıdaki odasında tıpış tıpış
eşinecek. Arasıra, tam, ben hazin düşüncelere daldığım vakit, benim hüznümü
sezmiş gibi en acı, en yakın naralarıyla haykıracak. O vakit, ben yavaş
yavaş merdivenlerden ineceğim.

  Yavaş yavaş ona doğru gideceğim. Uzun, parlak tüylü gerdanına kolumu
dolayıp derin, siyah gözlerine bakacağım.
Onunla uzun uzadıya için için konuşacağım.
Ona hiç yük taşıtmayacağım. Sırtma hiç semer vurdurmayacağım. Bir adamla,
her gün, onu tımar ettireceğim. Zira, bu, mübarek bir hayvandır. Bütün
gökten inen kitaplarda bunun adı var. Ve yüzü, küçük İsmail'in yüzünden
bin kat daha şirindir.

  Küçük İsmail mi? Bahsi döndürüp dolaştırıp gene ona getiriyorum. Salih Ağa
bir, o iki... Benim için bitmez tükenmez bir ıstırap kaynağıdır. Salih Ağa
bir, o iki... Zeynep Kadının asık suratına benzeyen yalçın toprağı
saymıyorum.

  Artık havalar soğumaya başladığı günden beri, kapısı
açık kalmış ahırlarda birleşen kambur oğlanla kör kızın kaçışıp
kovalaşmalarına şaşmıyorum. Ne imamın çeşme başında aptest alışları, ne
muhtarın yüzünün kırçıl kılları arasından sırıtışları, ne de... Artık
bunların hepsine alıştım, alışmadığım yalnız Salih Ağa ile İsmail'dir.

  :::::::::::::

  Bu kış esnasında Süleyman'la ahbaplığımız epeyce ilerledi. Çünkü, evimin
tamirine o baktı. Memiş taşı toprağı taşıdı, o kireci kardı ve köyün tek
zanaatçısı Arabacı Recep marangozluk görevini yaptı. İşte, o vakitten beri
Süleyman'ı yanımdan ayırmıyorum. Bazen birlikte yediğimiz oluyor. Ne
rahat arkadaşlık... Hiç konuşmuyoruz.

  Çok defa ben yatağın üstüne uzanmış, o yerde bağdaş
kurmuş, saatlerce, bir odanın içinde karşı karşıya kalıyoruz.
Ne o, ne de ben bir tek kelime söylemeğe lüzum görmeyiz.
Bazı, havanın iyi gittiği günler birlikte dolaşırız. Bir kere
onu, ta Emine'nin köyüne kadar götürdüm.

  Süleyman, o vakadan sonra o kadar zayıfladı, o kadar zayıfladı ki, bütün
anlamıyla bir deri bir kemik kaldı. Arasıra bir yükü yerden kaldırırken
veya herhangi bir sebeple fazla bir hareket yaparken çıt diye
kırılıvereceğinden korkuyorum. Nitekim, Emine'nin köyüne kadar yürüdüğümüz
gün, kavaklığa varır varmaz öyle bir çöküşü vardı ki, bir iskeletin
parçalarını birbirine bitiştiren bağlar da çözülünce, kemikler, mutlaka,
yere böyle yığılır: Bir süre nefes nefese kaldı. O kadar çok soluyordu ki,
can çekişiyor sandım.

  -Bir şey yok; yüreğim tıkandı; arasıra böyle olurum. Sonra geçer. Bu bir
dertmiş. Beni askere aha, bundan almadılar.

  İçimden, belki Cennet de seni bundan istememiştir, dedim. Onunla yalnız
kaldığımız zaman, bazen Cennet'in bahsini açarım. O vakit, gözleri parıldamaya
başlar. Sıska vücudu bir yay gibi gerilir.

  -Nasıl hiç haber aldığın var mı?

  -Heriften ayrılmış diye işittim.

  -Ya şimdi ne yapıyormuş?

  -Günahı söyleyenin boynuna, kötü olmuş diyeler.

  Bunu duyunca ben ondan ziyade mahzun oluyorum. Fakat, o sırıtıyor.

  -Ben dedim. Ben dedim. Elbet, bir gün pişman olup gelecek:

  -Ya gelince kabul edecek misin?

  Cevap vermeden önüne bakıyor. Kendinden emin değildir.
Hangimiz kendimizden emin olduk? Biz, erkekler, zavallı
yaratıklarız.

  Bu kış, muhtarın karısı ölecek diye çok beklendi. Fakat ölmedi.

  Bir akşam yatsı ezanından önce, muhtar benim kapımı
vurdu:

  -Efendi, efendi, sana kasabadan bir (acans) getirdim. Al oku, dedi.

  -Nasıl, iyi bir haber mi?

  -Al oku; çok iyi diyeler. Savaşı kazanmışız.

  Ellerim titreyerek, kirli buruşuk kağıt parçasını lambaya
doğru uzatıyorum. İkinci İnönü Zaferi... Yüreğim ağzıma geldi. Bir şiir
parçası okuyormuşum gibi ajansın satırlarını içimde terennüm ediyorum.
Döndüm:

  -Gördün mü? diyecek oldum, lakin muhtar kağıdı bırakıp namaza koşmuştu.
Sevincim içimde tıkandı kaldı. Büyük felaket anlarında olduğu gibi, büyük
sevinç günlerinde de duygularımızı başkalarıyla paylaşmak bizim için bir derin
ihtiyaçtır. Umutsuzlukla, ne, yapacağımı bilmiyerek Süleyman'a dönüyorum.

  -Gördün mü? Bizimkiler düşmana bir iyi dayak atmışlar.

  Süleyman, bu sözden bir şey anlamaksızın sırıtarak yüzüme bakıyor.

  :::::::::::::

  İşte, bir kış, koca bir kış böyle geçti. Ben bütün varlığımla hep cephede
yaşadığım için bu mevsimin ağır yeknesaklığı omuzlarım üstüne pek çökmedi.
Ordunun, Anadolu ordusunun genel bir taarruza geçeceği söylentileri günden
güne kuvvet buluyor. Memleketin hemen bütün gazetelerinde bu bekleniyor,
bunun sözü oluyor.

  İstanbul hükümeti erkanının bir murahhas heyet halinde
Ankara'ya gelişleri, milli teşkilatın gücünü bir kat daha ispat etti.
Bu adamlar, buraya ne söylemeğe, ne istemeğe geldiler? Mutlaka, bize itidal
ve boyun eğme tavsiye etmeğe geldiler. Bunlar, bir ölüm mahkumuna, son
saatinde teselliye giden papazları andırıyorlar.

  Cesaret evladım, cesaret. Bunun ötesinde başka hayata,
ebedi bir hayata ereceksin. Şimdi, söyle, söyle bakalım, son
emelin nedir?

  -Ölmemek!-

  Papazlar irkiliyorlar. İçlerinden: Amma da aksi bir idam
mahkumuna çattık diyorlar.

  İşte, Anadolu'nun dediği, işte İstanbul hükümetinin söylediği... Memleketin
havası bu kadar trajedi ile yüklü olmasa, insan bu hale gülebilir. Lakin,
çıplak ayaklı, çıplak göğüslü köylüler, gülle ve kurşun taşıyan kağnıları
önlerine katmış gidiyorlar.

  Bu, kirli, pırtık yorgana sarılı şey ne? Bir top arabası...
Ta orada, o hendeğin içinde birikmiş insanlar ne yapıyorlar?
Bunlar, bir manda leşini yüzmekle meşguldür. Ne için? Derisinden askere, çarık olur.

  Düşmanlar ise, üzerimize sağlam İngiliz kunduralarıyla
yürüyorlar. Top arabalarını, etrafı keten bezli perdelerle örtülü Berliez
kamyonları içinde bir put gibi taşıyorlar.

  Lakin, işte, asıl bu gördüğüm şeyler için zafere inanmalıdır. Türk askeri
manda leşlerinin derisinden çarık yapıp giyiyor. Türk köylüsü, top arabalarını
kendi yorganına sarıp taşıyor, işte, bunun için inanmalıdır. İşittim.
Eskişehir'de, demiryolu raylarını söküp eriterek top kaması yapanlar varmış.
Geçen gün, yakın istasyonların birinde bir trenin kömürsüz nasıl
yürütüldüğünü gördüm: Tren durur durmaz hemen bütün yolcular inip etrafa
dağılıyorlar, rastgeldikleri ağaç dallarını kesiyorlar ve getirip
lokomotifin platformuna yığıyorlardı.

  :::::::::::::

  Lokomotif, ray, istasyon... Sahi, yazmayı unuttum. Oysa,
benim için mevsimin en büyük hadiselerinden biri de bu olmuştu. Eğer,
ıssız, ücra Anadolu yaylalarının ortasında, uzun müddet kalmışsanız, sizi
medeni merkezlerden birine ulaştırmak kudretine haiz olan şeylerden birini
görmenin, bir telgraf direğiyle, bir demiryoluyla, bir istasyon binasıyla
karşı karşıya gelmenin ne olduğunu mutlaka bileceksiniz.

  Bilmeyene ise bunu anlatmak çok güçtür.
Lakin, ben bütün bu yazılan bir kimseye bir şey anlatmak için yazmıyorum.
Hayır, hayır, bu hiç aklımdan geçmedi. Ben bu yazıları, kendi kendime
konuşmak için, yalnız bunun için yazıyorum. Eğer, günün birinde memleket
kurtulur da, tekrar kendi çevreme dönersem, ilk yapacağım iş bunları
yakmak olacaktır. Yakmazsam, bu defter başkalarının eline
geçebilir.

  O vakit, benim bu köydeki uzun gurbetimin hiçbir değeri
kalmayacaktır. Bu uzun gurbet edebiyat konusu olacaktır.
Edebiyatı, sanatı başkaları yaparken hoş bulurum. Fakat, kendim bundan
çekinirim. Edebiyat ve sanat dünyasında yalnız dahiler vardır. Ondan ötesi,
bir alay zavallı taklitçi, bir alay zavallı maskaradır.

  Ben bir maskara değilim ama, bir safderun olduğum, bir
koca çocuk olduğum muhakkaktır. Bundan bir türlü kurtulamıyorum. Feleğin
nice cevr, nice aldanışlar, nice hayal ve umut kırılışları beni pişirmeye
yetmedi. Hala, ne çocukça sevinçlerim, ne hoş hayallerim, gönlümün ne safça
akışları var.

  Üç günden beri, bir kapkara eşek sıpası ahırımda bağlı
duruyor diye her sabah yüreğim sevinçten hoplayarak uyanmaktan kurtulamıyorum.
Feleğin nice ıstırabı beni çocukluğumun bu huyundan kurtaramadı. Bana yeni
bir oyuncak aldıkları vakit, günün herhangi bir saatinde, ya dersimi
okurken veya yolda yürürken oyuncak hatırıma geldi mi, içim
sonsuz ve aydınlık bir ferah denizinin dalgasıyla dolup boşalırdı.
Bütün anlamıyla yüreğim ağzıma gelirdi. Etrafımda,
her şey ve herkes, bana, henüz keşfettiğim cevheri baldan
tatlı, sihirli bir dünyanın şirin sembolleri gibi görünürdü.

  Hatta okuldayken, okul, hocamın önündeysem hocam,
hatta her gün iki defa gele gide, gide gele görmekten bıkıp
usandığım dar, dolaşık ve rutubetli sokak, hatta bizim konağın kış
günleri bir mahzen gibi yaş ve yaz günleri bir çöl parçası kadar güneşle
dolu avlusu, bana, hep aynı cevhere bulanmış, hep aynı sihirle canlanmış
görünürdü. Her rastgeldiğim şeyi veya kimseyi kucaklayıp öpmek isterdim.
Gönlüme bu harikulade şenliği veren şeyi tahlil edecek olursanız, ne
bulursunuz? Ya bir tahtadan at, ya boyalı tenekelerden bir
lokomotif, ya derisi iki üç günde delinmeye mahkum bir küçük trampet...
Demek ki, bir hiç, bir zerre, bir tahta ve bir teneke parçası benim çocuk
ruhuma bu derin, sonsuz mutluluğu vermeye yetiyordu.

  İşte, burada, bu mihnet ve meşakkat ocağında, bin türlü
afetten arta kalan otuz üç yıllık viran varlığımda, bir kapkara eşek sıpası,
bir canlı oyuncak, bana, aynı mutluluğu vermeye yetiyor. Demek; bu vücut
viranesi içindeki ruh aynı ruhtur.

  Harp cephelerinde, saçı sakalına karışmış, nice pişkin ve
sert askerler gördüm ki, felaket anında gözlerine bir ürkek
çocuk bakışı geliyor ve yere düşerken, daha buluğa ermemiş
bir toy oğlan sesiyle: Vay anacığım! diye bağırıyordu. Ben
de, hala yüksek sıtma nöbetleri esnasında, kolumu kesmek
için kloroformla bayılttıkları vakit hep -Anne, anne! derim.
O sanki, gözlerinde derin bir endişeyle bana eğilir; elini başımın
üzerinde gezdirirdi.

  Niçin, şu dakikada gene onu hatırladım? Ey beyaz hayalet; senin burada ne
işin var? Bu çakılların üzerinde yürüyemezsin. Bu rendelenmemiş tahta kapıya
elini dokunduramazsın. Bu taştan sert kerevette oturamazsın. Burası, pis ve
lizol kokuludur. Ocağın içinde gördüğün bu kara yığınlar,
adını yalnız darbı mesellerde işittiğin tezek denilen bir şeyin
külleridir. Sana kıyamam, benim daima temiz, titiz ve
sabun kokan beyaz anneciğim! Seni burada bir saniye alıkoyamam.

  Emine, İsmail'den vaz geçip benim olsa, onu önce bir iyi
yıkardım. Sonra, vücudunun bütün çizgilerini bozan o kat
kat esvaplarını çıkarıp şu ocakta yakardım. Fakat alamod
bir İstanbul kızı haline sokmak için mi? Hayır, hayır... Kızıl
parıltılı saçlarını iki kalın örgü yapıp arkasına salıverirdim.
Ona, yakası daima açık ve yenleri bol bir bürümcek gömlek
giydirirdim. Belden aşağı inen, kasıktan bağlı ve bileklerinden
büzmeli bir şalvar yaptırırdım. Tıpkı, büyük ninelerimizinki gibi
uçları işlemeli uçkurunu şöyle ortadan bir kocaman düğümle aşağıya doğru
sarkıtırdım. Ve onu konuşmaktan menederdim. Yalnız, sık sık gülmesine ve
hayreti, öfkeyi, inadı, şuhluğu ifade eder nidalar koyuvermesine izin verirdim.
Yemeğimi, o pişirsin, hizmetime o baksın isterdim.

  Ben yerken, çalışırken veya kahvemi içerken, onun ayakta beklemesini hoş
görürdüm. Alafranga aşıktaşlığa mahsus öpme ve okşamaların hiçbirini ona
göstermemekle beraber, arasıra, bir iri Van kedisi gibi onunla oynaşmaktan
haz alırdım. Van kedisinden ne farkı var? O da bir Van kedisi gibi
haşmetli ve ahenktar değil mi? Tabiata onun kadar yakın
bulunmuyor mu? Ona da bir Van kedisi gibi tabiatın canlı
bir süsü denilemez mi? Emine'm, o da bir Van kedisinden daha akıllı değildir.
Bunun konuşmasının öbürünün miyavlamasından farkı ne?

  Şu hayal, birdenbire, bana, o kadar munis, yapılabilmesi
o kadar kolay göründü ki, hemen yola düştüm. İlkbaharın
ılık ve taze ot kokan havası da bana ayrıca umut ve cesaret
veriyordu. Yürüdüm. Yürüdükçe, hayalim bana biraz daha
gerçekleşmiş görünüyordu. Kendi kendime konuşuyordum:
Doğrudan dogruya kadının evine gideceğim. Emredici ve kesin
bir tavırla onu karşıma alıp diyeceğim ki: -Benim param
var, kimsem yok. Çalışmadan yaşayabiliyorum. Emine'yi
gördüm, beğendim. Onu bana ver. Sana ölünceye kadar yardım
ederim. Neye ihtiyacın olursa bakarım.

  Kadın, bu teklife, önce inanmak istemeyecek, şaşıracak.
Mutlaka yalan söylediğime, veya kendisiyle eğlendiğime
hükmedecek. Fakat, ben, en ciddi tavrımı takınacağım. Diyeceğim ki:
Görüyorsun, bir kolum da yok. Bana candan bakacak bir yoldaşa muhtacım.
Eskiden, Zeynep Kadının evinde otururken, onun kızları ve gelini benim
yemeğimi pişirirler, çamaşırlarımı yıkarlar, bana bakarlardı. Şimdi tek
başıma oturuyorum. Süleyman isminde yarı meczup bir zavallının
elindeyim.

  Kadın, o vakit, aklımı oynattığımı sanacak. İçinden: Mademki parası
varmış, diyecek, bu köylerde tek başına, böyle
sığıntı gibi neden yaşarmış? Niçin, kalkıp da İstanbul'dan
buraya gelmiş? Bn gurbet elinde, bu sıkıntılara katlanmış?
Emine'nin halası, bunları açıktan açığa söylemeyecek.
Fakat ben böyle düşündüğünü gözlerinden; yüzünden, halinden
anlayacağım. O vakit, ona, bütün hazin maceramı hikaye edeceğim.

  Lakin o, dar, sert ve realist köylü mantığıyla bu sergüzeştin manasını
anlayabilecek mi? Beni bu ıssız yaylaların
ortasına atan ıstırap ona, pek manasız ve çocukça görünmeyecek mi? Bunun
ciddiyet ve önemini ona nasıl ispat edeceğim?

  Bu düşüncelerle, Emine'nin köyüne vardığım zaman,
çoktan, cesaretimin yarısını kaybetmiş, kararımda iyiden iyiye zaafa
düşmüştüm. Hele, köyün içine girip de herkesin, bana acayip acayip baktığını
hisseder etmez bütün cüretim kırılıverdi. Kayıtsız ve tabii, bir süre
sokaklarda dolaştıktan sonra köyün öbür tarafından sıvıştım, kaçtım.

  Lakin; her ne türlü olursa olsun; Emine'yi almak fikri
aklımdan çıkmadı. Evimde yalnız kalınca, hele geceleri yatağımdayken,
bundan daha kolay, daha akla yakın bir tasavvur görmüyorum. Fakat, dışarıya
çıkıp da bunu gerçekleştirmek isterken, daha ilk adımda işin bütün garabetini
seziyorum. Her ne tarafından baksam, gülünç, manasız, gayritabii buluyorum.

  Eğer, bu köylerde bir dostum olsaydı, belki, ona açılarak,
ondan akıl öğrenmek, onunla müşterek bir teşebbüse geçmek
kabil olurdu. Fakat, işte, hiç kimsem yok. Süleyman'a mı açılayım?
Zeynep Kadına mı? Bekir Çavuş'a mı?

  Bekir Çavuş, Bekir Çavuş? Sahi, neden olmasın?.. Kendi
kendime bu sahi, neden olmasın? sözünü söyledikten sonra
günlerce Bekir Çavuş'un etrafında dolaştım durdum. Beni
anlayabileceği bir anını kolladım. Baş başa kalır kalmaz hemen söze
başlıyor, şuradan buradan konuşuyordum; saatlerce asıl maksadımı ağzımın
içinde gevelemekle kalıyordum.

  Her teşebbüsümde, kendimi, yeni okula başlamış bir küçük
çocuk gibi utangaç, sıkılgan ve beceriksiz hissediyordum.
Fakat, bir gün, nasıl oldu, bilmiyorum. Bekir Çavuş'un
tavrı daha ziyade mi hasbihale elverişliydi, yüzü bana daha
ziyade mi munis göründü, dedim ki:

  -İyi hoş ama, bu yalnızlık da canıma tak etti. İnsanın
her şeyden önce bir yoldaşa ihtiyacı oluyor. Hele benim gibi
bir kimse için mutlaka candan bir bakanı olmak lazım.

  Bekir Çavuş bir şey anlamadı:

  -Süleyman işine yaramıyor mu? dedi.

  -Süleyman... Adam sen de, o başka şey. Maksadım o değil. Ben bir kadın
demek istiyorum.

  Bekir Çavuş, nihayet, anlar gibi oldu.

  -Evlen beyim, dedi. İstanbul'da bir tanıdığın yok mu?
Yaz da sana bir kız buluversin.

  -İstanbul'lu kız hiç buraya gelir mi? Doğrusu, gelse de
ben istemem. İstanbul'un kızları nazlı olur. Ben gücü, kuvveti yerinde,
bana bakabilecek birini arıyorum. Ben olsa olsa
burada, bir köylü kızıyla evlenebilirim.

  Bekir Çavuş, biraz şaşkın, biraz şüpheli yüzüme baktı.

  -Sahi söylüyorum, bana inan, dedim, mesela (.....) köyünde Emine isminde
bir yetim kız var. O razı olsa pekala alırım.

  Bekir Çavuş sordu:

  -Hangi Emine o, bakayım?

  -Canım, belki işitmişsindir, bizim küçük İsmail almak
istiyordu. Eğer, henüz aralarında nikah filan yoksa...

  -He, he, şimdi anladım. Babasını tanırdım. Çok iyi
adamdı. Emine, kızı bilmem. Babasıyla askerlik ettik. Bir
yerde şehit oldu, nerede bilmiyorum.

  Böyle söyleyerek, büsbütün başka konulara geçti. Gene
Şam'dan, Girit'ten, İşkodra'dan bahsetmeye başladı.

  O günden sonra, benim için her şeye yeniden başlamak
gerekti. Bekir Çavuş'un yeniden hasbihale müsait anını yakalamak, yeniden
bir münasebet düşürüp meseleyi tazelemek, yeniden...

  Arada bir Emine'nin köyünün yolunu boylamaktan da
vazgeçemiyordum. Belki, kendisine doğrudan doğruya açabilmek fırsatını
bulurum diye saatlerce kavaklar arasında dolaşıyor, derenin kenarında
çömelip köyü gözetliyor, fakat, aksi tesadüf Emine'den bir belirti
göremiyordum. Hatta bu serserice dolaşışların bir seferinde İsmail'e
rastgeldim.. Konuşmadan geçip gideyim, dedim. Fakat, sırnaşık çocuk yanıma
sokuldu. Derdi gücü benden birkaç kalıp sigarası almaktır.

  :::::::::::::

  Akıbet, Bekir Çavuş'a maksadımı anlatmaya muvaffak
oldum. Bir süre düşündü, taşındı:

  -Bu işi, yapsa yapsa bizimki yapabilir. Hele bir kere ona
söyleyeyim.

  İki gün sonra sordum:

  -Ne yaptın?

  Durdu. Sırıtarak ilave etti:

  -Tu, aklımdan çıkıvermiş. Bu akşam inşallah, söylerim.

  Nihayet bir gün:

  -Söyledim, dedi, gidip karıyla konuşacak.

  Ve benim için müthiş bir heyecan devresidir başladı. Yalnız heyecan değil,
birdenbire pişman da oldum. Bu teşebbüsüm işitilirse, Mehmet Ali'ninkilere
karşı durumum ne fena olacak. Zeynep Kadın, bana ne gözle bakacak? İsmail, o
kadar nefret ettiğim İsmail kim bilir bana ne yüksekten bakacak? Ve garibi
şu ki, ben de kendimi savunamayacağım.

  Kendime, bu işteki durumumun hiç de mertçe olmadığını itiraf edeceğim.
Keşke, ne İsmail'le, ne de Zeynep Kadın'la, Emine bahsi
aramızda hiç geçmemiş olsaydı. Keşke, bilmeksizin, rastgele
İsmail'in almak istediği bir kıza talip çıkmış bir adam durumunda
kalsaydım. Fakat geçti artık; bir rezalettir oldu ve
ben küçük İsmail'in önünde bile başını eğip utanmaya mahkum bir zavallıyım.

  Bu da yetmiyormuş gibi, bir de reddedilirsem. Aman Yarabbi, ben ne halt
ettim? Bari, henüz vakit varken gidip Bekir Çavuş'a vazgeçtiğimi söyleyeyim.

  -Bekir Çavuş, ben o işten vaz geçtim. Senin hanıma söyle, nafile
zahmet edip de oraya kadar gitmesin.

  Bekir Çavuş gözlerini yere dikti. Öyle bir süre dalgın ve
hareketsiz kaldı. Sonra, bir iri kedi bıyığını andıran ve kedi
bıyığının kılları kadar sert ve seyrek sakallarını elinin tersiyle uzun
uzun sıvazladı. Fikrimi değiştirdiğim için bana kızdığına hükmettim.

  -Ne yapayım, düşündüm, taşındım, işime elvermedi.
Hem bizim İsmail onu almak istiyordu. Sonra korkarım, aramızda bir söz olur.
Bekir Çavuş dile geldi, ağır ağır, tane tane:

  -Zaten o kız sana yaramaz, dedi. Bizimki gidip görmüş.
Elin yabanına ben varmam, demiş. Bizim köylerin kızları tuhaftır. Yabancıdan
ürkerler. Eh, ne olacak. Doğmuşlar, büyümüşler, köyden dışarı hiçbir şey
görmemişler. Hepsi cahil, hepsi cahil... Ben Girit'teyken...

  Bekir Çavuş, bundan öte, daha neler söyledi, bilmiyorum.
Dudaklarımda bir acayip gülümseme peyda olmuştu sanırım. Yüzümün bütün
damarları çekiliyordu. Kendime karşı bir derin acıma duygusuyla doldum.
Ağlayacak mıyım, gülecek miyim, bilmiyorum.

  Şaşkınlığımdan Bekir Çavuş'a üst üste tabakamı uzatıyordum. O, hiç
bozmadan, her tabaka uzatışımda bir sigaramı alıyor, bazısını kulağının
arkasına yerleştiriyor, bazısını avucunun içinde tutuyor, bazılarını da
parmaklarının arasına sıkıştırıyordu. Öyle ki, aklım başıma gelip de Bekir
Çavuş'a dikkatle baktığım vakit onu, her deliğinden bir sigara
fışkıran otomatik masalardan biri halinde gördüm.

  Tam kahkahalarla gülecek bir andı. Fakat, benim ağzım
bir acayip kasılmayla mühürlenmişti. Kalktım. Bekir Çavuş'a Allahaısmarladık
dedim mi, bilmiyorum, sendeleye sendeleye evime döndüm.

  Çıplak tepelerin üstünde günün son ışıkları sönüyordu.
Sürülerin ayak sesleri kuru toprak üzerinde bir yağmur yağışını andırıyor.
Evin içi çoktan karanlıktır. Lambamı yakmadan sedire uzanıyorum. Bir
çalılığın içine çırılçıplak düşmüş gibiyim. Her yanım öyle diken diken. Bir
dakika sonra, artık ne yapacağımı bilmiyordum.

  İntihar edilen an, bu an mıdır? Bundan fena bir saat olabilir mi?
Istırap çekmeyi severim. Fakat, bu ıstırabın sevimli hiçbir tarafı yok;
çünkü bu, bir felaketin mahsulü değildir. Bu, rezil olmuş bir adamın
ıstırabıdır. Utanç, bir yarasa gibi yüze yapışır ve alnımızın ortasından
kanımızı emmeye başlar.

  Vücut o kadar zaafa düşer ki, adeta bir posa halini alır. Pespaye ve sefil
bir şey olur. Onun için utanmak, kendi kendinden nefret etmenin eşitidir.
İnsan şöyle bir anında intihar etmez de ne vakit eder?

  Zaten, kokmuş, çürümüş gibiyizdir. Biz, ancak toprağın altında yer
bulabiliriz. Bizi, ancak toprak paklar. Toprak paklar mı?

  Bu tabir de nereden aklıma geldi? Ta çocukluğumda, bu
sözü bir ihtiyar kadının ağzından işitmiştim. Kızı, babamın
emireri çavnşuna kaçan bu ihtiyar kadın, annemin önünde
yere yığılmış, bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da:

  -Aman, hanımcığım, bundan sonra onun vücudunu toprak paklar, diye
bağırıyordu.

  O zaman manasını anlamadığım bu sözde, şimdi, yirmi
beş yıl sonra, derin bir anlam keşfediyorum. Fakat, bunu
keşfetmekle beraber o kadın gözümün önüne geliyor. Gülmeye başlıyorum.
Ama, acayip bir gülüş. Tıpkı Paillasse operasında aldatılmış soytarının
hıçkırıklarla dolu gülüşü gibi...

  Artık odamdan dışarıya çıkamıyorum. Yataktan kalkınca sedire uzanıyorum.
Sedirden kalkınca yatağa giriyorum. Daha fazla kımıldamaya mecalim yok.
Sanki içimde beni hareket ettiren bir zemberek kırılmış diyebilirim.
Beni her şey yoruyor. En ufak bir sesten rahatsız oluyorum. Günün aydınlığı
fazla geliyor. Süleyman'ın yanıbaşımda solumasına tahammül edemiyorum. Onu
evimden kovmak istiyorum.

  -Ne var, gene ne var? Bana öyle bön bön ne bakıyorsun?

  -Aşağıda hiç işin yok mu? Kaskatı ne duruyorsun?

  -Bir şey istemem. Ne yemek, ne su bir şey istemem. Beni rahat bırak.

  İşte, Süleyman'a hitap için ağzımı açıp söylediğim sözler,
hep bundan ibarettir. Hiçbir vakit bu halimi görmemiş olan
zavallı adam, hayretten hayrete düşerek kalan zekasını da
kaybetti. Büsbütün ahmaklaştı.

  Bir sabah, baktım ki, başını alıp gitmiş. Akşama gelir diye
bekledim, gelmedi. Ertesi güne kadar bekledim. Gene görünmedi. Daha ertesi
gün, akşam karanlığında onu, kendim aramaya çıktım. Evine kadar gittim:
Yok. Mahzun, eve dönmek üzereyken, bir duvar kenarında bir hayalet
sessizliğiyle yürüyen Memiş'e rastgeldim.

  -Memiş, bizim Süleyman'ı gördün mü?

  Memiş'in beni tanıması için beş altı dakika ve sözümü
anlaması için de bir o kadar zaman lazım geldi. Sonra derinden gelen bir
sesle:

  -Aha, mescitte... dedi.

  Mescide doğru yürüdüm. Mescit, karanlıktı. İçeriye seslendim:

  -Süleyman, Süleyman...

  Cevap alamayınca içeri girdim. Burası, yani yapılıp bittiği günden beri,
burası, yalnız bayram, teravih namazları ve mevlüt için kullanılır olmuş.
Mamafih, gerek köyün içindekilerden, gerek gelip geçenlerden kim isterse
burada yatıp kalkabilir.

  Yanımda yürüyen Memiş'e bir kibrit çaktırıyorum. İşte,
Süleyman mescidin ta öbür köşesinde, bir hasırın üstüne büzülmüş yatıyor.

  -Süleyman, ulan Süleyman, burada ne işin var?

  Cevap alıncaya kadar kibrit söndü. Ondan yana yürüdüm. İkinci kibriti
yaktırınca Süleyman'ı, yattığı yerden bana bakar gördüm.

  -Haydi kalk, haydi. Seni almaya geldim.

  Küskün ve bulanık bir sesle, daima yattığı yerden:

  -Beni nidecen? diye sordu.

  Ona daha ziyade yaklaştım.

  -Seni nideceğim, olur mu? Beni yapayalnız bıraktın. Evde her iş yüzüstü
kaldı.

  Memiş'e üçüncü kibriti çaktırdım. Süleyman hala kımıldamıyor. Tıpkı bir
Hint fakirini andırıyor. Onu önce bir, çocuk gibi kandırmaya çalıştım.
Fakat, Süleyman inadında direnir göründü. Sonra kesin ve emredici bir tavır
takındım:

  -Haydi, kalk bakayım; artık çok oluyorsun.

  Gene döndü:

  -Beni nidecen? dedi.

  Nihayet küsme sırası bana geldi:

  -Sen bilirsin, dedim; mademki gelmek istemiyorsun, ben
de yanıma başkasını alırım.

  Ve sert adımlarla geriye döndüm.
Şimdi yalnızım, büsbütün yalnızım. Bu akşamdan itibaren tek kolumla her
işimi kendim göreceğim. Yemeğimi kendim pişireceğim. Odamı kendim
süpürecegim. Belki günün birinde kadınlar arasında çamaşırımı yıkattıracak
bir kimse bulamayıp kendim yıkamak zorunda kalacağım. Bu ıssız, engin
Anadolu bozkırının ortasında bir ikinci Robinson Crusoe
oldum. Oturduğum evin bir ıssız adadan farkı yok.

  Günün birinde, bir gemi alıp beni buradan kurtaracak
mı? O geminin adı olsa olsa Anadolu ordusudur. Her gün,
her saat bir mazgal deliğine benzeyen penceremden onu gözetliyorum. Onu
bekliyorum. Ufuklar, insana endişe verecek kadar boş ve sakin. Sanki, bir
savaş içinde değiliz. Sanki her şey benim vehmimden ibaret gibi. Arasıra
gazetelerden aldığım bilgi beni hiç tatmin etmiyor. Her yanda bir bekleme
devresinin yürek üzüntüleri var. Barış yolunda yapılan bazı
siyasi teşebbüsler hep boşa çıktı. Londra'ya giden heyet,
olumlu hiçbir sonuç elde edemeden geri döndü. Avrupa, bize
karşı, daima, o sağır duvar halini muhafaza ediyor.

  Bütün bunlara rağmen, bu ıssız adanın kimsesiz sakini,
mağarasının içinden dışarıya doğru başını uzattığı vakit hiç
sönmeyen bir liman fenerinin yeşil ve kızıl ışığını görüyor.
Bu benim ümidimin ışığıdır. Benim ümidim... Yağını nereden alıyor? Fitilini
kimler tazeleyip yakıyor? Bilmem, bilmem... Fakat, bu umut benim tek
gıdamdır. Bu umut benim yaşama gücümün en son parıltısıdır. O söndüğü gün...
İşte, bunu tasavvur edemiyorum.

  :::::::::::::

  Yalnızlık dinmeyen bir sızıdır.

  Eğer, bazı kimseler, bunu benliğin bir çeşit kurtuluşu gibi göstermek
istemişlerse yanılmışlardır. Bir sürü hayvanı olan insan, sürüsünden ayrı
düşünce zavallı, mustarip, avare bir yaratık oluyor. Bunu, sürüye dönmekten
başka avutacak bir şey yoktur.

  Fakat, benim sürüme ne oldu? Hani, çoban nerede? Çoban, Ankara'nın yalçın
kayası üstünden sesleniyor, sürüyü toplamaya çalışıyor. Sana selam, ey
mübarek çoban; gazan mübarek olsun! Fakat, günün birinde sürünü topladığın
zaman ben onun içinde bulunabilecek miyim? Bu köy, onun
içinde bulunabilecek mi? Hiç sanmıyorum. Kayanın üstündeki çoban? Bu köy,
burada tek başına küflenmekte ve ben, tek başıma gözyaşlarımı içime çekmekte
devam edeceğim. Bir türlü kaynaşamayacağız.

  Bu kaynaşma için bize cihanın baştan başa tutuşması
yetmedi. Bu ayrılık bizi mahşer gününde bile bir araya toplayamadı.
Mütarekenin ilk günlerinde, bana bir tanıdık diyordu ki:
Ne bu zırhlılardan, ne bu ordudan, ne sokak başlarındaki
bu makineli tüfeklerden korkuyorum. Beni, korkutan şey,
kendi aramızdaki anlaşmazlıklar, kendi aramızdaki nifaklardır. Bizi asıl bu
mahvedecek. Ben, içimden diyordum ki, bu adam, bu hükmü hep İstanbul'a göre
veriyor, karışık ve bulanık bir şehir halkının huyunu bütün millete mal
ediyor.

  Asıl vatanı, asıl milleti, Anadolu'yu hesaba katmıyor. Orası,
buradaki nifaklardan ve pisliklerden arıdır. Orası, benim gözümde, ıstırabın
en özlü alevlerinde kaynayıp pişmiş bir hayat mayasıyla yuğrula yuğrula
kutsallaşmıştır:

  Bu ülkede, temiz yürekli, duygulu ve candan insanlar
vardı. Zenginin kapısı fakire açık ve gurbet yolları, sonunda
mutlaka bir sıcak yurda ulaşacaktı. Orada, bütün kadınlar
ana, bütün kızlar kardeş ve bütün çocuklar evlattı. Oranın
taşı arkadaş, yoksulluğun derecesi bence malumdu. Fakat,
bu maddi yoksulluğun içinde bir manevi varlık bulacağımı
sanıyordum.

  Şimdi ne görüyorum? Anadolu... Düşmana akıl öğreten
müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen
gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker
kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların,
frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan
softaların türediği yer burasıdır.

  Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit
dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü
düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle
arkadan vuruldu. Burada, milli timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu
kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla
çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malulü
Ahmet Celal yapayalnızım.

  Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke
ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca
onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak
üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde
buluyorsun.

  Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir
kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde
yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin,
yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün
arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin.
Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi?

  Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde
kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden
yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin
kendi eserindir, senin kendi eserindir.

  :::::::::::::

  Günler ne uzun, aylar ne kısa!.. İşte, gene yaz. Hangi yılın yazı. Dur,
bakalım gazeteye... Gazeteler, odamın içinde birer küçük piramit halini
aldı. Bir üstüme yıkılacak olsalar, eminim altlarında bunalıp kalacağım.
Bunlar, ne kadar da çok toz tutuyor! Bazı günler boğulacak gibi oluyorum. Ve
bunları, demet demet fırının külhanına attırmak istiyorum. Lakin, Emeti
Kadın, bunlara el sürmekten çekiniyor. (Süleyman gideli, onun yerine
Emeti Kadın isminde bir kocakarı güya bana bakıyor.) Çünkü, bunların
üstünde birtakım insan resimleri var. Gene bunun için
değil midir ki, Emeti Kadın, kaç aydır benim hizmetimde olmakla beraber bir
kere odamdan içeri ayak atmamıştır. Resimler, tablolar ve birkaç biblo
bulunan bu odaya girerse çarpılacağını sanıyor. Bana, bunlar arasında
yaşadığım için hayret, korku ve biraz da vesveseyle bakıyor! İlk geldiği
günler kapının aralığından tam karşıya rastlayan dolabın üstündeki Sokrat'ın
büstünü işaret ederek:

  -Gece bundan korkmayon mu hee? diye sordu.

  Bu, meşe kütüğünü andıran kalın bir kadındır. Yüzü o
kadar çiçek bozuğudur ki, cepheden bakıldığı vakit karnabahar göbeğini andırır
ve bu karnabahar bir kasırga esnasında, bir bostandan henüz koparılmış gibi
toprak ve çamurla bulanmıştır.

  Bir gün ona sordum:

  -Emeti Kadın, sen hiç yüzünü yıkamaz mısın?

  -Ay oğul, hiç vaktim olmuyor ki... Sabah garanlığında çocuğu eserler
püserlerim, dağarcığına yiyeceğini goyarım. İneğin altını temizlerim, sütünü
sağarım. Ocağa vurur, kaynatırım. Sütü ateşten indirir indirmez, buraya
koşar gelirim. Sen bekarsın. İneğin davarın yok emme, işin ağırdır. Çay suyu
kaynat, dersin... Akşamdan kalmış kabı kacağı ıscak suda
yuğ dersin. Her gün türlü türlü aş istersin. Senin yanında
gün nasıl geçer, bilir misin? Akşam eve vardığımda, bizim
oğlan açtır, yorgundur. Sütü ısıtır, içine ekmeği doğrar, eline
veririm. Bazı canı peynirle soğan ister. Bazı bana bir bulamaç ediver, der.

  Emeti Kadın, bu tarzda, öksüz torunu sığırtmaç Hasan'dan bahseder.
Bu, on bir, on iki yaşlarında bir çocuktur. Fakat, görmeli,
ne kadar ağırbaşlı, ne kadar vakarlı, ne kadar görev ve sorumluluğunu
anlamış bir insandır.

  Onu, geç tanıdığım için çok müteessirim. Erken tanımama da hiç imkan
yoktu. Gerçi, bazı akşamlar onun, uzak tepelerden sürüsüyle beraber köye
dönüşünü seyrettiğim olurdu. Fakat, ona ancak bir alegori nazarıyla
bakardım. Yakub'un oğullarından biri... Kısas-ı Enbiya şahısları sırasında
geçen bütün küçük çobanlardan onu ayırmak lüzumunu hissetmezdim. Fakat bir
gün onu yakından görüp tanıyınca, ne kadar belli bir kişiliği olduğunu
anladım.

  Bu da İsmail gibi, hiç gülmez. O derece ağır ve ciddi durur ki, ben
karşısında kendimi bir şımarık çocuk gibi havai ve hoppa bulurum. Kaç defa
onunla şakalaşmak istedim, sonunda ancak bozulduğumu hissettim.

  İki üç kuşaklık şehir çocuğu olmasından mı nedir, cılız ve
yamalı omuzlarında bir devlet düşkününün insana hüzün ve
saygı veren asaletini taşıyor.

  Gerçi, İsmail de bir çeki taşı gibi ağırdır. Fakat ruhla hiç
ilgili olmayan ve doğrudan doğruya vücudun yoğunlaşmasından gelen bir
ağırlıktır. Bundan başka Hasan, bir genç Tanrı
kadar güzeldir. Gözleri bir ceylanın gözlerinden daha cazibelidir. Narin
çizgili, armudi yüzü ve ince dudakları eski Flaman ressamlarının çizmekten
çok hoşlandıkları portrelerin rikkatinden bir şey saklıyor.

  İsmail'in içeriye çökük ağzı...

  Lakin, ben, kiminle kimi mukayese ediyorum? Bir kart
cüceyle bir körpe çocuk arasında nasıl bir ilişki bulunabilir?
İsmail, benim hayatımın kabusu olduğundan beri, ondan
hiçbir düşüncemde, hiçbir duygumda kurtulmanın imkanı
yok. Hele Emine'yi alıp köye getirdiği günden beri...

  Ha, sahi... İsmail'le Emine'nin evlendiklerini bu deftere
kaydetmeyi unutmuştum.

  Nasıl oldu? Hala şaşıyorum. Zeynep Kadın nasıl razı oldu? İsmail nasıl
çaresini buldu? Her halde bu evlenmede ne düğün, ne dernek yapılmayışına
göre, İsmail herkesi bir oldubitti karşısında bırakmış olsa gerektir.
Ben de bu işi rastgele öğrendim. Bir gün, Bekir Çavuş'la,
satın almak istediğim bir tarlayı görmeğe gidiyordum. Mehmet Ali'lerin
önünden geçerken, Emine'yi görümcesiyle beraber kapının önünde görmeyeyim
mi? Hemen kendimi tutamayıp Bekir Çavuş'un yüzüne bakmıştım. Bekir Çavuş:

  -Seninki kızı aldı, dedi.

  Yüz, yüz elli adım ya yürüdük ya yürümedik. Durdum:

  -Bugün hava çok sıcak, başka bir zamana bıraksak olmaz mı?

  -Olur ya, neden olmasın.

  Ve köyün arka tarafından, ters yüzü geri döndük.
Bütün gece kendi kendime bu soruyu sordum: Ben gerçekten ne yaptım? Bunu
bir türlü tespit edemiyorum. Sanıyorum ki, güldü. Fakat gülüşü alaycı mıydı?
Yoksa sadece bir tanıdığa beklenmeyen bir anda rastgeldiği vakitki gülüşlerden
biri miydi?

  Bir bakıma göre hiç gülmediğine hükmediyorum. Bilakis
yüzünün alt kısmını örtüyle kapadı ve başını öfkeyle öbür
yana çevirdi sanırım. Hayır, belki bunların hiçbiri değil. Yeşil gözler
esmer yüzünün ortasında toprağa düşmüş iki taze ve ıslak yaprak kadar
ilgisiz ve dikkatsizdi. O gözlerde, beni hatırladığına dair hiçbir belirti
yoktu. Belki, beni tanımadı bile. Belki, biz geçerken o başka bir şeyle
meşguldü. Zaten o beni gördüyse sol yanımdan görmüş olacak. Oysa, onun beni
tanıması için mutlaka boş yenimin sağ yanımdan sallanışını
görmesi lazımdı.

  Bir yılı geçen uzun ilişkimizde bir kere olsun başını kaldırıp yüzüme
bakmadı ki, gözleri bir kere olsun gözlerime
rastgelmedi ki... İsmail'e benden bahsederken ne demişti?
-Kolu yok bir herif...- Onca benim tek alameti farikam kolsuzluğumdur.

  Ne zalim mahluk! Kendisiyle konuşurken, sesimin nasıl
titrediğini de hiç işitmedi mi? Şefkatle dolu bakışlarımın okşamalarını
derisi üstünde hissetmedi mi? Bir gün, ağacın dibinde onun yanına çöktüğüm
vakit, kalbimin nasıl küt küt ettiğinin farkına varmadı mı? Onun kafasında
ve gönlünde hiçbir iyi etki bırakmadan mı geçip gittim?

  Eğer bırakmış olsaydım, bugünkü tesadüfte mutlaka bir
şey sezecektim. Mutlaka bir şey sezmem gerekecekti.
Adam sen de... Emine İsmail'e varmakla benim üzerimdeki bütün sihiri
bozuldu. İsmail'in buruşuk suratı onun taze yüzü üstüne yapıştı. Artık bunu
ondan ayırmanın imkanı kalmamıştır. Zaten, her ikisini sarmaş dolaş bir
yatakta, bir yorgan altında tasavvur etmek, Emine'den tiksinmek için
başlı başına bir sebep teşkil etmez mi? Lakin, tiksinmek,
unutmak demek değildir.

  Muhayyilemizin derinliklerinden çıkarıp aşkımızın ateşinde kaynata kaynata
saf bir cevher haline koyduğumuz ve en mükemmel kadın örneğine göre şekil
verdiğimiz putun, kendi istek ve iradesiyle gidip bir gorile teslim oluşu
veya çamura batışı, bize iki kat elem verir. Bir yandan, içimizde bir
yaradanın, öbür yandan en kıymetli malı elinden alınmış bir
insanın yürek acısını duyarız.

  Sonra gene içimizden bir ses: -Artık imkan kalmadı. der.
Bunun anlamı, o dönüp bize gelse de artık hayatımızda ona
hiçbir yer vermeyeceğiz, demektir. Çünkü, artık o, bizim nazarımızda,
temizlenmeyecek surette kirlenmiştir. Tazelenmeyecek derecede çürümüştür,
kokmuştur.

  Chevalier de Grieux, Manon Lescaut'nun henüz soğumuş
cesedini kolları arasına alıp öptü idi. Fakat, Dostoyevski'nin
masum kahramanı, artık kokmaya başlayan sevgilisinin ölüsü yanında duramadı.
Amma, bu taaffün, onun hasretini gönlünden silemez. Ondan kaçar, lakin gene
onu kovalar.

  -Hasan, sen nasıl çobansın? Hasan, kavalın nerede?

  Hasan, kavalın ne demek olduğunu bile bilmiyor. Şaşkın
şaşkın yüzüme bakıyor. Ona bir akşamüstü dağın yamacında rastgeldim. Sürüsü
biraz aşağıda, ovada otluyordu. Kendisi uzun değneğine dayanmış, ayakta
duruyor. Tıpkı, Virgilius'un bize anlattığı çobanlar gibi. İhtimal,
Virgilius'un çobanları da bunun kadar basitti. Bunun gibi, bir duruştan,
bir bakıştan, bir kımıldanıştan ibaretti.

  -Hasan, bütün gün bu kırlarda tek başına ne yaparsın?
Canın sıkılmaz mı?

  Küçük çoban, bana cevap vermeksizin yere çömeldi. Yüzünden anlıyorum,
şimdiye kadar can sıkıntısı nedir bilmemiş. Can sıkıntısı bilmeyen bir
insana ne mutlu! Hasan, bana harikulade bir mahluk gibi görünüyor. Yanına
çöküyorum:

  -Yapayalnız, bu tenhalıkta, hiç de korkmuyorsun galiba.
Kara ve nemli gözlerini benden tarafa çevirdi. Beni iyice
süzdükten sonra:

  -Buralarda bazı kurt çıkar derler, emme ben görmedim,
dedi. Bir yol, akşam geç vakit, uzaktan uzağa seslerini duydum. Yüreğim bir
hoş oldu. Usulca köye döndüm. Zaten davarlar kurt sesini duyunca köyden yana
koşmağa başlarlar.

  -Köpeklerin nasıl, zorlu mu?

  -Zorlu ya, bir tanesi üç kurda bedel. Geçen gün iki kişi
yolumu kestiler, iki kuzumu almak istediler. Ben vermem,
deyince, üstüme yürümeğe kalkıştılar. Emme, köpekler bırakmadı. Herifler
sıvışıp gitti.

  Çoban Hasan'ı bir çocuk dikkatiyle dinliyorum. O, beni
köyde kendine yakın gördükçe daha ziyade açılıyor:

  -Burunları da öyle koku alır ki... Bin adım ötede ne var,
ne yok buradan anlarlar. Bir gün, ta ötede, Koçaş köyünün
ardında, derenin içinde bir adam leşi buldular. Köye gidip
haber verdim. Ölüyü kimse tanımadı. Kapkara kesilmiş.
Gövdesi davul gibi şişmiş. Garibin biri olacak dediler. Kokmasın
diye gömdüler. Candarmaya haber vere mi idik ki, dersin?

  -Tabii, candarmaya haber vermeli idiniz?

  -Candarmanın şimdi, çok işi var. Uygunsuz adamlar türemiş. Dün, ben de üç
tane asker kaçağı gördüm.

  -Onlar da seni gördüler mi?

  -Gördüler. Benden ekmek istediler, verdim, benden ayrılırken: Sakın ha,
dediler, bize rastgeldiğini kimseye söyleme. Sonra senin kafanı parçalarız.
Ben de ilk defa sana söylüyorum. Sakın sen de kimseye bir şey deme.

  İkimizin üzerine bir ağır sükut çöküyor. Ben, bir meydan muharebesi
kaybetmiş kumandan kadar acılıyım. O, bir taştan heykelcik gibi hareketsizdir.

  -Asker kaçağı, ha. İşte bu çok fena. İnsan ölür, fakat askerden kaçmaz.

  Hasan, sanki kaçan kendisi imiş gibi, mahcup önüne bakıyor.
Düşmanın bir genel taarruza geçeceğinden bahsedildiği
şu sıralarda bu askerden kaçma şayiaları benim ruhumu bulandırıyor.

  93'ten beri sökülen bu cephe, 93'ten beri durmaksızın devam eden bu
bozgun, nerede sona erecek? İşte, vatanın son sınırlarındayız.
Bu, artık son savunma hattımız değil mi? Bunun bir
adım gerisi var mı?

  :::::::::::::

  Şu satırları yazdığım dakikada, sanırım, düşman, çoktan beklenen genel
taarruza geçmiş bulunuyor. Bütün bir yaz, tek başıma bir cehennemi
bekleyiş yaşadım.

  Bütün bir yaz, etrafımda herkes hep bir arada toprağı
kazar, tohumu eker, ekini biçerken, ben gazete yığınlarının
kuleleri arasına sıkışmış, tek başıma şu uzun trajedinin korkunç çözüm anını
bekledim. Herkes konuşurken, ben sustum. Herkes davarı, kümesi ve tarlasıyla
meşgulken, ben uzak ufukların ardından ateş püsküren demirden Tanrının
ayak seslerini dinledim.

  Ve demirden Tanrı yaklaşıyor. Bu, bir ön seziş midir? Bu,
bir tahminden mi ibarettir?

  Hayır. Her şeyi önümde duran resmi bir tebliğden çıkarıyorum. Son derece
müphem ve karışık olan bu tebliği kırk sekiz saatten beri, bir kahin,
Sibillik tomarlardan nasıl yorumlar çıkarırsa, bir Gildani müneccim
gökyüzünü nasıl araştırıp yoklarsa öyle yokluyorum. Evire çevire, öyle
inceliyorum. Nihayet, kelimelerin arkasından şu hükmü çıkarıyorum:

  -Düşmanın tüm kuvvetlerinin Uşak ve Afyon istikametinden bir genel
harekete geçtiği müşahede olunmuştur.

  Bu sefer niçin, Bursa-İnönü değil? Bu yol tarifesinin değişmesine sebep
nedir?

  Harita üzerinde, bunun sevkulceyş manasını anlamağa
çalışıyorum. Fakat, bir örümcek ağını andıran bütün o dolaşık, çizgiler, o
renk, gölge ve kelime kargaşalığı bana hiçbir şey söylemiyor.

  Bu yol, Eskişehir'e daha mı kestirme bir yoldur? Daha mı
az arızalıdır? Hemen elime bir kibrit çöpü alıp kilometreleri
ölçmeğe ve dağ isimlerini kayda çabalıyorum.

  Boşuna, hiçbir sonuca varmanın imkanı yok.
Bilgimin, malumatımın ve hesaplarımın yetmediği noktadan itibaren,
muhayyilem var kuvvetiyle işlemeğe başlıyor.

  İstanbul gazetelerinden alınmış, derme çatma haberlerden
anlaşılıyor ki, düşman, bu seferki muharebede en son kozlarını oynamağa
karar vermiştir. Kralını bile, öne sürmüştür.

  Bir prens Andrea ordusundan bahsediliyor. Güya, düşmanın
istila ettiği sahalarda en çok mezalim yapan bunun kumandasındaki kuvvetlermiş.
Hey Allahım, bunları bütün haşmet ve debdebeleri, bütün zulüm ve itisaflarıyla
denize döktüğümüz günü görebilecek miyim?

  Niçin görmeyeyim? İçimde bir şey, bana savaşı mutlaka
kazanacağımızı haber veriyor.

  Öyle bir şey olursa, buradan İzmir'e doğru yayan yola çıkacağım. Tıpkı eski
Türk masallarında sevgilisini aramağa çıkan demir çarıklı aşıklar gibi,
durmadan, dinlenmeden gideceğim. Gece toprak üstünde yatacağım. Gündüz, kuru
ekmeğimi kemire kemire yürüyeceğim. Hiçbir köye uğramayacağım. Hiçbir
kalabalık içine karışmayacağım. Kendi sevincimin, kendi hayalimin billurdan
zırhı içinde mavi körfeze doğru ilerleyeceğim. Öyle ki, İzmir'e vardığım gün
sahilin herhangi bir noktasına yüzükoyun düşeceğim. Ve orada tuzlu su ile
ıslanmış toprağı koklayarak saatlerce kalacağım.

  Bu ihtiraslı yolculuğu düşünürken, şimdiden bütün varlığımı tatlı bir
mutluluk havası sarıyor. Damarlarımdaki kan tazeleniyor. Yüreğim hoplamağa
başlıyor ve başıma, bir ilkbahar gecesinin serinliği geliyor. Kendi kendime
şarkılar söylüyorum. Şarkı söyledikçe coşuyorum.

  Bazan büsbütün çocuklaşarak, Emeti Kadın'la şakalaşmağa başlıyorum:

  -Bugün, diyorum, seni her vakitten daha genç ve dinç
görüyorum. Söyle, bu kadar genç kalmak için ne yaptın?

  -Ay oğul, beni fukaralık, kimsesizlik çökertti. Öyle olmasa, daha genç
kalacaktım. Oğlum Hasan'ın babası askerde şehit oldu. Kızım doğururken öldü.
Kocası olacak herif, bizi daha o günden sokağa attı. Hey, bu kuru kafaya
gelmeyenler kaldı mı?

  -Canım bırak bu kasvetli sözleri. Sana bir koca bulsam,
varır mısın? Ne dersin?

  Emeti Kadın, bir genç kız gibi utanıyor, başını öne eğiyor, sırıtıyor:

  -Kısmet, ay oğul!.. Beni bundan sonra kim nedecek?

  Halinden anlıyorum. Kendisine daha ziyade umut vereyim istiyor.

  -Eğer düşmanı denize atarsak, vallahi, ne yapar yapar
seni evlendiririm, Emeti Kadın...

  -Eh, öyleyse, işimiz kıyamete kaldı desene...

  -Niçin? İşte, şu dakikada, Uşak ve Afyon önünde savaşlar oluyor. Bizimkiler
bir düşmanı püskürttüler mi İzmir'de alırız soluğu.

  -Ay oğul, İzmir de niresi oluyor?

  -Kurtarmak için savaştığımız yer. Bizim İstanbul'dan
sonra en büyük, en zengin şehrimiz...

  -Sivrihisar'dan da büyük mü ki?

  Emeti Kadın ömründe -o da bir kere- tek bir şehir gürmüş: Sivrihisar!

  -Emeti Kadın. Sivrihisar'ın da İzmir'in yanında adı mı
okunur. Bir defa, bu şehir deniz kenarında. Taştan, mermerden, demir kapılı
evleri var. Her tarafı bağlık, bahçelik, limonluk, portakallık... İzmir
yirmi tane Sivrihisar'ı içine alır.

  Emeti Kadın'a masal söylüyorum gibi geliyor. Bu masalın bütün acayipliğine
rağmen, içinden tekrar evlenme bahsinin açılmasını ister görünüyor. Diyorum
ki:

  -İşte savaşı kazandık mı, seni alıp bu şehre götüreceğim
ve orada düğününü yaptıracağım.

  Emeti Kadın, bu vaade pek inanmamakla beraber, irkiliyor:

  -Allah kimseyi yerinden yurdundan etmesin. Burada
doğmuşuz. Burada öleceğiz. Bak, sen memleketini bıraktın
da ne oldun?

  -Emeti Kadın, benim memleketime düşman girdi. Ben
buraya kendi isteğimle gelmedim.

  Ve derhal, neşem kaçıyor. Susuyorum. Küskün, odama
dönüyorum.

  Ah, buradan kurtulmak. Ah buradan kurtulmak...
Şu anda, ne mutlu insanlar var ki, günü gününe, saati
saatine Uşak cephesindeki ulvi maceradan haber almak imkanı içinde yaşarlar.
Daimi bir havadis ve telgraf yağmuru altında yürekleri serinler.

  Önemli bir olay esnasında, fena haber almak bile hiç haber almamaktan
iyidir. Bazı günler, Eskişehir'e kadar yayan
koşacak gibi oluyorum. Bazı günler en uzak tepelere tırmanıp, belki cepheden
bir top sesi duyarım diye baştan aşağıya
kulak kesiliyorum. Unutuyorum ki, muharebe hiç değilse, iki
yüz kilometrelik bir mesafenin öte yanında oluyor.
Gerçi, köyde havadis yok değil. Herkes kendi aklına geleni
uydurup söylüyor. Havada şayia dediğimiz, gözle görülmez kuşlar sürü sürü
cıvıldıyor. Bunların, kimi Zümrüdüanka nevinden masal kuşlarıdır.
Bunları kim, nereden uçuruyor? Nereden kalkıp nereye konuyorlar?
Bilmiyorum. Bunların dilinden anlayanlar da, bilmezler.

  Yalnız, hayretle bildiğim ve gördügüm bir şey var ki, bu söylentilerin
hemen hepsi bütün köylerde, bütün ağızlarda hep
birbirinin aynıdır. Sanki muayyen bir siyasetin propagandacılığını yapan
bir radyo istasyonunda bu yalanlar, seri halinde, adeta standardize edilerek
etrafa dağılıyor.

  Bu gelenler, öyle düşman ordular filan değilmiş. Avrupa
adlı bir Kraliçe'nin bizi çetelerin elinden kurtarmak için gönderdiği
yeşil sarıklı evliyalarmış.

  Bu Kraliçe, bizi kurtardıktan sonra İslam olacakmış. Yüreğine öyle doğmuş.
Kemal Paşa'nın ne yazık ki, bundan haberi yokmuş. Çünkü etrafını, birtakım
uygunsuz adamlar sarmış; bunlara mahpus derlermiş. Herbi ipten kazıktan
kaçmış, kötü kişi imiş.. Bütün memleketi haraca kesmişler.
Vergiyi, aşarı alır, kendileri yerlermiş.

  İşte, şimdi bütün bu musibetlerden kurtulacağımız gün
gelmiş. Zaten, yeşil sarıklı evliyalar ne tüfek kullanırmış, ne
top. Bir okuyup üfürdüler mi, önleri dümdüz olup, yürürlermiş.

  Bu efsaneler, ortada dönüp dolaşırken, bir de Şeyh Yusuf
çıkagelmesin mi? Köyün altı üstüne geldi. Bütün yürekleri,
sıtma nöbetine benzeyen kavurucu bir vecd sardı.

  Emeti Kadın bile, iki gün semtime uğramadı. Geldiği vakit sordum:

  -Nerde idin, Emeti Kadın?

  -Hiç; Şeyhe gittim. Biraz başımı okuttum.

  -Şeyh ne diyor; bütün bu dünya işlerine dair?

  -Ben sormadım. Emme, soranlara demiş.

  -Ne demiş?

  -Aha hep bildiğimiz, işittiğimiz şeyler...

  -Yani, düşmanlarımız memleketimizin yarısından fazlasını zaptetmişler.
Bununla kalmayıp, şimdi bütün Anadolu'yu elimizden almaya kalkmışlar. Ta şu
dağların arkasına kadar gelip dayanmışlar ve biz kendimizi kahramanca
savunuyormuşuz. Bu mu?

  -A, a. Heç böyle demiyor.

  Ve Emeti Kadın başlıyor, yeşil sarıklılardan, Müslüman
olmak isteyen Kraliçe'den büyük bir talakatle bahsetmeğe...

  Bütün bunlar yalan desem sözüme inanacak mı? Onu
hangi dille gerçeğe çekebilirim? Aramızda asırlık mesafeler
var. Bu mesafeleri geçip de, ona kadar nasıl erişebileceğim?
Zira, ne kadar çağırsam, o bana doğru yürümeyecektir. Bu,
tarihin bir noktasında donmuş, taş kesilmiş bir insandır.
Söylediği şeyleri, kendisi söylemiyor. Tıpkı antika kitabeler
üzerindeki yazılar gibi onları ben okuyorum. Ben heceliyorum.

  Bunun böyle olduğunu bilmekle beraber, gene Emeti Kadın'a soruyorum. Başta
Mehmet Ali'nin adı olmak üzere, köyde askere gidenlerin adlarını sayıyorum:

  -Şu halde, bunlar, diyorum, ne yapmağa gittiler? Şimdi
ne yapıyorlar? Mademki, gelenler bizi kurtarmağa geliyormuş, bunlar kime
karşı silah kullanıyorlar?

  Emeti Kadın, başını iki yana sallayarak:

  -Ay oğul, onlar da bencileyin. Ne ittiklerini bilirler mi ki... diyor.

  Bu anda, bu memlekette, onlardan başka ne ettiğini bilen var mı? Tek
gerçek savaştır. Bana, cephe ardında kalanlar, kendim başta olmak üzere,
birer tabiat garibesi gibi görünüyorlar. Denilebilir ki, hayat bizi bir
deniz üstündeki arızi pislikleriyle, dalgalarıyla ite ite nasıl bir kuytu
sahile atarsa öylece bu ıssız tepelerin eteklerine atıp bırakmıştır.
Burada bir kokmuş hareketsizlikten, hayatın bir çeşit tufeyli
yeşermesinden, burada bir sıtmalı titreyişten başka bir şey
yoktur. Savaş cephesini baştan başa tutuşturan kutsal ateşin en uzak aksi
bile buraya düşmüyor.

  Bazı, Sarıköy istasyonuna giden yolun üstünde durup,
gelenden geçenden savaşa dair haber soruyorum. Kimi hiçbir
şey bilmiyor, kiminin bildiği hiç gerçeğe benzemiyor. Kiminin söylediği o
kadar çıplak, ham ve çirkin söylentilerdir ki, ben inanmak istemiyorum ve
akşama, köye kafamın içi karmakarışık bir halde dönüyorum. Emeti Kadın'ın
hazırlayıp mangalın saç kapakları üstüne bıraktığı sahana, ancak dokunuyorum.
Yarı aç, yarı tok yatağa düşüyorum. Uykularım kabuslarla doluyor.

  Bazı, uykumun içinde; birtakım Rumca sesler işiterek
sıçrıyorum. Kulaklarım uğuldayarak pencereye koşuyorum.
Şakaklarım terden sırsıklam, başımı dışarı uzatıyorum.
Dışarıda, donuk, kuru ve insana kuşku verici bir ay aydınlığı vardır. Gece,
sanki, bir günün ölüsü gibi... Ürpererek, başımı içeri çekiyorum..

  Ne sinsi bir ışık. Hemen üstümüze atılmağa hazır bir
düşman gözünün parıltısına benziyor ve düşman, işte, bu
sinsi aydınlıkta ilerliyor.

  Ne dedim? Düşman ilerliyor mu? Eyvah, o kötü, o meşum
söylentilere demek, ben de inanmağa başladım. Bu içimden
gelen ses, bu kendi kendime söylediğim söz, gerçekten benim
sözüm ve benim sesim mi? Yok canım! İşte, düşmanla bu
sinsi ışık içinde boğuşuyoruz, diyecektim. Uyku sersemliğiyle: Düşman
ilerliyor demişim. Düşman nereye ilerleyebilir? Buraya kadar gelecek
değil ya?

  Bir başka gece, daha korkunç bir rüyadan sıçrıyorum. Etrafımda, uzun
bıyıklı, uzun püsküllü Efzunlar bir çember çevirmiş, beni yargılıyorlar.
Ben, kendimi savunmak istiyorum. Fakat sesim çıkmıyor. Sesim, tıpkı suyu
kesilen çeşmelerin hıçkırığı halinde, hep içime doğru çekiliyor. Derken
Yunanlı Efzun askerleri kızıyor. Hep birden, hep bir anda silahlarını
üstüme dikiyorlar. Parmakları tetiğe dokunurken,
müthiş bir yürek çarpıntısıyla uyanıyorum.

  Hele bir başka gece, gördüğüm rüyada o kadar realite
çeşnisi var ki, gözlerimi açtıktan sonra bile, uzun bir süre
gerçeği rizyadan, rüyayı gerçekten ayırdedemedim. Uyanık
halimi rüya ve uykudakini gerçek sandım:

  Bizim köyün meydanlığında, Bekir Çavuş'la beraber imişiz. Fakat bu
meydanlık o kadar kalabalık, o kadar kalabalık
ki, ikide bir, hep yanyana durduğumuz, yanyana yürüdüğümüz halde birbirimizi
kaybediyoruz ve tekrar buluşmak için çekmediğimiz zahmet kalmıyor.
Bu esnada, kalabalığı teşkil eden insanların hepsini açık
bir gün aydınlığında inanılmaz bir şekilde seçerek, ayrı ayrı
teker teker görüyorum. Bunların kimi bizim köyün adamları,
kimi de birtakım yabancılardır. Türlü türlü dille konuşuyorlardır. Ben,
bunların hepsini bilmemekle beraber, acayip bir idrak ile ne denildiğini,
neden bahsolunduğunu anlıyorum.

  Önemli bir adam veya bir heyet gelecek diye bekleniyor.
Telaşlı telaşlı saatine bakanlar ve ikide bir yüksekçe bir yere
çıkıp uzaktan yolu gözetleyenler var. Tam bu sırada, köyün
sokaklarından biri içinden, bir kadın bağırarak bize doğru
koşuyor.

  Bu, Zeynep Kadındır. O kadar Zeynep Kadındır ki, yüzünün çizgilerini ve
pürtüklerini en ince teferruatıyla, o derece yakından görmemiştim. Çeneleri
birbirine çarpıyor ve gözlerinden nohut tanesi gibi yaşlar dökülüyor. Baş
sargıları, arkasına kaymış ve kızıl kınalı saçları demet demet yüzünün
üstüne sarkmıştır.

  Müthiş bir hamle ile halkı yararak ona doğru atıldım.

  -Merak etme, işte ben söndürmeğe gidiyorum, dedim.

  Var gücümle koşmağa başladım. Arkamdan halk kahkahalarla gülüyordu. İki üç
defa dönüp:

  -İtler, itler! diye haykırdım.

  O kadar bağırmışım ki, kendi sesimle kendim uyandım.
Tekrar dalınca, -garip tesadüf gene aynı rüyanın sonunu
görmeyeyim mi? Gerçekten, Zeynep Kadın'ın evini kapkara
dumanlar sarmıştı. Kızlar, gelin ve İsmail ellerinde küçücük
kaplarla su taşıyorlar ve yangının üstüne serpiyorlardı.
Ben, öfkemden ve heyecandan sesim kesilmiş bağırıyorum:

  -Canım, bu kadar suyla yangın söndürülür mü? Büyük
kovalarınız, kazanlarınız yok mu?

  -Hepsi içerde kaldı, diyorlar.

  Ben, gözlerimle Emine'yi arıyorum:

  -Emine nerede? diyorum.

  -Aman Allah, o da içerde kaldı! diye bir çığlıktır kopuyor.

  Bunun üzerine, kendimi tutamayıp dumanların içine atılıyorum.
Bu kabustan sıyrıldığım anda, hala Emine'yi arıyorum.
Henüz açılmış gözlerim, odanın karanlığı içinde şaşkın şaşkın, bir tutuşmuş
genç kadın vücudu görmeğe çalışıyor.

  O gece sabahı güç ettim ve bütün günü bu trajedinin havası içinde kırılmış,
ezilmiş bir halde geçirdim.

  Kara haber bulutları, bütün göğü kapladı. Zaten buna ne
hacet... Gün geçmiyor ki, üç dört düşman uçağı başımız üstünde uçmasın. Bir
defasında o kadar alçaktan geçtiler ki, kanatlarının altındaki mavili
beyazlı rengi bile göründü. Bir başka defa, yere birtakım kağıtlar attılar.
Bu kağıtlardan bir tanesi benim elime geçti. Diyordu ki, Eskişehir,
Kütahya'yı aldık. Yarın öbür gün buralara kadar geleceğiz. Sakın, yerinizden,
yurdunuzdan olmayınız. Biz size kötülük etmeğe gelmiyoruz. Halife ve Padişah
bizimle beraberdir. Biz sizi Kemal'in çetelerinden kurtarmak için
harbediyoruz!

  Köylüler, bunu okuyunca, her birinin gözünün sevinçten
parıl parıl parlamağa başladığını gördüm. Yalnız, Bekir Çavuş endişelidir.
Başını iki yana sallıyor:

  -Şimdi böyle derler amma, sen kulak asma. Bütün bu
tatlı diller hep girinceye kadardır. Sonra başlarlar köyde ne
varsa sömürmeğe... Vallahi, bir lokma ekmek, bir tane yumurta bırakmazlar.
Bütün samanları, hayvanlara yedirirler.

  Yağ, davar, kuzu, keçi ne bulurlarsa yutarlar. Bana kalırsa,
şimdiden bunları kaçırıp saklamanın bir yolunu bulmalı.
Salih Ağa, arsız bir tebessümle sırıtıyor:

  -Ben, işittim. Aldıkları, yedikleri şeylerin hep parasını
verirlermiş.

  -Bir defa verir, iki defa verir. Sonra nereden verecek?
Asker bu, gittiği yerde altın kesmiyor ya?

  Hiç kimse, Bekir Çavuş'u dinlemiyor. Hepsi Salih Ağa'nın tarafını tutuyor.

  -Gelip de kırk yıl kalacak değiller ya! Belki bir gün, belki
iki gün, sonra göçüp giderler.

  Bekir Çavuş:

  -Bir söz vardır, diyor. Askerin geçtiği yerde ot bitmez.
Göçer ama, bize bir şey bırakmaz. Önümüz kış. Bize bir şey
bırakmazlar.

  Ben, bir kenardan, yüreğim boğazıma tıkanmış bir halde,
milli bir felaketin arifesindeki bu basit, bu aşağılık konuşmaları
dinliyorum. Artık ağzımı açıp bir şey söylemek istemiyorum. Varıp başımı
alıp, daha içerlere doğru yürüsem mi? Mutlaka Eskişehir'den Ankara'ya
yaralılar taşıyan trenler vardır. Onlardan birine atlayıp Ankara'ya gitsem.
Hiç değilse, bu trajedinin anlam ve mahiyetini anlayan kimseler
içinde ne olacaksam olsam.

  Hayır, hayır; artık bir harekette bulunmağa gücüm kalmadı. Burada kalıp
öleceğim. Hatta onlar, köye girecekleri gün askeri elbisemi giyeceğim.
Önlerine kılıcımı sürüye sürüye çıkacağım. Ta ki, ilk hamlede, süngüleriyle
vücudumu delik deşik etsinler diye...

  Kanlı ve vahşi bir işkencenin derin, ilahi hazzını şimdiden duyar gibi
oluyorum. Eski şühedanamelerde, yüzlerce ok yarasında can veren kurbanların
her bir yarasında bir gül bittiğinden bahsolunur. Bunun gerçekle ne kadar
uygun olabileceğini şimdi anlıyorum. Çünkü, vücudumda, süngülerin
saplandığını tasavvur ettiğim her nokta, şimdiden, tatlı tatlı
gidişiyor. Bu kadar tatlı tatlı gidişen yerlerde, ancak güller
açabilir ve her birinden kan yerine bal akabilir.

  Asıl felaket şuradadır ki, düşman askerleri bana bir şey
yapmaksızın buradan geçip gidebilir. O zaman; ben bir mezbelede, bir moloz
gibi kalacağım. Ve bulunduğum noktada diri diri çürümeğe mahkum olacağım.
Köylüler konuşurken, işte ben kendi kendimle böyle konuşuyorum. Onların
sözleri, bana büsbütün başka bir dünyanın, başka cinsten birtakım
yaratıkların mırıltıları gibi geliyor. Bazen ne dediklerini hiç anlamıyorum.
Buğday, arpa, davar, öküz, saman?.. Bunlar da ne demek olacak?

  :::::::::::::

  Birkaç günden beri cephenin nasıl çözüldüğünü gözle
görmek mümkündür. Haymana ve Sivrihisar havalisini geçen bütün yollardan
bulanık bir göç seli akmaya başladı.

  Bunlar içinde, bazı yılgın askerler de yok değil. Bunlar insanlıktan
çıkmış, gözlerinin feri kaçmış ve çoktan ilkelleşmiş
görünüyor. Onun için, hiçbirini durdurup konuşmuyorum.
Yalnız, öbürleriyle birkaç adım yürüdüğüm ve nereden gelip
nereye gittiklerini kendilerinden sorduğum oluyor. Bunlar,
genellikle Eskişehir bölgesi halkındandır. Fakat, içlerinde daha uzaklardan,
Kütahya'dan, Bilecik'ten gelenler de vardır.

  Çoğu kadınlardan, ihtiyarlardan ve çoluk çocuktan mürekkep
bu kafileler gerçi, nereden geldiklerini bize haber verebiliyorlar. Fakat
nereye gideceklerini hemen hiç bilmiyorlar.

  Öyle gelişigüzel yürüyorlar. Kiminin omuzunda bir yatak, kiminin koltuğu
altında bir çıkın, kiminin sırtında bir kundak çocuğu, kimi bir küçük kazanı
bir miğfer gibi geçirmiş, yürüyorlar. Porsuk Çayı'nın akışı gibi şuursuz,
faydasız ve hazin bir gidiş...

  Onlara bazen, bir parça yiyecek verdiğim oluyor. Teşekkür etmeden alıyorlar
ve sessiz sessiz, yollarına devam ediyorlar.

  Bir gün, aralarında, yüzü henüz insani ifadesini kaybetmemiş ak sakallı
bir adama sordum.

  -Hiç umut kalmadı mı?

  Yüzüme baktı, sağ yanıma baktı. Cevap vermeden yürüdü gitti. İhtiyarın bu
tavrı, yüreğime öyle bir perişanlık verdi ki, ardından bile bakmağa cesaret
edemedim. Başım önüme düştü ve dizlerimin bağı çözülüp durduğum noktaya çöküverdim.

  Bir başka gün, ıssız ovanın ortasında yolunu şaşırmış on,
on iki yaşlarında bir çocuğa rastgeldim. Çocuk hem ağlıyor,
hem yürüyordu. Beni görünce bir çığlık kopardı ve aksi yöne
doludizgin koşmağa başladı. Ben, Dur! diye bağırdıkça çocuk arkasına
bakmadan kaçıyordu. O koştu, ben koştum. Fakat yetişmek kabil olmadı. Dere,
tepe, iniş yokuş, kaybolup gitti. Ve hava o kadar sıcaktı ki, ben çocuk
eriyip buhar oldu zannettim.

  Bir gün de, yolun kenarında, bir eski heybe gibi bırakılmış bir ihtiyar
kadın buldum. Kupkuru, kapkara bir kocakarı... Üstü başı o kadar parça parça
idi ki, ilk görüşte yere bir tarla korkuluğu yuvarlanmış sandım. Kadın
kıvrılıp yatmıştı. Üzerine doğru eğildim:

  -Nine, nine hasta mısın?

  -Hasta mı? Ne hastası? Bana yiyecek vermediler. Bana
içecek vermediler. Beni yedi gün, yedi gece yürüttüler. O kızım olacak
karıya: -Beni biraz sırtına al! dedim. Kabahatim
işte o. Beni şuracığa atıp gidiverdiler. -Sen şuracıkta biraz
bekle. Biz seni gelir alırız dediler. Yalan, yalan, yalan... Ben
yalan olduğunu bilirdim, emme ne ideceksin, bey!

  Sesi o kadar ince, o kadar ince idi ki bir sivrisinek vızıltısını
andırıyordu. Ağzının içinde, bir tek dişi yoktu. Onu her
açıp kapayışında çenesinin ucu burnuna değiyordu.

  -Gel, seni bizim köye götüreyim.

  -Olmaz, olmaz. Belki döner gelirler. Kimbilir, belki döner gelirler de,
beni bıraktıkları yerde bulamazlar.

  Bir akşamüstü, alacakaranlığın içinden bir ses:

  -Davranma!

  Ben, yürümemde devam edince, bir kurşun, bir eşek arısı
gibi vızıldayarak, kulağımın yanından geçti. Derken, pat,
pat, pat, pat, biri koşmağa başladı. Altı demirli çivili kundura sesleri.
Mutlaka bir asker kaçağı olacak.

  Az kalsın, bir Türk erinin kurşunu ile ölecektim.
Gerçekten cephenin çözüldüğü, gözle görülür bir hale geldi.
Fakat buna çözülmek mi, diyeceğiz? Hayır, hayır, Türk
ordusu dağılmadı. Ve Ankara'nın üstünden: Düşman ilerleyebilir, düşman
Ankara'ya kadar da gelebilir. Fakat biz, yurdumuzun en son kayası üstünde
de kendimizi savunacağız.

  Düşmanı vatanın harimi ismetinde boğacağız diye bir ses
yükseldi. Bu, O'nun sesidir. Bu, insana ümit, kuvvet ve metanet veren
sestir.

  İşte, yeni bir azimle toplanan Büyük Millet Meclisi. O'nu
geniş yetkilerle Başkumandan tayin etti. Savaş meydanına
bizzat, O geliyor... Altın başı ufukta bir çoban yıldızı gibi parıldamağa
başladı.

  Dağılır gibi olan koçlar sürüsü gene toplanıyor. Muntazam asker
kafilelerinin birer birlik halinde yeni mevzilerine
doğru yol aldıklarını görüyorum.

  Bir iopçu müfrezesi, bütün ağırlıklarıyla bizim köyün
içinden geçti. Uzun uzadıya, subaylarla konuştum. Büyük
bir meydan savaşına hazırlanıldığını söylüyorlar. Hepsi de
ümitli görünüyor. Gerçi, eskisi gibi, -Mutlaka yeneceğiz!- demiyorlar.
Fakat, yenildiklerini de kabul etmiyorlar. İçlerinden babacan bir binbaşı
bana dedi ki: -Doğrusu; Eskişehir'in düşüşünden sonra bizi takip etseydi
halimiz yamandı. Fakat, etmedi.

  Öteden bir genç yüzbaşı atıldı: -Edemezdi, çünkü o bizden daha yorgundur.
Benim bildiğim daha birkaç ay yerinden kımıldayamaz.- dedi. Bir daha genci:
-O vakte kadar da biz, karşı taarruza geçeriz. sözlerini ilave etti.

  Biz böyle konuşurken köylülerin herbiri bir deliğe kaçmış, uzaktan bizi
gözetliyorlardı.

  O binbaşı etrafına bakınıp: Yahu, bu köyde kimseler yok
mu? dedi.

  Genç yüzbaşı, bana cevap vermeğe vakit bırakmadan:

  -Vardır, vardır amma, ne olur ne olmaz diye hepsi bir
köşeye sinmiştir. Onlara çarıklı erkanı harp derler.

  Binbaşı, iri gövdesini hoplatarak gülüyordu. -Yarın öbür
gün burada kızılca kıyamet kopunca, görürler onlar, erkanı
harpliği... diyordu.

  Genç subay kulağıma eğildi: Sahi, azizim. Siz onlara
söyleseniz de bir an önce hayvanlarını önlerine katıp, ateş
hattının öbür tarafına çekilseler fena olmaz. dedi.

  Cebimden, Yunan uçaklarının attığı kağıtlardan bir tanesini
çıkardım ve genç subaya uzatarak:

  -Onlar buna inanıyorlar. Benim sözüme kulak asmazlar, dedim.

  Subay, kağıdı okurken, benzi sapsarı kesildi. Kagıdı sert
bir tavırla arkadaşına uzattı:

  -Buna inanıyorlar ha! Öyleyse bir şey söylemeyin. Bu insanlar kurtarılmağa
layık değildir, dedi.

  Kağıda bir göz gezdirip, bana iade eden binbaşı, fütursuz
bir eda ile:

  -Canım, buralar hiç düşman istilası görmedi ki, ne bilsinler, dedi. Siz,
gidin de bir Rumeli'liye, yabancı bir ordunun veya idarenin iyi
olabileceğini söyleyiniz. Eğer hainliğinize hükmetmezse, mutlaka deli
olduğunuzu zanneder. Ama bunlar!

  Yüzbaşı:

  -Ama bunlar da nedir? Görmüyorlar mı? İşitmiyorlar
mı? Düşmanın elli altmış kilometre ötede neler yaptığını bilmiyorlar mı?

  -Ee, bilmezler.

  -Bilmezlerse, burada kalıp öğrenirler.

  Binbaşı, birdenbire bana döndü:

  -Ya siz, ne yapacaksınız, diye sordu.

  -Ben mi? Vallahi bilmiyorum. Ben de bu köylüler gibi oldum. Her şeyi
kadere bırakıyorum.

  -Yok canım, öyle şey olur mu? Daha vakit varken, çıkıp
gidin Ankara'ya...

  -Sahi, tehlike o derece muhakkak mı dedim.

  -Ee, tabii. Ne olacak ya, buraları, hiç değilse, iki ateş
arasında kalacak.

  -Hiç değilse? Daha fenası olmak da muhtemel mi?..

  Adam sen de...

  Bu söz ağzımdan çıkıverdi.

  Subayların üçü birden, hayretle yüzüme bakıyorlardı.
Benim bir deli olduğuma mı hükmettiler nedir, artık bahsi
hiç tazelemediler.

  Akşama doğru, bana sessizce veda edip gittiler.

  Hiç bilmediğim, tanımadığım bu üç subayın gidişi, benim
yüreğime bir dost ayrılığının acısı gibi bir şey bıraktı. Saatlerce
oturduğum yerde, öyle melul melul kalmışım.

  Bu çeşit buluşmalar, bu çeşit tesadüfler, kendi sınıfımızdan insanların bu
gelip gidişleri bendeki yalnızlık duygusunu tazelemekten başka bir şeye
yaramıyor. Her defasında, kendimi biraz daha garip hissediyorum. İlle bu
seferki canıma pek değdi. Çünkü, bu sonuncu görüşmedir.

  Niçin, onlarla daha uzun, daha derinden, daha candan
konuşmadım? Onlara niçin, bütün dertlerimi birer birer sayıp dökmedim?
Onlara, içimde beslediğim korkunç niyetten niçin haber vermedim?

  Bir kanserli, urunu göstermekten nasıl korkarsa, derdimi açmaktan öyle
korktum.

  Belki de iyi ettim. Çünkü, sırrımı ögrenselerdi, beni zorla
alıp götürmeye kalkarlardı. Beni cephenin ardında, bir köşecikte, bir sakat
hayvan gibi saklarlardı. Boş yere subay kantinlerinin ve subay çadırlarının
bir sığıntısı olurdum. Arkaya veya geriye doğru hareket anlarında, karargah
kumandanlarının bir angaryası, bir başbelası kesilirdim.

  Çöldeyken, kuyruğu kesik bir köpek bizim alaya musallat olmuştu. Nereye
gitsek, beraber gelir, kovsak dinlemez ve peşimizi bir dakika bırakmazdı.
Hep ayaklarımızın arasında dolaşır, arkamızdan koşar, siperlerin içine girer
çıkar, geceleri şunun bunun çadırı önünde nöbet beklerdi. Haline acır,
vuramazdık. Hatta yemek artıklarını hep ona verirdik ve köpek belki de,
bizden bunun için ayrılmak istemezdi.

  İşte ben, onlarla gitmiş olsaydım, mutlaka bu köpeğe benzerdim.
İyi ki, gitmedim.

  İyi ki, gitmedim. Çünkü her hayatın kendine göre bir
başlayışı, bir bitişi vardır. Bunu değiştirmek kimsenin elinde
değildir ve olmamalıdır. Hayat, bölünmez bir şeydir. Onun
belirli ve mukadder mimarisini değiştirebilir miyiz? Değiştirmek elimizde
midir? Ve değiştirirsek güzel, iyi bir iş olur mu?

  Ben, için için ta ilk gençlik anılarımdan beri, için için, bir
dramın bütün safhalarını yaşadım. Sanki, kendi kendimi
seyreden, kendi için oynayan sessiz bir aktördüm. Bir tragedya aktörüydüm.
Şimdi son perdeyi oynayacağım sırada birdenbire rolümü değiştirip bir
başka adam mı olayım?

  Yok; Hamlet gibi başladım, Hamlet gibi bitireceğim. Benim için, bu, bir
kariyer meselesidir. Birdenbire, yüzümün kara sarı boyasını silip, dayak
tiryakisi bir topal uşak, bir kambur aşık, bir korkak ihtiyar makyajı
yapamam.

  Eğer, kendi emeklerimize, kendi ideallerimize göre yaşamak imkanını
bulamadıksa bari kendi ölümümüzle ölelim.

  Ne doğduğumuz yeri, ne sevdiğimiz kimseleri, ne yüzümüzü,
ne kalbimizi kendimiz seçebildik. Fakat ölümün her türlüsünü seçmek bizim
elimizdedir.

  Ben, işte, gider ayak bu gücümü, bu tek gücümü kullanacağım. Ölümlerin,
bence en asili, en değerlisi, en tatlısıyla öleceğim.

  Ve arkamda hiçbir kimse bırakmayacağım. Ne bir dost,
ne bir sevgili... Hiçbir izim de kalmayacak; hatta mezarım bile. Çünkü, bu
köylüler, beni gömmezler, bir derenin içinde köpeklere, kargalara yemlik
bırakırlar ve kemiklerimi tezek ateşinde yakarlar.

  Ne ala, yadellerde, kemiklerim bile kalmayacak.

  :::::::::::::

  Bugün köyde inanılmayacak derecede harikulade bir olay
oldu.

  Öğle üstü üç dört kişi, kahvenin çardağı altında oturuyorduk. Ta uzaktan,
yolun dönemecinde, bir asker müfrezesinin ucu göründü. Hepimiz, heyecanla,
ayağa kalktık ve yola doğru yürüdük. Çok geçmedi. Bu gelenlerin bizim
askerlerimiz olduğu anlaşıldı. Lakin bunun böyle olduğunu anlamak köylüleri
teskine yaramadı, ya da elalemi angaryaya sokarlar diye herbiri bir yana
sıvıştı. Bekir Çavuş da dönmek üzereydi. Fakat, ben bırakmadım.

  -Dur, bakalım. Belki, şunlardan bir havadis alırız, dedim.

  Eski ordu hayatından, ondan biraz askerlik gururu kalmış olacak.
Müfreze, dolambaçlı ve tozlu yol üzerinde, dağınık bir yürüyüşle, döne
dolaşa yaklaştı. Bekir Çavuş, baktı, baktı:

  -Bu ne demek? Ne başı var ne kıçı... diye söylendi.

  Gerçekten, gelenler, ne düzgün bir tabur, ne de bir jandarma müfrezesine
benziyordu. Hatta, daha ziyade yaklaştıkları vakit giydikleri elbiselerin,
taşıdıkları silahların da birbirini tutmadığını gördüm.

  -Merhaba arkadaşlar. Nereden böyle?

  O kadar yorgundular ki, cevap verecekleri yerde, bize
tozdan bembeyaz olmuş kirpiklerinin arasından ölü gözlerle
bakıp geçiyorlardı.

  Bir iki tanesi yanımıza yaklaşıp:

  -Köyün suyu nerede? diye sordu.

  Bekir Çavuş, kendini bir derleyip toparladı. Parmağının
ucuyla çeşmenin bulunduğu meydancığı gösterdi. Teker teker, ikişer üçer
yürüyorlar; bir tanesi arkadan geliyor. Bekir Çavuş, kendini tutamadı:

  -Yahu, sizin subayınız filan yok mu? diye bağırdı.

  Çeşmeye doğru gidenlerden bir tanesi döndü. O arkadan
geleni gösterdi.

  Bekir Çavuş, kendini gene bir derleyip toparladı. Elinin
tersiyle bıyıklarının dik kıllarını sıvazladı. Uzaktan, o gelen
adamı süzdü, süzdü: Hele, şuna bak dedi.

  O adam, arada bir yolun ortasında, şaşırmış gibi duruyor
ve etrafına bakınıyor, sonra gene birkaç adım yürümeye başlıyordu.
Başçavuşun gerçekten acayip bir hali var. Yol üstünde
öyle zikzaklar yapıyor ki, adeta sarhoş olduğuna hükmedilebilir. İşte, gene
durdu. Gene sağına soluna bakıyor. Durduğu noktada, bir Mevlevi dervişi
gibi dönüyor.

  Bekir Çavuş'un sabrı taştı. İleri doğru yürüdü.

  -Hey hemşerim, ne bakınıp duruyorsun?

  Herifin, bu sesten irkilip ürkmüş gibi silkindiğini gördüm. Sonra acele
acele Bekir Çavuş'a yaklaştı. Bir süre karşı
karşıya hareketsiz kaldılar. Derken, iki ağızdan bir anda bir
feryatla her iki adam sarmaş dolaş oldu. Bir süre, bir uzun süre öylece
kaldılar.

  Ben merakla adım adım onlara yaklaştım. Bekir Çavuş,
iki eli karşısındaki adamın omuzlarında, bana döndü:

  -Hey, şu Allahın işine bak. Bili min bu kim? dedi.

  Dikkatle bakıyorum. Derisi bir Hintli derisi gibi kararmış, uzun ve kırçıl
sakallı bir adam... Kaç yaşında? Belki otuzunda, belki ellisinde vardır.
Anadolu köylüsünün, -hele uzun süre askerde kaldıktan sonra- yaşını tayin
etmek pek güçtür.

  Bekir Çavuş'a:

  -Senin eski silah arkadaşlarından biri olacak, dedim.

  Kocaman bir kedi esneyişine benzeyen bir tebessümle sırıttı:

  -Bu, hani şehit sandığımız Şerif be... Emine'nin babası
Şerif Sonra dönüp:

  -Kızın burada, bili misin? Kızını biz, burada everdik.
Herif, hayretle geri geri çekildi:

  -Etme be, Emine, o kadar büyüdü mü ki?

  Durdu. Düşündü, düşündü. Parmaklarıyla yılları hesap etti...

  -On yıl oluyor. Doğru ya, on yıl, dedi. O vakit hiç değilse
sekiz yaşında vardı.

  Daldı:

  -Görsem tanımam ki... dedi.

  Bir dakika, dağılan aklını toplamak ister gibi kendini bir
zorladı:

  -Anam sağ mı dedi.

  -Sağ ya, köyde oturup duruyor.

  Emine'nin babası bir şey daha sormak istedi. Yutkundu
yutkundu. Sonra, acayip bir sessizliğe düştü. Bize şaşkın
şaşkın bakmağa başladı. O kadar şaşkın gözlerle ki, içlerinde şuurun son
ışıkları sönmüş sanılır.

  -Şerif Çavuş, gel köye varalım.

  Koca adamı, adeta, sıkılgan bir çocuğu bilmediği bir yere
sürükler gibi götürüyorduk.

  Kahvenin önüne vardığımız zaman Bekir Çavuş onu hemen eliyle bir iskemlenin
üstüne oturttu.

  -Hele sen, şurada biraz bekle, dedi.

  -Şerif Çavuş'un önü sıra gelmiş olan askerler toprağın
üstünde yüzükoyun yatmış uyumuşlardı. Emine'nin babasına dedim ki:

  -Ahretten gelen yolcu; kahveyi nasıl istersin? Bir sigara
içer misin?

  Paketimi uzattığım zaman, hem onun, hem benim ellerimizin titrediğini
gördüm.

  Şerif Çavuş:

  -Bir su. Aman, bir su... dedi.

  Kahvecinin getirdiği altı delik maşrabayı, iki eliyle kavradı. Lıkır lıkır,
içmeye başladı.

  Ben, gittikçe artan bir merak ve heyecanla bu acayip Odise kahramanına
bakıyorum. Ülis de, on yıl denizlerde kaybolduydu. Memleketine döndüğü gün
bir domuz çobanının ağılında, delikanlı olmuş oğluyla karşı karşıya geldiği
zaman ne oğlu onu ne de o oğlunu tanıdı. Fakat, iffetli ve sabırlı karısı
Penelope, henüz hiç kimseyle evlenmemiş, onu evinde bekliyordu.

  Bu Anadolu Ülis'inin karısı ise, çoktan bir başka adama
varmıştır. İşte Şerif Çavuş'un Odise'si asıl burada düğümlenecek. Hem de,
bir kör düğümle düğümlenecek.

  On yıl, ne yaptı? Nerelerdeydi? Sorsam, bu uzun macerayı bana anlatabilecek mi?

  Belki, hiç bir şey hatırlamıyor. Vakalarla dolu yıllar bir
kayanın üstünden akan sular gibi, onun üstünden akıp geçmişe benziyor.
Fakat, sular, en sert taşlarda bile izlerini bırakırlar. On yıllık macera,
kabil mi ki onda hiç bir eser bırakmadan geçip gitmiş olsun?

  -Şerif Çavuş, bu kadar zamandır nerelerdeydin?

  Başını çevirmeden, hep önünde sabit bir noktaya bakarak cevap veriyor:

  -Askerde...

  -Tabii, askerde olduğunu biliyorum. Fakat bir yerde esir
mi düştün? Ne oldun da, böyle yıllarca senden bir hal haber
çıkmadı?

  -Ya Moskof'a esir düştük; dedi.

  -Esarette çok kaldın mı? Rusya'nın neresinde kaldın?

  -Neresi olduğunu bilmiyorum, gayri. Bizi çok dolaştırdılar.

  -Ya sonra memlekete nasıl döndün?

  -Memlekete dönmedim ki. Aha, bugün köy karşıma çıkıverdi. Yakın düştüğümü
ondan anladım. Şaştım kaldım.

  Bir süre, o da, ben de, susuyoruz. Tekrar soruyorum:

  -Buradan çıkalı, on yıl oldu, diyorsun. Demek ki askere
Balkan Savaşı'ndan önce gittin.

  -Ha, ya. Balkan Harbi patladığı vakit, ben Urumeli'ndeydim. Sonra
İstanbul'a geldik. Ben terhis olurken, seferberlik çıktı. Bizi Erzurum'a
gönderdiler.

  Gene sustuk; hep birer birer sormak gerekiyor ve ağzından cevaplar basit,
sade, teker teker düşüyor. Sanki dünyanın en önemsiz işlerini anlatır,
sanki kahve içtim, uyudum, kalktım, yüzümü yıkadım der gibi. Sarıkamış,
Sibirya yollarını, oradaki açlığı, sefaleti, oralardan dönüşü, yaya olarak
ve farkına varmayarak sınırdan içeri girişi, Kars'a gelişi,
Kars'tan tekrar alınıp şarka, şarktan cenuba ve nihayet Adana'ya
gönderilişini söylüyor. Müthiş bir olaylar akımı, onu
bir ağaç parçası gibi kürenin böğründe ve binlerce kilometre
mesafe içinde oradan buraya, buradan oraya sürükleyip gitmiş. Bu selin her
dalgası birkaç ay, her bir kıvrıntısı birkaç yıldır.

  Ve Şerif Çavuş, bütün destanını bana beş on dakika içerisinde anlattı.
Derken, köşenin başından Bekir Çavuş önde, Emine arkada ve daha arkada
İsmail geldiler:

  Şerif Çavuş'a:

  -İşte kızın geliyor, dedim.

  Ve bunu söylerken herif, yerinden sıçrayıp gelenlere doğru atılacak
sandım. Hiç de öyle olmadı. Şerif Çavuş yerinden
kımıldamadı bile. Ancak, başını o yana çevirdi.
Ben, bu olayın tarafsız seyircisi, oturduğum yerde heyecandan titriyordum.
Fakat, vakanın asıl kahramanları, kuru bir kucaklaşmayla yetindiler.
Emine, eğilip babasının elini öptü. Sonra, iki eli kuşağında arkada duran
İsmail yaklaştı, o da öptü.

  Bekir Çavuş'un ağzı kulaklarına varıyordu:

  -Evde bulamadım. Tarladaymışlar; te oraya kadar gittim. Baban geldi
derim inanmaz. İşte, şimdi gördün inandın mı?

  Emine susuyor. Ürkek bir dikkatle babasına bakıyor ve
arasıra gözü bana kaydıkça, başörtüsünün ucuyla yüzünün
yan tarafını örtüyor. Biraz daha irileşmiş, biraz daha toplanmıştır.
Lakin, alaca donunun altından, çıplak ayakları, her
şeye rağmen, uzun, narin ve küçük görünüyor.

  Bir köylü kadında bu ne ayaklar...
Hiç dikkat etmemiştim. Dururken elini böğrüne dayayıp
öyle bir bel kırışı var ki... Nerede gördüm ben bu pozu? Nerede gördüm? Ha,
bir gün Bergama'da bir eski mermerin üstünde, bir kabartmada gördüm. O
kadın omuzundan düğmeli, dar ve ince bir entari giyiyordu. Bir ayağı, o
pozu alırken hafif çıkıntı teşkil eden kalça tarafında, eteğinin altından
dışarıya doğru uzanıyordu. Uzun, narin ve küçücük ayaklar...

  Tıpkı bununkiler gibi. Ne tuhaf; bununkiler gibi.
Artık sahnenin bütün ilginç kısmı benim için Emine'de
toplandı. Ondan ötesini görmüyorum. Ve derin bir hayranlıkla, bu, henüz
topraktan çıkarılmışa benzeyen Frikya heykelini seyrediyorum. Gözlerim,
tepeden tırnağa kadar bütün vücudu yutmuş gibidir. Öyle ki, bir bakışta,
hem yuvarlak omuz başlarını, hem elinin tatlı kıvrımını, hem de belden
aşağısını görebiliyorum.

  Kendisine bu kadar dikkatle baktığımı hissetti, galiba!
Biteviye, duruşunu değiştiriyor; hatta yan bir poz alıyor, kah
büsbütün arkasını çeviriyor, kah Bekir Çavuş'u siper alıyordu. Zavallı
çocuk, kendisine ne kadar yürekten baktığımı bilse... Bununla beraber,
bütün hareketlerinde, vücudunun ve yüzünün bütün ifadesinde bana teselli
veren bir şey var! İsmail'i hiç sever görünmüyor.

  Erkeğine bağlı olan dişi, bir bakışta belli olur. Nasıl mı,
diyeceksiniz? Bunu sezmek gayet kolay, fakat, anlatmak
güçtür. İşte, ben hissediyorum. Emine'nin bütün varlığından
İsmail'e karşı sızan bu kayıtsızlığın, belki, bu tiksintinin nedenini
kendine sorsam, o da bana anlatamaz. Bu bir zeka işi
değildir. Ruhun derinliklerinde bizden daha içeri bir şey,
kör, sağır, dilsiz ve karanlık bir varlık; o ister, o istemez. O
sever, o sevmez ve biz onun itaatli aleti oluruz.

  Emine'ye sorsam ki... İşte, babasının yanına çömeldi. Bir
kedi yavrusu bundan munis olamaz. Niçin yalnız bana gelince bir av hayvanı
gibi ürkek, kaçak ve yabani oluyor? Çünkü ben yabanın biriymişim. Anadolu
köylüsünde ta cinsiyete, ta içgüdüye kadar hükmeden bu mahallilik, bu tecerrüt
duygusu acaba ruhları yalnızlığa, uzlete davet eden bu ıssız yaylaların
tesiri midir?

  Yoksa sosyal bir teşekkül kusurundan mı hasıl oluyor?
Fikrim, şundan buna atlarken, gözlerimle Emine'yi incelemekten de
vazgeçmiyorum. Bir defasında bakışlarımız çatışır gibi oldu. Afacan kollar
arasında bir çocuğun sıyrılıp çıkmak isteyişini hatırlatan bir bakış...
Fakat, ben onu bir saniye bırakmıyorum. Daracık bir göz hapsi içinde
sıkıştırıyorum, sıkıştırıyorum. Bu kadar inat, nihayet, Emine'yi güldürmeğe
başladı. Bir taraftan hep benimle meşgul oluyordu.

  Ben yalvarıyordum, o kaçıyordu. Ben tehdit ediyordum, o benimle eğleniyordu.
Böyle ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Şerif Çavuş birdenbire ayağa kalktı:

  -Gideyim, anamın elini öpeyim, dedi.

  Bizim köyle onların köyü arasındaki mesafenin Şerif Çavuş gibi bir devri
alem seyyahına göre ne hükmü var? Hemen kalkıp yürümeğe başladı. Emine de
yanı sıra gidiyordu.

  İsmail zoraki, arkasına takıldı. Bekir Çavuş benimle kalmıştı.
Üç kişilik kafile, biraz ilerledikten sonra durdu. Emine'nin babası bize
dönmüş sesleniyordu:

  -Askere, söyleyin, ben, bir saata varmaz, gelirim.

  Bekir Çavuş:

  -Gelemezsin, diye haykırdı.

  Sonra onun cevap vermeden yürüdüğünü görünce tekrar
haykırdı:

  -Gecikirsen, askeri yola katayım mı?

  Şerif Çavuş, dönüp: Sen bilirsin der gibi bir hareket
yaptı. Beriki, gene seslendi:

  -Dur be! Nereye gidecekti, bunlar?

  Şerif Çavuş'un cevabını ancak işitebildik:

  -Polatlı Polatlı...

  Ve Şerif Çavuş, bir daha, bizim köye dönmedi. Ertesi sabah, Emine ile
İsmail, askerlerin çoktan yola çıkmış olduğunu öğrendiler. Ne biri, ne
öbürü babaları hakkında tek kelime söylemiyordu. Bekir Çavuş sinsi
tebessümle sırıtarak:

  -Ben bildim. Onda dönecek göz yoktu, derken ikisi birden başını eğip
susuyordu.

  Vatan uğrunda -velev şuursuzca olsun- on yıllık bir maceranın bu suretle
bitişi bana azap veriyordu. Kendimi tutamadım:

  -Söyleyin ona, hemen taburuna iltihak etsin. Yoksa hakkında hayırlı olmaz,
dedim.

  Bu sırada, İsmail'le Emine ortadan kaybolmuşlardır. Yanımda kalan Bekir
Çavuş:

  -Adam sen de!.. Kim kime, dum duma, dedi.

  Sahi, her şey o hale geldi mi? Öyleyse, Anadolu ordusu,
şu dağların öte kıyısında yeni bir meydan savaşına niçin hazırlanıyor?
Askeri hayatında hiçbir bozgun görmemiş olan büyük Türk serdarının cephede
işi ne?

  Gidip yakından görmek için delice bir arzuyla tutuşuyorum. Bir Kabe gibi
cepheye gitmek ve onun çadırı etrafını tavaf etmek istiyorum.

  Bütün Türk aleminin bundan başka yöneleceği bir nokta var mı?
Bütün Türk alemi mi? Hayır, bütün mazlum insanların,
diyecektim. Gözü doymak bilmeyen bir iki garp devletinin
zenginleri, günde dört öğün yemek yiyecek diye, fukaranın
lokması elinden alındı. Nice yuvalara kundak sokuldu, nice
ev bark yıkıldı. Şimdi, Vestminster'in pembe derili lordu çatlak tabanlı
Anadolu köylüsüne karşı bir sürgün avı yaptırıyor. Neresini yiyecek, bu
zavallı yaratıkların? Hangisinin göğsünden, ona, bir bifteklik et
çıkabilir? Hepsi de sade deri, sade kemik.

  Böyle düşünürken, karşıma, çoktan beri görmediğim Süleyman çıkageldi.
Sanki, bütün Anadolu köylüsünün, tasavvur ettiğim sefalette en tipik
örneğiymiş gibi önümde dikili durdu. Esvap diye taşıdığı paçavralar,
vücudunu yarı yarıya örtebiliyordu. Kolları iki ince değnek ve bunların
üstünde, göz oyuklarına kor sokulmuş bir iskelet kafası.

  -Oo, Süleyman neredeydin bakalım?

  Onunla, yüzüne bakmadan korkarak konuşuyorum. Anlaşılmaz bir hırıltı,
bana cevap veriyor. Neymiş? Neredeymiş? Evinde, çoktan hasta mı yatıyormuş?
Nesi varmış? Sıtması mı? Çok öksürüyormuş. Geceleri, sabaha kadar durmaksızın
öksürüyormuş. Bir ateş, bir ateş...

  -Boğazımdan sudan gayri bir şey geçmiyor, diyor. Ve bir
süre öksürdükten sonra ilave ediyor.

  -Şimdi biraz iyileştim. Azıcık sıcak çorba içsem kuvvetim
daha ziyade yerine gelecek.

  -Sana bir güzel tavuk haşlatayım.

  Süleyman, bir acayip tebessümle sırıtıyor. Otuz iki dişi
birden dışarıya fırlıyor. Ben derin bir ıstırapla başımı önüme
eğiyorum.

  -Otur şuraya, Süleyman. Bana nabzını verir misin?

  Elini uzatıyor, saata bakarak, nabzını dinliyorum. 110 atıyor.

  -Sana bir de derece koyayım.

  Tam 39,5.

  -Süleyman, hemen şimdi yatacaksın. Hem burada, Emeti Kadın'ın oturduğu
odada yatacaksın.

  -İstemem, bir şeyim yok.

  Ben ısrar edince tekrar evine dönmeye kalkıyor.

  -Pekala, evine git. Ben sana çorbayı gönderirim. Fakat,
böyle ayakta dolaşma. Sonra çok fena olursun.

  Bana inanmıyor.

  -Hiçbir yanım sızlamıyor ki, diyor.

  Biz böyle konuşurken, Salih Ağa'nın kambur oğlu, topallaya topallaya gelip
yanımıza oturdu. Onun da yüzü safran gibi sarıdır. Gözlerinin etrafında
iki kara çember ve burnu, ağzına doğru bir kalın gaga gibi uzanmıştır.

  -Asıl benim, her yanım sızlıyor, dedi ve sol kalçasını göstererek, ilave
etti:

  -Aha, buramda bir dert var.

  -Nasıl dertmiş o, bakayım?

  Yumruğunu uzatarak:

  -Böyle bir ur, dedi.

  -Baban sana bir çare bulmuyor mu?

  -Kaç defa söyledim. Hiç tınmadı. Anam, oraya sıcak sıcak bir şeyler koydu,
daha fena oldu. Bir eşek bulsam, kasabaya kadar gideceğim, orada kendimi
hekime göstereceğim.

  Maksadı, benim eşeği almaktır. Ben, anlamazlıktan geliyorum.
Ne o? Gök mü gürlüyor? Yok canım. Bu havada gök gürler mi? Başımı kaldırıp
bakıyorum. Bir tek bulut parçası görünmüyor. Bununla beraber, bazı açık
havalarda şimşek çakıp gök gürlediğini hatırladım. Durup dinliyorum. Bu,
gök gürültüsüne benzemiyor.

  Uzaktan uzağa, derinden derine kesik, aralıklı ve ölçülü
bir gümbürtü.

  Serin sabah rüzgarının içinde, kır sakin. Tarlada, herkes
işiyle gücüyle meşguldür. Ben yalnız dolaşıyorum.
Köyden güneye doğru uzaklaştıkça, bana bu sağır ve belirsiz gürültüyü, daha
iyi işitiyorum gibi geliyor. Bir küçük tepenin üstüne çıkıp, bütün gücüm
kulaklarımda, dinliyorum.

  Buna, adıyla sanıyla top sesleri denir. Lakin, bu sesler
kaç kilometreden gelebilir? Zihnimin içinde, harpte öğrendiğim hesapları
yapıyorum. Eğer, şu kadarcık topsa, ses, bu kadar yerden, bu kadarlıksa şu
kadar yerden işitilir, diyorum. Fakat, bu hesaplara, havanın, o andaki
özelliklerini de katmak gerekir. Rüzgarın esişine göre, bütün o sayılar,
ölçüler altüst olur. Her neyse, o dakikada işittiğim bu gürültü,
top sesleridir.

  -Akıbet...

  Bu kelime dudaklarımdan gayri ihtiyari düşüverdi. Bununla, kendi kendime,
ne demek istedim, bilmiyorum. Zihnime bir durgunluk çökmüştü. Akıbet
diyorum ve acayip bir sevinçle derin bir keder ortasında donup kalıyorum.
Top sesini çok yakından işittiğim olmuştur. Topların bizzat kendilerini
görmüşümdür. Siperlerin öte yakasından, her atılışlarında kara ve uzun
boyunlarının nasıl inip kalktığını ve havada, nasıl kocaman bir patiska
yırtılışı sesi çıktığını da bilirim. Gerçi benim sağ kolumun kesilmesi bir
kurşun yüzündendir. Fakat, kaç defa top mermileri başımın üstünden aştı,
sağımdan, solumdan geçti ve kaç defa, şarapnel yağmuru altında kaldım. Ama
bunların hiçbiri bana, şu uzaktan uzağa, derinden derine işittiğim uğultular
kadar dehşet ve heyecan vermedi.

  Bir kayanın üstüne çöküyorum. Önümde ıssız yayla, sayısız ve hareketsiz
toprak dalgalarıyla donmuş bir boz denizi andırıyor. Ta ufuklara kadar
uzanan geniş saha içinde ne bir tek ağaç, ne bir tutam ot, ne bir su
parıltısı, ne bir hayvan, ne bir bina gözüküyor.

  Sanki bu yerlerden hayat ebediyen çekilmiş gibidir. Sanki
sönmüş kürenin üstünde tek başıma kalmışım. Bir defa, bir
rasathane dürbünüyle aya bakmıştım. İşte şimdi, aynı manzarayı Orta
Anadolu'nun bu taşlık tepesinden görüyorum.

  Ve o uzaktan gelen gürültüler, bu manzaraya korkunç
bir heybet veriyor. Sanki bir kıyametin yaklaştığına şahit olmaktayım.
Tevrati efsanelerde türlü türlü tarifleri okunan ilahi ukubetlerin, ilahi
gazapların bir tanesi de, sanki şu anda vuku bulmaktadır.

  Benim burada işim ne? Bu sönmüş kürenin son oturanı,
son canlı yaratığı ben miyim? Hayır... İşte. Karşı tepelerin üstünden bu
sürü aşağıya doğru inmeye başladı. Bunun ardından bizim Hasan'ın cılız
silueti ufuk üzerinde bir küçük ağaç dalı gibi çiziliyor. Acayip şey.
Sanki, bu sürü ve bu çoban çocuğu bana, bir müjde getiriyorlarmış
gibi yüreğim ferahladı. Ayağa kalkıp işaretler ediyorum.

  Avazım çıktığı kadar bağırıyorum.

  -Hasan, bu tarafa gel. Hasan, bu tarafa...

  Lakin, çocuk, henüz beni işitecek yakınlıkta değildir.
Oturup bekliyorum. Sürü karşı sırttan, yavaş yavaş iniyor.
Boz toprak üstünde beyaz çizgiler yaparak sıkıntılı bir elde
kocaman bir tesbih gibi sağa sola, öne arkaya kımıldıyor. Bu
hayvancağızlar bu topraklarda yiyecek ne bulurlar? Bilmiyorum.
Şu çakıllar arasındaki dikenler birer gıda mıdır?

  Hasan, nihayet işitti galiba... Durdu. Dinliyor. Tekrar
ayağa kalkıp işaretler ediyorum. İşte, benden yana yöneldi.
Top sesleri, belirsiz aralıklarla devam ediyor. Deminkinden daha mı yakın,
daha mı uzak? Bana, gittikçe uzaklaşır
gibi geliyor. Hesaba göre böyle tahmin ediyorum. Sanki, bir
saat içinde düşman, mevziini mi değiştirdi. Eğer böyle olsaydı, düşman yeni
mevzilerini tespit edinceye kadar uzun bir süre top seslerinin kesilmesi
gerekirdi. Fakat, kim dedi ki, bu, mutlaka düşman toplarının sesidir? Belki
de, sabahtan beri kulağıma gelen sesler hep bizim cepheden aksediyor.

  Ben böyle düşünürken, dalıp gitmişim. Hasan'ın, ta yanıma gelip
dikildiğinin farkına bile varmadım:

  -Hasan, işitiyor musun, bu top seslerini?

  -Sabahtan beri gürültü duyarım emme, top sesi mi bilmem. Ben, uzaktan
yağmur yağar sandım.

  -Yok, Hasan. Bu, top sesidir.

  Küçük çoban, bu sözün anlamını pek anlamıyor gibi. Top
sesleri veya gök gürültüsü... Onca her iki olayın arasındaki
fark pek de büyük olmasa gerektir.

  -Şu tepelerin arka tarafında savaş oluyor, Hasan...

  -Savaş ne demek?

  -Askerlerin kavgası...

  Tam bu esnada, gökyüzünün uzak bir noktasından dört
beş uçağın pervane homurtularını duyduk. Başımızı kaldırıp
havayı araştırdık. Top seslerinin geldiği noktadan, koca makine-kuşlar,
sanki o gürültüden ürkmüş de kaçıyorlarmış gibi bize doğru uçuyorlar.

  Hasan:

  -Vıyy, an gibi vızıldarlar, be... dedi ve ağzı açık, gözleri
havada kaldı.

  Uçaklar, belirli bir yönde gidiyorlar ve gittikçe küçüldüklerine göre
bizim bulunduğumuz noktanın öbür yakasına geçtikleri tahmin edilebilir.
Bu yön hep kuzey-doğuyu gösteriyor. Uçaklar uzaklaştıkça yükseliyorlar.
Artık seslerini işitmiyoruz. Neredeyse gözle görülmeyecek kadar uzaklaşıyorlar.
Şimdiden birer siyah nokta halini aldılar.

  Küçük çoban:

  -Bu sefer, kağıt atmadılar, dedi.

  Bunu söylemesiyle, havada bir avuç kıvılcımın sönüp
parladığı, parlayıp söndüğü görüldü ve bunu bir acayip çıtırtı izledi. İki
dakika sonra bir kıvılcım yağmuru daha, gene o çatırtılar.

  Hasan elleri bögründe, başı yukarıda:

  -Vıyy, ateş attılar, be... dedi.

  Çocuğu bu manzara eğlendiriyor gibi. Çünkü, yüzünde
ne bir korku, ne bir kuşku belirtisi vardı. Ağzı hayretten
açılmış ve gözleri meraktan parıl parıl parıldıyor. Sanki, hiç
görmediği bir oyunu seyrediyor.

  Ben, uçakların ateş ettikleri noktanın bizim karargahımız olacağını
kolaylıkla tahmin ediyorum ve neredeyse mukabele görecekleri anı bekliyorum.
Fakat, uçaklar, bombalarını tükettikten sonra bir yarım daire çizip geriye
döndüler.

  Ondan sonra, arkalarından birkaç ateş edildiğini sezdim.
Hasan, gittikçe daha ziyade eğleniyor. Açık ağzının içinde vıyy, vıyylar
sıklaşıyor. Ben, ona boş yere tafsilat vermeye uğraşıyorum. Çocuk, beni
dinlemiyor bile... Kimbilir, bu gerçekten daha gerçek olaya kendi kafasınca
nasıl bir masal uydurmaktadır.

  O günü izleyen günlerde, top sesleri ve uçak hareketleri
sıklaştıkça sıklaştı. Köylüler, bir parça korkmaya başladılar.
Fakat, ben, onlara: Haydi gidelim dedikçe hiçbiri aldırmıyor. Birisi,
bana:

  -Sen ne duruyorsun? dedi.

  Sahi, ben ne duruyorum? Bunu, kendi kendime izahtan
acizim. Elim ayağım kımıldamaktadır. Fakat, bunları kımıldatan irademe bir
taraftan felç gelmiş gibi. Bir şeye karar veremiyorum. Bütün basiretim
bağlanmış.

  İnsan, bazı, rüyalarda böyle olur. Bağırmak ister, sesi
çıkmaz; koşmak ister, koşamaz.

  Bekir Çavuş, bir gün bana:

  -Yahu, dedi. Bu köylüleri korkutmaya gelmez. Zaten
hepsinin gözü yılmış. Yüreklerine büsbütün telaş düşerse,
her biri bir yana kaçar. Şimdi, tam iş zamanıdır. Sonra pişmanlık olur.

  Gerçi, yılın bütün ürünü, küçük yığınlar halinde toprağın
üstüne yığılmış duruyor. Bunları bırakıp nasıl gitmeli? Yılın
bütün ürünü... ve bu, köylü için, tek hayat meselesidir. Onca
yeryüzünde bundan üstün, bundan önemli bir olay olamaz.

  Bekir Çavuş'a diyorum ki:

  -Hakkın var. Artık bundan sonra ağzımı açıp bir kelime
söylemeyeceğim.

  Bunu derken, içimde itaatli bir çocuk yüreği taşıdığımı
hissediyorum. Artık, kendi üzerimdeki ve başkaları üstündeki otoritemi
tamamıyla kaybetmiş sayılırım. Bir köylü bana
itiraz edebiliyor. Bana nasihat veriyor ve ben bunun önünde
başımı eğiyorum. Hakkın var diyorum. Çünkü şu dakikada, benim bildiğim
şeyler artık hiçbir işe yaramıyor. Umutlarım boşa çıkmıştır. Tahminlerimde
yanılmışımdır. Benim mantığım onların içgüdüsü, onların sağduyusu yanında
iflas etmiştir.

  Hepsine ayrı bir saygı ve boyun eğme ile bakıyorum. Salih Ağa, mahut
tebessümüyle bana zekanın ta kendisi gibi geliyor ve çıplak ayaklarına
bakarken, onları erişemeyeceğim kadar yüksek bir gerçeğin belirtisi
sanıyorum. Ve hiçbir şeye önem vermeyip hiç kimseyle konuşmayarak damın
üstüne tarladaki samanları taşıyıp yığmakla meşgul Zeynep
Kadın, bana insan enerjisinin hayrete değer bir timsali gibi
geliyor. Asık ve çatık suratına bakmaya cesaret edemiyorum.
Kendimi, onun karşısında lüzumundan fazla hareketli ve
telaşlı buluyorum. Yanağıma bir tokat vurup: Hele sen, bir kenarda sesini
kes de otur! deyiverecek sanıyorum.

  Kendi elimle baktığım Süleyman, artık öbür dünyaya
mensup olanların heybetini taşıyor. Bu alemin işlerine artık
metelik vermiyor. Hatta arasıra, Cennet'e dair, kalbini yokladığım zaman onu
taş kesilmiş hissediyorum. Cennet ismini söylediğim vakit artık eskisi
gibi sırıtmıyor; eskisi gibi gözleri daha ziyade parlamıyor. Sözümü anlamayan
bir adam kayıtsızlığıyla yüzüme bakıyor.

  Belki Memiş burada bulunsaydı onunla anlaşmak kabil
olacaktı: Fakat Memiş köyden kaybolalı iki ay geçti. Nereye
gitti. Hiç kimse bilmiyor. Etrafı saran bütün uğursuzluklar,
hep onun kayboluşuna atfediliyor. Bir zamanlar bütün olayların
nedeni benim gelişimdi. Şimdi, onun gidişi benim gelişimi unutturdu.

  Bekir Çavuş'a: Hakkın var; bundan sonra ağzımı açıp
bir kelime söylemeyeceğim dedim ama, dayanılmaz bir konuşma ihtiyacı
yüreğimi dağlıyor. Taşla, toprakla konuşmak
istiyorum. Lakin bu taşlarla toprakların, Zeynep Kadın'ın
asık ve çatık suratından farkı ne? Onlar da, bu köyün insanları
gibi beni istiyorlar mı?

  Sert ve yalçın tabiat; söylemiştim ki, sen bir üvey ananın
kucağı gibisin. Bu gerçeği, şimdi her zamandan daha fazla
hissediyorum. Ne altında geçici bir huzur bulunabilecek bir
gölge, ne kıyısında serinlenecek bir suyun var! Katı yürekli
toprak! Bir gün cesedim bir daha kalkmamak üzere üstüne
düştüğü vakit, kim bilir, beni bağrına ne vahşi bir huşunetle
bastıracaksın.

  :::::::::::::

  Dün, uzaktan uzağa top sesleri duyuluyor ve arasıra gökyüzünün uzak bir
noktasından birkaç uçağın geçtiği görülüyordu. Şimdi artık, barut kokusu
bütün havayı sardı. Kulaklarımız motor seslerini, eşek anırmalarından,
köpek havlamalarından daha sık işitir oldu.

  Uçakların gelişi geçişi, köylüleri eğlendiriyor. Hepsi sırtlarını duvara
dayayıp, ağızları bir karış açık seyrediyorlar ve bir: Vıyy vıyy vıyy,
anacığım!dır gidiyor. Görüyon mu, bu daha büyük. Yok, yok, o daha
büyük. Bu öndeki hızlı uçuyor. Öbürü daha ağır geliyor. derken bazısı
baş aşağı inecek gibi olunca, gene hepsi bir ağızdan: Aman aman, düşüyor... diye bağırışıyorlar.

  Sanki, düşecek olan babalarının oğluymuş gibi... Öyle bir
kızıyorum, öyle bir kızıyorum ki, yerimde duramıyorum.
Adamakıllı bir silahım olsa köyün ortasında durup bu sırnaşık, bu palavracı
pervanelere doğru çekeceğim; fakat benim,
bir çifteyle bir brovning tabancasından başka silahım yok.

  Bir gün, Bekir Çavuş'a verdigim söze rağmen, kendimi
tutamadım:

  -Ayıptır. Düşman böyle seyredilmez, dedim.

  Kümenin içinden bir ses:

  -Nolacak, bize dokunmuyor ki, dedi.

  Bunun üzerine, keyifleri bozulmuş insanlar gibi homurdanarak dağıldılar.
İçlerinden yalnız Salih Ağa pabuçlarını sürükleyerek benden yana geldi.
Sırıtarak ve biraz da hışmımdan korkarak:

  -Sen öyle diyon emme, bunların bize faydası oldu. Görmüyon mu, hiçbir
yanda kargalardan iz kalmadı. Harman yerinde, tahılı hep yirlerdi.

  Başımı çevirip yüzüne sert sert bakınca dondu kaldı.
Benden dayak yediği gündeki gibi solumağa başladı. Yanından uzaklaştım,
gittim.

  Bir gün, uçaklar, gene aşağıya kağıt atmaya başladılar.
Sanki havadan kudret helvası yağıyormuş gibi kapışan kapışana... Alan, bir
süre kağıdı okumağa çalışıyor, sonra beceremeyip katlıyor, katlıyor ve bir
muska gibi kuşağının içine yerleştiriyor.

  Bazısı gidip imamı buluyor:

  -Okuyuversene, bakalım ne diyor?

  İmam hecelemeğe başlıyor:

  Muhterem Anadolu ahalisi, Kemal çeteleri mahvolmuştur. Adım adım bütün
şehirleri, kasabaları zaptettik. Şimdi Ankara üzerine yürüyoruz. Sakın
bize karşı düşmanca harekete kalkışmayınız. Biz sizi, Halife tarafından
kurtarmağa geliyoruz.

  -Ne diyor? Ne diyor?

  ... Biz sizi Halife tarafından kurtarmağa geliyoruz.

  Ne Halifeyi, ne de Peygamberi bildikleri var. Fakat, kurtarmağa geliyoruz
sözü, bilmeksizin pek hoşlarına gidiyor.

  Kurtarmak! Sizi, kim kurtarabilir? Sizi gökten melekler inse
kurtaramaz. Çünkü, sizi evvela sizden, kendinizden kurtarmak lazımdır.
İçimden böyle homurdanarak kağıdı imamın elinden çekiyorum. Yere atıp
çizmemin ökçesiyle çiğniyorum.

  Hepsi hayretle bana bakıyorlar.

  Deli mi oluyordum? Nöbetim mi var? Her halde kendimde bir acayip
muvazenesizliğin şahidiyim. Kah Bekir Çavuş'un tembihine boyun eğecek kadar
çaresizliğe düşüş, kah imamın elinden okuduğu kağıdı kapıp yırtacak kadar
celadet gösteriş, her halde, normal bir haleti ruhiye alameti değildir.

  Zaten, bu olaylar içinde normal olmak bir çeşit anormallik sayılmaz mı?
Her devrin kendine mahsus ölçüleri vardır.

  Bir savaş zamanında barışta olduğu gibi yaşamak, bir inkılap devrinde
statik devirlerin kalıpları içinde sıkışıp kalmak
bir gaflet, bir avarelik, bir sapıklık değil de nedir?

  Böylece kafamın içinde birbirine zıt düşünceler, birbirini
cerheder hükümler kaynaşıp duruyor. Ömrümün son demlerinin yaklaştığını
hissettiğim şu günlerde, boş yere kendi kendimi tayin ve tesbite
çalışıyorum. Fakat, bir türlü muvaffak olamıyorum. Kendi benliğim, kendi
ellerim arasında bir duman gibi uçup gidiyor. Çevremi tesbite çalışıyorum.
Gene aynı boş emek... Çevrem bana karşı ne kadar sağırsa o kadar
da dilsizdir. Hele şu son günlerde öyle kapanmış, öyle örtülmüş ki, ne
tarafından bakacağımı, ne taraftan dinleyeceğimi
bilemiyorum. Sanki zaptetmek isteyen düşman benim, teslim olmayan kale
burasıdır.

  Bu küçük halk kümesinin dili olsa, bana; Evet düşman
sensin! diyecektir. Zaten gözleri bunu söylemiyor mu? Tavırları, hareketleri
bunu söylemiyor mu? Onlar nazarında, ben yalıtız sevimsiz bir misafir, bir
şımarık sığıntı değil, aynı zamanda uğursuzun biriyim. Nerede ise bütün bu
olan işlerden beni sorumlu tutacaktır. Zira, bana karşı, öfke ve husumetlerini
o derece artmış görüyorum.

  Bir gün, Bekir Çavuş fena bakarak söyledi:

  -Düşman, tee İzmir'de idi, sağdan sataştılar, soldan sataştılar. Herife
rahat vermediler. Buralara kadar gelmesine sebep oldular. Ne diyeyim bilmem
ki, Allah sebep olanları...

  Elimin tersiyle suratına bir tokat aşketmek istedim. Fakat, kendimi tuttum.
Ve ona son defa olarak, vatanın bütünlüğü hakkında bir fikir vermeye
çalıştım:

  -Bir Türk için İzmir ne ise Sivas da odur. Diyarbakır ne
ise Samsun da odur. İzmir zaptolundu mu, bütün Anadolu'nun ilmiği
düşmanın elinde demektir. Orası kurtulmayınca burası kurtulamaz.

  Bekir Çavuş sözümü kesti:

  -Haydi be, sen de... Bu lafları sen başkasına anlat.

  Kendimi tutamadım:

  -Bekir Çavuş aklını başına al, yoksa kafana bir şey indiririm, dedim.

  Derhal, benim subaylığım ve kendi çavuşluğu hatırına
gelmiş olacak, hemen toplandı:

  -Kusura bakma, biz köylüyüz. Böyle şeylere aklımız ermez, dedi ve yanımdan
kalkıp gitmek istedi. Kolundan tutup oturttum:

  -Sen yalnız köylü değilsin. Sen askerlik etmiş adamsın:
Sana bu sözler yakışmaz. Ayıptır, ayıptır!

  Asker! Fakat, Bekir Çavuş bir bozgun ordusunun askeridir. Kimbilir kaç
dayakta kötürümleşmiş maneviyatını ayağa kaldırıp durdurmak ne mümkün! Hele,
düşmanın şu karşı tepeleri tuttuğu bir sırada ona dasitani bir heyecan
vermeye çalışmak kadar abes ve mevsimsiz bir şey tasavvur olunamaz.
Bekir Çavuş:

  -Biliyorum beyim sen de onlardansın emme.

  -Onlar kim?

  -Aha, Kemal Paşa'dan yana olanlar...

  -İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa'dan yana olmaz?

  -Biz Türk değiliz ki, beyim.

  -Ya nesiniz?

  -Biz İslamız, elhamdülillah... O senin dediklerin Haymana'da yaşarlar.

  Bekir Çavuş'la artık daha ziyade konuşmağa mecalim
yok. Asılmış bir adam gibi başım göğsüme düşüyor. Bunalıp
kalıyorum.

  Eğer, bize zafer nasip olsa bile kurtaracağımız şey, yalnız
bu ıssız toprakla, bu yalçın tepelerdir. Millet nerede? O henüz ortada
yoktur ve onu bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Ağalar, bu Zeynep Kadınlar, bu
İsmailler, bu Süleymanlarla yeni baştan yapmak gerekecektir.

  Ben Kemal Paşa'dan yana olmam da, kimden yana olurum? Çünkü, O, yarın bu
dev işini başaracak olan serdengeçti gönüllülerin başıdır. Top seslerinin
yirmi beş, otuz kiloretreden geldiği anda bile zafere inanıyorum. Lakin onu
takip edecek olan ikinci cidal devresinin sonu, bana efsanelerde okuduğum
hayaller gibi uzak ve dumanlı görünüyor.

  Bekir Çavuş tekrar benden özür diledi:

  -Kusura bakma. Benim aklım, şimdi hep o dolaşan tevatüre takılıp kaldı.

  İstiyor ki, ben bu tevatür nedir diye sorayım. Fakat, sesimi çıkarmayınca
o devam etti:

  -Şu Salih Ağa'nın oğlu yok mu? Bizim kızı berbat etmiş,
dedi. Şimdi: Al! diyorum. Almam, diyor. Yok sağ kalçasında bir ur
çıkmış. Yok bütün vücudu sızlarmış. Hepsi yalan.
Hasta olan adam bu işi yapar mı?

  Ben ki, bu facianın ilk şahidiyim; kendimi tutamadım:

  -Kızın ne diyor? diye sordum.

  -Ne desin? Ben seni alırım diye kandırmış. Kaç zamandır helallısı gibi
kullanıp dururmuş. Biz de neden sonra haber aldık.

  -Sakın kız gebe mi?

  -Yok olamaz. Daha on iki yaşında.
Bir sabah, -o sabahı hiç unutmayacağım!- penceremin altında bir ses. İnce,
keskin bir çocuk sesi:

  -Geliyorlar! Geliyorlar!

  Yataktan fırlayıp sese koşuyorum:

  -Kim geliyor Hasan?

  Küçük çoban soluk soluğadır. Benzi ya heyecandan, ya
koşmaktan sapsarı kesilmiş:

  -Aha onlar... Senin dediklerin... Te, karşıki belin üstünden yürüyüp
geliyorlar.

  Bir süre aklımı toparlayamadım. Çocuğun yüzüne bön bön bakakaldım.

  Küçük çoban:

  -Ben davarı yamaçta yalnız bıraktım. Daha fazla duramam; dedi ve koşarak
döndü gitti.

  Odamın içinde bir yangın esnasında ne yapacağını şaşırmış bir adam gibi
dolaşıyorum. Kah çizmelerimi, kah yelerimi arıyorum. Bir taraftan pijamamın
düğmelerini, mütemadiyen çözüp ilikliyorum. Nihayet, Emeti Kadın'ı imdada
çağırmağa mecbur oldum.

  -Emeti Kadın! Emeti Kadın!

  Ses, seda yok. Dışarıya fırladım. Sofa, mutfak, damın üstü, ahır. Yok, yok. Kümese bakıyorum yok. Bu saata kadar
Emeti Kadın gelmemiş olsun... Kabil değil.

  Ayağımda terlikler, pijamamla, ta evine kadar koşuyorum. Tak tak kapı.
Gene kimse yok. Köyde, sanki hiç kimse
uyanmamış gibidir. Ne bir çocuk. Ne bir hayvan.

  Yalnız benim tuhaf bir kıyafetle, oradan buraya seğirttiğimi gören
köpekler havlıyor.

  Ben artık geriye dönemiyorum. Şaşkın şaşkın hemen bütün evlerin kapısını
bir defa çalıyorum. Her ev mezar gibi.

  Meydanlığa kadar gittim. Öyle bir tenhalık ki, insana dehşet veriyor.
Bu meydancıktan, küçük çobanın söylediği yol görünüyor. Bir de ne bakayım!
Düşman askerleri, tozu dumana katarak yürüyorlar. Ters yüzü koşarak eve
dönüyorum.

  Bir taraftan giyinmeye çalışıyorum, bir taraftan köylüleri
düşünüyorum. Hepsi evlerine mi saklandılar? Yoksa kaçıp
gittiler mi? Düşmanın gelişi beni hemen hiç meşgul etmiyor.

  Zihnim durmadan, bu iki suale cevap vermeye çalışıyor.
Mutlaka benden gizli söz birliği edip kaçmış olacaklar. Beni
düşman önünde tek başıma bırakarak... Bu kadar hıyanete,
bu kadar namertliğe ihtimal veremiyorum.

  Nereye gidebilirler? Daha dün gece hepsi burada idi. Küçük Hasan'dan önce
düşmanın geleceğinden haberleri olacak değildi ya. Yok, yok. Hiçbir yere
kaçmış olamazlar. Hepsi evlerinde kapanmış, sinsi oturuyorlardır.

  Düşmanın hemen köye girmek üzere olduğunu hissediyorum. Havada, bir ağır
topçu taburunun araba ve demir şakırtıları dalgalanıyor. İnsiyaki bir
hareketle gidip kapımı kilitliyorum. Pencerelerimi kapıyorum. Niçin? Şu
anda, bunu kendi kendime izahtan acizim.

  Hani, düşman önüne asker elbiselerimi giyerek ve kılıcımı takarak
çıkacaktım? Adam sen de. Mademki, tek başınayım. Bütün tehlikeler, nasıl
olsa karşılarında, yalnız beni bulamayacak mı? Zulüm ve itisafı üzerime
zorla kışkırtmaya ne lüzum var?

  Fakat bu korunma tedbirleri! İşte ben de anlayamadım.
Kapının kilidini açıyorum. Pencerelerimi açıyorum. Nal, araba ve demir
şakırtıları yaklaşıyor ve tozla karışık bir pas ve
deri kokusu burnuma kadar geldi.

  O ne? Köyün havası bir acayip gürültüyle doldu. Demir,
nal ve araba şakırtılarına birtakım insan sesleri de karışmağa başladı.
Tıpkı, kabuslarımda işittiğim sesler:

  -Vire, İstaso, Vire, Palikari... vesaire gibi sesler.

  Bu koyu Türk köyünde, Anadolu'nun bu hiç açılmamış
kuytu, ıssız köşesinde, birdenbire bu Pire limanı şamataları!..
Bir tek kelime Türkçe işitilmiyor.

  Bütün vücudumu soğuk bir ter kapladı. Kulaklarım uğulduyor. Bacaklarımda
kalkmağa hiç mecal yok. Sanki bir keskin kılıçla belimin ortasından ayrılmış
gibiyim.

  Artık gelip beni bir kuru ağaç kütüğü gibi yaksalar...
Derken bir Türkçe ses:

  -Bu köyde kimse yok mu, be yahu?

  Fakat, bu öyle bir Türkçe ki, bana Galata'yı hatırlatıyor.
Doğrudan doğruya Rum şivesiyle söylenmiş bir Türkçe diyemem. Bu bağıran
belki bir Ermeni, belki bir Yahudidir.

  Türkçenin böyle söylenmesinde, böyle büzülüp didiklenmesinde ne hazin bir
şey var! Sanki, haşin ve patavatsız bir el
vücudumuzu hırpalıyor; vücudumuzun en hassas, en nazik
yerlerine kadar sokulup oraya tırnaklarını geçiriyor zannedilir.

  -Hey bir adam yok mu, be?

  Ve evlerin kapıları güm güm vurulmağa başlıyor. Köylülerde gene çıt yok.
Düşman askerleri bilseler ki, ben de onlar
kadar meraktayım. Ayak sesleri benim civarıma yaklaşıyor.
İşte, tam pencerenin önünde durdular, konuşuyorlar. Başımı
pencereden yana çevirince birisinin içeriye baktığını gördüm.
Burma bıyıklı, tıraşı uzamış esmer bir delikanlı kafası... Bir
müddet göz göze geldik. Sonra onun gözleri hayretle odanın
içini dolaştı ve kafa aşağıya doğru çekildi. Bunun üstünden
birkaç dakika geçti mi geçmedi mi, bilmiyorum, ayak seslerini bizim evin
içinde duydum.

  Odamın kapısı açıldı. Demin kendisiyle göz göze geldiğimiz genç kapıdan
girdi, bana doğru yürüdü ve biraz evvel
işittiğim Türkçe ile:

  -Bu ne be, meydanda kimseler yok. Sen bu köyden değil misin?

  Başımla; hayır! dedim.

  -Pekala, nerede, ötekiler nerede, bilmiyor musun?

  Başımla; hayır! dedim.

  Bu sırada odama silahları tetikte birkaç asker daha girdi. Benimle konuşan
onlara dönüp Rumca bir şeyler söyledi.

  Hepsi birden merak ve tecessüsle bana bakıyorlar. Hepsinin
gözü mihaniki bir surette kolsuz tarafımdan yüzüme, yüzümden bana:

  -Senin dilin yok mu? Niçin söylemezsin? dedi.

  -Söylerim ama keyfim istediği vakit...

  Sinirli bir tavırla yanındakilere dönüp hakkımda acı bir
istihzada bulunduğunu sezdim. Tepem attı. Ayağa kalkıp dedim ki:

  -Benden izin almadan ta yatak odama kadar ne hakla
girdiniz? Ve beni, ne sıfatla sorguya çekiyorsunuz?

  Benimle konuşan adam arkadaşlarına yan gözle bakarak: Ben size demedim
mi? Delinin biri der gibi bir işaret yaptı.

  -Deli veya akıllı olayım şimdi buradan çıkacaksınız, diye bağırdım.

  Esmer delikanlı, benimle artık bir meczupla konuşur gibi
konuşmağa başladı:

  -Pekala çıkarız, çıkarız ama söyle bize köylüler nerede?
Cevap vermeksizin ayakta dimdik durduğumu görünce
sabırsızlandı ve askerlerden bir tanesine süngü taktırıp kapımda bıraktıktan
sonra öbürleriyle birlikte çıkıp gitti.

  Onlar çekilip gidince ben hiç olmazsa odamın kapısını
kapatmak istedim. Fakat süngülü asker buna mani oldu. Yerime gelip oturdum
ve kendime bir poz vermek için elime bir kitap aldım.

  Dışarıda gelip gitmeler, bağrışmalar, çağrışmalar artıyor. Birkaç defa da
kapı kırılmasına benzer patırtılar duydum. İşte, bütün bunlara bizim
köylülerin sesleri de karışmağa başladı. Demek ki, korunmak için yalnız
evlerine kapanmakla yetinmişler. Zavallı masum halk. Düşmanı bu kadar
basiretsiz mi sandın?

  İki üç günden beri, bizim köy bir düşman kıtasının işgali
altındadır. Gerçi, bütün erat köyün içinde oturmuyor. Fakat
subay ve komutan nevinden amirlerin her biri, bir ev zaptetti. Subay ve
komutan diyorum. Fakat bir tanesi müstesna, ne yüzlerini gördüm, ne
rütbelerinin ne olduğunu biliyorum.

  Olandan bitenden bizim Emeti Kadın vasıtasıyla haber alıyorum. Hemen
odamdan hiç çıktığım yok.

  Emeti Kadın'a:

  -İlk gün nerede idiniz? dedim.

  -Bizim oğlan koşarak gelip haber verince, hepimiz caminin önünde toplandık.
Salih Ağa, Bekir Çavuş: Kızlar, kadınlar, çoluk çocuk neleri var, neleri
yoksa beraber alsınlar.

  Köyden çıkıp derenin içinde saklansınlar. Geri kalanlarımız
da evlerimizde kapanıp sesimizi keselim. Bakalım, belki askerler, ortalıkta
kimse görmeyince savuşup giderler dediler.

  Biz de öyle yaptık. Emme çok geçmedi, haber geldi. Düşmanın bir zararı
yokmuş. Dönsünler diye şimdilik kimseye dokunmuyorlar. Yalnız et isterler,
ekmek isterler, arpa, şeker isterler, parasını vereceklermiş. Baksana
şuna; benden süt aldılar, yumurta aldılar, yerine şu kağıdı verdiler.

  Muska biçiminde bükülmüş küçük kağıtlar çıkardı. Bana
uzattı:

  -Hele bir bakıver. Ne yazıyor?

  Baktım, Rumca kurşun kalemiyle yazılmış birtakım satırlar.

  -Anlamadım. Rumca yazıyor. Fakat, beş para etmez, dedim.

  Emeti Kadın bir yutkundu:

  -Ne diyon? Ben, şimdi ne ideyim?

  -Vermemeli idin; Emeti Kadın.

  -Vermeme olur mu? Ta evin içine kadar girerler. Kümesin yanından
ayrılmazlar. Bazısı tavuk kalkar kalkmaz, yumurtayı sıcak sıcak kapıp
giderler. Arkasından yetişemem.

  İlk geldikleri gün, silah arayacağız diye benim oturduğum evin altını
üstüne getirdiler. Silahları bulduktan sonra
da gene aramakta devam ettiler. İki üç defa paramın bulunduğu çekmeceyi açıp
kapadılar. Süngü ucuyla yatak, minder gibi ne kadar pamuklu eşya varsa,
delik deşik ettiler. Kitaplarımı, kağıtlarımı darmadağınık odanın ortasına
yığdılar.

  Ben, ayakta sırtımı duvara dayayarak, aldırış etmeden
seyrediyordum. İçlerinden biri, yazmakta olduğum, şu defteri iki üç defa
eline alıp baktı, yapraklarını çevirip okumağa
çalıştı. Tekrar masanın üstüne attı. Bir başkası Fransızca
kitapların adlarını küçük cep defterine not ediyordu. Nihayet her şey olup
bittikten sonra beni kumandanın yanına götürmek istediler.

  -Niçin gidecek mişim? Gitmem.

  -Gideceksin. Yoksa seni zorla götürürüz.

  Düşündüm. Beyhude inat. Önlerine düşüp yürüdüm. Sabahleyin beni ziyarete
gelen ve Türkçe konuşan çavuş yanımda yürüyor:

  -Sen bir subaysın. Bu köyden değilsin. Buraya neden
geldin? Burada ne işin var? Şimdi kumandana onu anlatacaksın diyor.

  Ben, başı açık, ceketsiz, gömleğimin sağ yeni, bir büyük
düğüm halinde sallanarak gidiyorum.

  Yürüyorum. Sokak aralarında tek tük rastgeldiğim bildik
yüzler, beni görünce çevriliyorlar. Atlar, top katırları, mandalar o kadar
çok, o kadar çok ki, aralarından geçmek için her birinin kıçından,
kafasından itmek gerekiyor.

  Kumandan, kahveyi derhal bir karargah haline sokmuş,
çardağın altında, bir büyük masanın başında oturuyor. Suratı asık ve
zorla heybetli görünmeğe çalışan bir yüzbaşı.

  Çavuş beni gösterip bir şeyler söyleyince başını kaldırıp
dikkatle yüzüme baktı ve Fransızca:

  -Siz bir subaymışsınız, öyle mi? dedi.

  -Evet.

  -Lütfen şu iskemleyi alın. Oturun ve soracağım şeylere
birer birer cevap verin.

  Bütün sorgu ve cevaplardan sonra, düşman kumandanının anlamadığı şey,
benim kendi arzu ve irademle İstanbul'u bırakarak, bu köye yerleşmemdir.
Bu hususta kendisine ne kadar psikolojik sebepler gösterdim, hatta ne kadar
samimi itirafta bulundumsa, hiçbiri kar etmedi. Yüzüme şüphe ile
bakmaktan vazgeçmedi. Onun nazarında halledilmez bir mesele oldum. Nihayet,
işin içinden sıyrılmak için:

  -Gidin, evinizde oturun; fakat hiçbir yere çıkmayacaksınız. Hiç kimse ile
temas etmeyeceksiniz. Şimdilik bu kadar... dedi.

  Odama döndükten sonra, tekrar eşyalarımı düzeltmeğe
lüzum görmedim. O kargaşalığın ortasında bir ıslanmış fare
gibi yaşamağa başladım.

  Sokak kapısının önünde, bir süngülü er duruyor.
Bu defterin bitmesine, kimbilir kaç gün kaldı.
 
  Düşman gözü beni, artık yatağımın içinde bile rahat bırakmıyor. Pencereden,
kapıdan her vakit, her saat teftiş ve nezaret altındayım. Bu sıkı göz hapsi
içinde, defterimi ancak gece yarıları el ayak çekildikten ve belki de
nöbetçi er uykuya daldıktan sonra yatağıma sokulup yazabiliyorum. İhtiyaten
lambamı da söndürüyorum. Ve İtalyan şairi d'Anunzio'nun (Nocturno) yu
yazdığı gibi bütün bu yazıları el yordamıyla karanlıkta karalıyonım.
Okuyabilene ne mutlu.

  Oysa ben, bundan sonrası mutlaka okunsun istiyorum.
Çünkü Anadolu savaşı, bağımsızlık mücadelesi denilen büyük facianın, büyük
destanının tarihe intikal etmeyecek olan tarafları yalnız bu defterde
yazılıdır. Eğer, bir hıyanet eli, bir silgi lastiği alıp kurşun kalemiyle
çizilmiş bu eğri büğrü satırlar üstünden geçecek olursa gelecek kuşaklar
kendi memleketlerine ait birçok acı gerçeklere ermek vasıtasından
mahrum kalacaktır.

  Artık, bu benim hikayem olmaktan çıkmıştır. Burada,
kendime ait olan kısımları bile ben, artık bir başkasının macerası gibi
anlatıyorum. Farzediniz ki, ben, Ahmet Celal denilen bir subayın, bir malul
gazinin hortlağıyım ve her gece el ayak çekildikten sonra onun boş kalan
yatağına girip olanı biteni hikaye ediyorum.

  Zavallı Ahmet Celal öldü ve onu, mezarında zebaniler
bekliyor. Onun için kabir azabı başladı mı, başlamadı mı, bilmiyorum.
İsterseniz, zebaniler bekliyor lakırdısını o azabın
bir başlangıcı olarak telakki ediniz. Zira, o yeryüzünde iken
de arafta gibi yaşadı. Hangi cinsten Tarınya kulluk ettiğini
bilmedi. Bir yabancı imparatorluk namına yıllarca döğüşüp
kanını döktü. Yıllarca, meçhul bir vatanın, bir ideal yurdun
hasretiyle yanıp tutuştu. Elle tutulmaz, gözle görülmez bir
sevginin peşinden yıllarca koştu. Onun yoluna ağladı, güldü,
söyledi ve öbür dünyaya göçeceği gün bildi ki, meğer hepsi
yalanmış.

  Ah, işte ona her şeyden daha acı gelen bu oldu. Bütün bir
ömrün boş yere akıp gittiğini öğrenmek, bütün bir gençliğin
boş emeller, boş hayaller, sakat işler peşinde heder olduğunu
görmek; giderayak, birdenbire gerçeklerin en iğrenci, en korkuncu
ile karşı karşıya gelmek... İşte, kabir azabından önce,
Ahmet Celal bu ateşlerden geçti. Bu zebanilerle düşüp kalktı.
Ona asıl bunun için acıyınız.

  Düşman kıtası, köyü sömürmeye devam ediyor. Meğer bu
kara kuru köyün ne kadar çok adamı ne çok zaman besleyecek özü
varmış! Emeti Kadın'ın yumurtaları bitip tükenmek
bilmiyor. İşittiğime göre, düşman hayvanları, Salih Ağa'nın
saman ve arpalarını yiye yiye hala bitirememişler. Bizim Bekir
Çavuşlar, Zeynep Kadınlar, ya şu ya bu karargah mutfağına bulgur,
fasulya, nohut taşıyıp dururlarmış. Sığırtmaç
Hasan'ın sürüsünden, her gün bir iki baş eksiliyormuş.

  Subaylar, askerler ne alırlarsa hep parasını vereceğiz
derlermiş. Emeti Kadın'ın koynu Rumca yazılı kağıtlarla dolu ve kağıtlar
çoğaldıkça kadının para almak umudu azalıyor. Bir gün yavaşça:

  -Şu halde, niye saklıyorsun? dedim.

  -Ey, herkes saklar. Ben de saklarım; dedi. Belki sonunda
bir şey çıkar.

  -Yok canım, nafile, bu kağıtları boş yere taşıyorsun. At
onları, yırt at, dedim.

  Emeti Kadın, ağlar gibi suratını buruşturarak:

  -Amanın, sonra bir tühmet olur. Beni döverler, dedi.

  Sesimi daha ziyade yavaşlatarak:

  -Döverler mi? Başkalarını dövdükleri var mı?

  -Çok, ay oğul. Çok, istediklerini vermedin mi, hemen el
kaldırırlar.

  Sesimi artık bir fısıltı gibi hafifleterek:

  -Irza, namusa da dokunuyorlar mı, Emeti Kadın?

   Şimdilik pek o kadar değil. Bazı karılara sarkıntılık
ederler emme, ben görmedim. Bizim Zeynep Kadın'dan işittim.

  Sesim boğazımda bir nefes, bir üfürük haline girdi:

  -O nereden biliyor, o nereden? diye sordum.

  -Aha, kaç defa gelinlerine, kızlarına sataşmışlar. Suya,
çamaşıra çıkamaz olmuşlar.

  Artık Emine için ayrı bilgi istemeye dilim varmadı. Zaten
bizim yavaş sesle konuşmamız pencereden içeriyi gözetleyen
nöbetçinin dikkatini çekmeğe başladı. Sanki dudaklarımın
kımıldamasından bir mana çıkarmağa çalışırmış gibi dik dik
yüzüme bakıyor.

  Bu sabah... hala inanamıyorum. Ne gözlerime, ne kulaklarıma, hala
inanamıyorum. Bu sabah, bir de baktım ki, düşman askerlerinden eser
kalmamış. Kalkıp gitmişler. Nereye?

  Nasıl? Ortada Salih Ağa ile İmam yok. Kumandan sabahleyin erkenden
köylüleri toplamış: Bize yol göstermek için iki adam verin. Biz şöyle
ileriye doğru varıp döneceğiz. Size verdiğimiz hesap pusulalarını da iyi
saklayın. Dönüşte öderiz demiş.

  Bunun üzerine Salih Ağa ile İmam, hemen öne atılmışlar. Biz size yol
gösteririz demişler.

  Emeti Kadın bana bu havadisi verirken başını iki yana
sallıyor:

  -Ne açıkgöz şey, şu Salih Ağa. Belki yolda arpa, saman
parası alırım diye hemen herkesi önledi.

  -Nasıl alabilirler. Mademki, dönüşte veririz demişler!

  -Alır o... Kimbilir herifleri nasıl kandırır, alır o. Zaten
alırsa, böylelikle alır. Sanki biz onların tekrar döneceklerine
inandık mı? Ay oğul, kim döner, kim verir? Bu hiç olacak iş mi?

  -Ben sana söyledim ama, aklın şimdi başına geldi.

  Emeti Kadın düşündü taşındı:

  -Bundan sonra gelen olursa peşin para isterim. Başka
türlü ne bir damla süt, ne de bir tane yumurta veririm...

  -İnşallah, bundan sonra ne gelen, ne isteyen olur.

  Bu sözü söylerken, kendim de pek inanmıyordum. Çünkü, köylülerden aldığım
bilgiye göre, düşman kıtası geriye doğru değil, ileriye doğru yol almıştır.
Bu savaşın onuncu günü. Bu kadar zaman içinde ne olacaksa olması lazımdır.
Böyle bir meydan savaşında bu ileriye yürüyüşlerden ancak savaşın bizim
aleyhimize son bulduğu anlamı çıkarılabilir.

  Eğer öyleyse, varacakları ve duracakları nokta Ankara olacaktır. Ankara
işgal altında? Yok canım, bunu tasavvur etmek bile mümkün değildir. Böyle bir olay
tarihi olayın mantığına zıt bir şey olur. Çünkü, Ankara bir son değil, bir
başlangıçtır.

  Dünyayı dolaşan telgraf tellerinde Londra, Moskova kelimelerinin yanısıra
ses çıkarmaya başlayan bu yeni kelime
ötekiler gibi bir şehir değildir. Bu bir yeni nefese, bu bir yeni
ruha sembol olmuştur.

  Düşman eski haritalar üstünde Ankara adını taşıyan
kerpiçten şehire girebilir. Onu, bir iki gülle ile tarumar edebilir.
Fakat aynı adı taşıyan ruha nasıl el uzatabilir? Onu,
nasıl zapteder? O ruh bugün, burada ise, yarın orada esecektir. Obür gün
bir fırtına haline girip kendisine daha yüksek,
daha yalçın bir tepe bulacaktır. Orada gürleyecektir. Eyvahlar olsun, bu
gerçeği şimdiden hissetmeyenlere. Bunlar kafalarını taştan taşa çarpacaklardır.
Bunlar, sarp yokuşlarda yollarını şaşıracaklardır.

  Bu satırları Emeti Kadın'ın düşmanı tekrar beklemesine
rağmen yazıyorum. Bu satırları düşman ordusunun Sakarya'nın öbür yakasında,
Ankara'ya yetmiş kilometre yakınlıkta harbettiği bir anda yazıyorum.
Salih Ağa ile İmam, gittiklerinin onuncu günü köye döndüler. Ben, bütün
tiksintime rağmen gidip onlarla görüşmekten kendimi alamadım. Yenemediğim
bir tecessüs beni, bu iki sefilin yanına kadar sürükledi. Lakin, ne onun, ne
ötekinin çenesini bıçak açıyor. Salih Ağa verdiği arpa ve samanın
bedellerini koparamadığına, öbürü de -kim bilir, belki- beş
on kuruş bahşiş alamadığına müteessir. Zira, ağızlarından
zorla dökülen birkaç söz çıkarlarına ait.

  -Nereye kadar gittiniz? diyorum.

  Bana hiç bilmediğim bir yerin adını söylüyorlar. Sonra susuyorlar.

  -Kıyamet, kıyamet. Top seslerinden durulmuyor.

  -Üç gündür, gece gündüz durmadan savaşırlarmış.

  -Düşmanları nasıl buluyorsunuz? Memnun gibiler miydi?

  -A a. Kara kara düşünürlerdi.

  Salih Ağa, İmamın sözünü kesti:

  -Yok canım. O Türkçe bilen bana söyledi: Birkaç gün
sonra Ankara'dayız! dedi.

  -Birkaç gün sonra Ankara'dalar mı? Olamaz. Düz yolda
gibi yürüye yürüye gitseler, gene varamazlar, dedim.

  Salih Ağa, yüzüme düşmanca diyebileceğim bir hışımla
bakarak:

  -Sen görürsün, dedi.

  -Ben ne göreceğim? Sen göreceğini görmüşsün, işte. Samanını, arpanı
yediler, bitirdiler. Seni önlerine takıp günlerce yürüttüler. Eline de beş
para vermediler.

  Çıplak ayağını o ana kadar görmediğim bir sinirlilikte
oynatmağa başladı.

  -Helal olsun be. Helal olsun. Daha bir diyeceğin var mı?

  Salih Ağa, ilk defa olarak bana bu tavırla hitap edebiliyor. Çünkü, bir
zamanlar benim temsil ettiğim nüfuzun bu topraklardan çekildiğini hissediyor.

  Ulan, alçak herif? diye bağırdım. Şu dakikada güvendiklerin burada
olsalar, gene seni ayağımın altına alıp bir yılan
gibi ezerim.

  Ve üstüne doğru yürüyünce, dimdik önüme dikildi:

  -Yok, dedi. O günler geçti. Otur oturduğun yerde...

  Yaradana sığınıp sol kolumun bütün gücüyle kırçıl suratına bir tokat
aşkettim. Sendeleyip yere yuvarlandı. Fakat,
yuvarlanmasıyla kalkması bir oldu ve eline geçirdiği kocaman bir taş
parçasını kafama fırlatmak istedi. Taş omuzumu sıyırıp geçti.

  Köylüler etrafımızı almış, seyirci gibi bakıyorlardı. Derken, Bekir
Çavuş geldi, bana yaklaştı:

  -Haydi beyim, haydi. Bunlarla uğraşmak sana yakışmaz, dedi.

  Fakat ben Salih Ağa'yı, pestili çıkıncaya kadar pataklamak hıncı içinde
kendimden geçmiş bir halde idim. Bekir Çavuş'u elimin tersiyle bir kenara
itip tekrar saldırdım. Köylüler onun etrafını sarmış, benim yaklaşmama engel
oluyorlardı. İmam da durmaksızın benim aleyhime bir şeyler mırıldanıyordu.

  -Olur mu ya, bu kadar da olur mu ya? Ben şahidim. Evvela o çattı; diyordu.

  Şimdi, bütün köy halkı karşımda, bir düşmanlık halkası
gibidir. Gürültüyü işiten geliyor. Çoluk çocuk, karı, kızan,
hepsi geliyor. Bütün tanıdığım yüzleri bir kabus bulutu arkasından görüyorum.
İşte, İsmail, elleri kuşağında haylaz haylaz duruyor. İşte, muhtar, aç çakal
gözleriyle bana bakıyor. İşte, biraz uzakta Zeynep Kadın'ın küçük kaya
parçasını andıran kafası. İşte, yanında kızlarından biri. Ve küçük çocuklar,
yarı giyimli, yarı çıplak, ayaklarımın dibinde kaynaşıyorlar.

  Bir hamlede Salih Ağa'yı koruyan çemberi yarıp, herifle
tekrar karşı karşıya geldim. Ve tıpkı Zeynep Kadın'ın tarla
davasında yaptığım gibi yakasından kavrayıp sarstım ve çürük meyva gibi yere
silktim. Fakat bununla kalmadım. Bütün manasıyla ayağımın altına alıp
tekmelemeğe başladım.

  Kadınlar bağrışıyor, çocuklar ağlıyor ve erkekler homurdanıyorlardı. Ve
İmamın sesi:

  -Günah, günah, Allah razı olmaz.

  Ve başkalarının sesleri:

  -Tutuverin belinden. Tutuverin bacaklarından.

  Fakat ben, taşkın ve azgın öfkemin zırhıyla kuşanmıştım. Hiçbir tarafıma,
kimse el uzatamıyor. Tam o esnada, uzaktan karanlık bir gecede tek bir
yıldızın ışığı gibi teselli veren ve okşayan bir dost, bir hemşire bir...
yar bakışı. Ve kalabalığı yararak bu bakışa doğru yürüdüm.

  Emine'de bana karşı, bir şeyin değiştiğini hissettiğim
anın bu ilk saniyesidir. Bu cehennem azabı günlerinde, bu
saniyenin değerini ölçemiyorum. Ateşe atılmış bir adamın
yüzüne akıtılan bir damla suyun değeri nedir? Bir gece yarısı, bir çölde
yolunu şaşırıp kalmış adama, uzaktan gönünen
bir ışığın değeri nedir? Hasta döşeğinde müthiş sancılarla
kıvrandığımız anda elimizi sıkan elin değeri nedir? Haksız yere darağacına
giden bir masum indinde, son saate yetişen adalet hükmünün değeri nedir?
Çarmıhtaki İsa'nın ayağı dibinde ağlayan Magdalanalı Meryem'in gözyaşının
değeri nedir? İşte, Emine ile göz göze gelişimizde onun tarafından bana
karşı belirlemege başladığını sezdiğim yeni duyguların
her bir belirtisi, benim için bunlardaki paha biçilmez değeri
taşımaktadır.

  Henüz baş başa kalıp da bir kelime konuşmadık. Henüz
birbirimizin yanında bir dakika durmadık. Ben onun önünden geçip
gidiyorum. O bana karşıdan bakıyor. Fakat, her
defasında, aramızdaki sessiz anlaşma, sessiz söyleşme, bizi
değme uzun, sevdalı konuşmalarından çok birbirimize bağlıyor. Gözle görülmez
ve fakat çelikten daha kuvvetli teller ondan bana, benden ona uzanarak bizi
bir ağ gibi içine alıyor.

  Bir akşamüstü, alaca karanlıkta, çeşme başında ona yalnız rastgeldim. Bir
gölge sessizliğiyle yanına sokulup dedim ki:

  -Sana tenhada bir şey söylemek istiyorum. Nerede? Ne zaman?

  Başını eğip önüne baktı. Fakat bu baş eğip duruşta öyle
bir teslimiyet, öyle bir kendini veriş vardı ki, o anda elinden
tutup çeksem, onu kolaylıkla evime götürebilirdim. Daha ziyade sokuldum:

  -Söyle, söyle! dedim.

  Ve titrek ve hemen ağlamaklı bir sesle, bana cevap verdi:

  -Aman etme... Görüverirler.

  Bu aman etme, görüverirler yalvarışını Emine'den ilk
defa işitmiyorum. Daha (...) köyü kavaklığında, derenin kenarında henüz el
dokunmamış bir körpe geyik gibi sıçrarken de onu, her yakalamak isteyişimde
elimden bu yalvarışla kurtulur giderdi.

  Fakat, bu sefer işittiğim aynı ses mi? Aynı sözü, aynı
ahenkle mi söylüyor? Hayır; güfte o eski güfte, lakin, beste
tamamıyla değişmiş, bin kat daha derinden, bin kat daha dokunaklı olmuştur.

  Kavaklar arasındaki aman etme, görüverirler sözünün
anlamı bir çocukluk, bir şuhluk, bir toyluktu. Şu çeşme başındaki aman
etme, görüverirler ise de; Çok zayıfım. Belki
dayanamam, belki kendimi bırakıveririm. Sonra bir rezalet
çıkar endişesi saklıdır ve karşımda eti dile gelmiş bir kadının baş
döndürücü musikisi vardır.

  Aman etme, görüverirler. Ben isterim, ben istiyorum.
Fakat, başkalarından korkuyorum. Böyle bir söz, ancak,
müşterek bir sır taşıyanlar arasında söylenebilir.

  -Evet, kimseler görmesin. Kimseler işitmesin. Ben de öyle istiyorum;
dedim.

  Omuz başları kalkmış, boynu bükülmüş ve bir eli çoktan
dolup taşmaya başlayan testide, öbür eli kuşağında gene hiç
yüzüme bakmadan söylüyor:

  -İsmail, seninle konuştuğumu istemiyor. Bırak beni kuzum, bırak beni...

  Oysa, kendisi bırakıp gitse de olabilir. Fakat, testi dolduğu halde
yerinden kımıldamıyor. Her şeyden önce, bana bir
şeyden veya bir kimseden şikayet etmek diliyor. Testinin boğazından su, bir
hıçkırık sesiyle akıyor.

  -Emine, görüyorum ki, halinden hiç memnun değilsin.
Bana varsaydın, seni başım üstünde taşırdım. Seni böyle çalıştırmazdım. Bir
dediğini iki etmezdim.

  Emine şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Sonra birdenbire aklına önemli bir iş
gelmişcesine, süratle testiyi kavradı:

  -Olan oldu, geçen geçti. Alnımın yazısıymış, dedi.

  Ve geniş adımlarla yürüdü gitti. Ben, bir süre, uzun bir
süre arkasından baka kaldım.

  Köylüler, sanki, başımızdan geçen afet hafif bir sağanakmışcasına her şeyi
unuttular. Düşman kıtasının gelip geçmesiyle karışır ve dalgalanır gibi olan
hava eski durgunluğunu buldu. Bu hava içinde gene eskisi gibi pislikten
pisliğe konup kalkan karasinek sürülerinin vızıltıları işitiliyor. Arasıra
benim eşeğimin yanık naraları sessizliği geniş yarıklara ayırıyor ve
bunların içinde küçük çocukların ağlamaları duyuluyor.

  Bir cehennemin, bir mahşerin hemen arkasında bulunduğumuza dair ortada
hiçbir belirti yoktur. Her yıl, bu mevsimden biraz önce gelmesine
alıştığımız öşürcü daha neden görünmedi? Jandarmalar neye artık hiç asker
aramaz oldlar? Ne var ki, (...) köyü Haymana Ovası'nın ortasında ıssız
bir adaya döndü?

  Bunu, baştan, topraktan sormak istiyorum. Çünkü, köylüler bu halin
farkında değildirler. Farkında oldu mu, hepsi
bir ağıl yaratıkları gibi baş başa verip, ses çıkarmadan adeta
kafaları ve burunlarıyla konuşuyorlar. Bana, bu yabana, bu
düşmana uzaktan yan gözle bakıyorlar.

  Hele, Salih Ağa'yı patakladığım günden beri, bana karşı
husumetleri o kadar artmıştır ki, her an, beni niçin linç etmediklerine
şaşıyorum. Şimdiye kadar, onlar tarafından herhangi bir tecavüze uğramadımsa,
bu silahlı olduğumu bildikleri içindi. Düşman askerleri, silahlarımı
aldıkları günden itibaren, ben, onların gözünde bütün gücümü ve önemimi
kaybetmiş bulunuyorum.

  Bunu, hepsinin gözlerinde ayrı ayrı okumak mümkündür.

  İsmail'in, şu bücür ve çipil İsmail'in bile zaman zaman
karşıma geçip öyle bir meydan okur tavırlarla duruşu var ki,
beni hayretten hayrete düşürüyor.

  Felaket bile bizi birleştiremedi. Aramızdaki, benimle onlar arasındaki
uçurumu belki, daha ziyade derinleştirdi. Bir
Bekir Çavuş, menfaat bağlarıyla bana bağlı kaldı. Bir Emeti
Kadın, alışkanlık yüzünden hala benim hizmetimi görmek
lütfunda bulunuyor. Bir küçük Hasan şuurunun altından gelen bir hisle benim
muhabbetime cevap veriyor.
 
  Bu çocuğa o kadar bağlandım ki, bazı günler onunla beraber bulunmak için
dağ tepe davarı gütmeye gidiyorum.

  Her ikimize yetecek nevaleyle dolu bir asker çantasını sırtıma alıp,
belimde koca bir su matarası, elimde bir uzun değnek, sabah erkenden yola
çıkarız. Güneş kuru otlar arasında türlü türlü ışık oyunları yapar. Onlara
baka baka bir sürü hülyalara dalarak yürürüm.

  İki yoldaş, saatlerce birbirimize hiçbir söz söylemeden
yan yana dolaştığımız olur. Kah düz yol üstünde gideriz,
kah, bir belden ağır ağır geçeriz. Bazen, bir derenin serinliğinde uzun
uzadıya durduğumuz ve çantamızı açıp bir kır eğlentisi yapar gibi
nevalemizden yediğimiz olur.

  Hasan, yemeğini yedikten sonra çok defa yüzükoyun yere
uzanıp uykuya dalar. O zaman sürüye nezaret etmek sırası
bana düşer. Oturduğum yerden hayvanların kımıldanışlarını, birbirlerinden
ayrılıp toplanışlarını, yaklaşıp uzaklaşışlarını seyrederim. Bir müddet,
bütün köylüler gibi, şu uyuyan küçük sığırtmaç gibi ben de, varlığımı
çevirmiş olan ateşten çemberi unuturum. Kaygısız ve engin tabiatın kucağında,
ben de, kaygısız ve engin bir şey olurum.

  Lloyd George da kimmiş, Poincare de ne oluyormuş. Çelikten dretnotların,
kırk ikilik topların, dumdum kurşunlarının, şarapnel yağmurlarının da ne
hükmü varmış? Bu yalçın enginliğin içinde düşman ordusunun bir sürü boz
renkli çekirgeden farkı nedir? Çekirgeleri yel alır, yel götürür. Burada
kalacak olan gene bu taşlar, bu topraklar, bu dikenler, bu
söğüt kütükleri, bu hayvanlar, bu küçük sığırtmaç ve... benim.

  Issızlığın ve başıboşluğun bana verdiği bu şuursuzluğa
yakın uyuşukluğun içine dala dala kendimden geçer giderim
ve başımı koluma dayayarak toprağa uzanırım. Kah küçük
sığırtmaç uyanır, beni uykuda bulur. Kah ben uyanırım, küçük sığırtmacı
uykuda bulurum. Davar, ya gözden kaybolacak derecede uzaklaşmıştır, yahut,
ta burnumuzun dibine kadar sokulup otlamaktadır. Bir defasında, bir
koyunun nemli ağzının yüzüme dokunmasıyla uyandım. Bir başka defa, bir keçi
yavrusu üstüme basıp geçti. Bu hayvanlar, etrafta, kuru otlar arasında,
yiyecek bir şey bulamadıkları vakit bizim nevalemizin artıklarını sömürmeye
gelirler.

  Türk köylüsünün bir avuç davarına güçlükle yiyecek veren bu topraklarda
istila orduları neyi arıyor? Ve ne bulabilir?

  İşte, Hasan'la bu uzun kır gezintilerinin birinden döndüğüm bir akşamdı
ki, köyün içini ve dışını düşman askerleriyle tıklım tıklım dolmuş buldum.
Hem bu asker kalabalığı geçen seferki gibi muntazam bir kıta manzarasını
göstermiyor, başıbozuk bir insan yığınını andırıyordu. Bu karışık insan
yığınına bir yokuş başında saplanıp kalmış kamyonları, tersine çevrilmiş
manda arabalarını, kendi hallerine bırakılmış katırları da ilave edin, köyü
kaplayan kargaşalığın çeşidi, belki gözönüne gelebilir.

  Askerlerin hepsi, toza toprağa bulanmış, derileri güneşten paslı bakıra
dönmüş, sakalları diken diken uzamış, üst baş perişan bir haldeydi. Tam bir
bozgun askeri.

  Köyün havasındaki tehlike korkusuna, köylülerin yüzündeki şaşkınlık ve
ürküntüye rağmen sevinçten yüreğim ağzıma geldi. Az kalsın onlara: Yenildiniz değil
mi? diye bağıracaktım. Fakat buna vakit kalmadı. Daha ilk adımda etrafımı
bir haydut çetesi sardı. Hemen hepsi Türkçe konuşan bu
adamların her biri bana, bir şey soruyordu:

  -Nereden geliyorsun? Kimsin? Necisin? Bu matrayı nereden buldun? Bu çanta
kimin?

  Bir başka grup Hasan'ın davarının etrafını çevirdi. Bu
bozgun düşman kalabalığına karışmış köylüler bize uzaktan
aldırış etmeyen ve yabancı gözlerle bakıyorlardı. Beni saran
çember daha ziyade sıkıştı. Cevaplarımı dinlemiyorlardı. Birisi
sırtımdan çantamı çekti, aldı. Bir başkası, matramı kaptı. Bir üçüncüsünün
eli ceketime doğru uzanmak üzereyken kendimi toparladım:

  -Ne yapıyorsunuz? Bırakın beni... diye avazım çıktığı kadar haykırdım ve
insanüstü bir hamleyle aralarından sıyrılıp çıktım.

  Demin bana vahşi ve zalim gözlerle bakan bu adamlar,
benim bu hareketim üzerine bir alay yaramaz çocuk gülüşüyle gülmeye
başladılar. Dönüp baktım. Bu gülüş, bana o bakışlardan daha acı geldi.
Yüreğime bir avuç barut atmışlar gibi bağrım için için tutuşarak yürüdüm
gittim.

  Şurada burada yere uzanmış askerler ve ortada bırakılmış araba ve
hayvanlar arasından geçerek odama geldiğim zaman hırsımdan tir tir
titriyordum. Fakat, hiçbir durum şu an kadar insana aklı, hikmeti,
hesaplılığı ve usluluğu emredemez. Düşman mağlup olmuştur. Bozgun bir halde
geri çekiliyor. Yarın, onlardan, bu topraklarda birtakım insan ve
hayvan leşlerinden, kamyon, top arabası, kundura ve kasket
enkazından başka bir şey kalmayacaktır. Ve bu zafer çelenkleriyle köylü
çocuklarımız oyuncak oynayacaktır. İşte, bugünler yüzü hürmetine bir kenara
çekilip beklemekten başka yapılacak her hareketin anlamı bir çılgınlık
değil midir?

  Fakat, ben yerimde duramıyorum. Penceremin içindeki
bir saksıyı alıp yere çarptım. Bununla da kalmayıp yatağımın üstüne atıldım.
Yatağımı yumruğumla dövmeye, dişlerimle ısırmaya başladım. Boğazıma tıkanan
hıçkırıklar beni boğacak. Fakat, ben, Türk ordusunun zaferini gözlerimle
gördüğüm şu anda ağlamayacağım.

  -Yetişin, yetişin! Bizim oğlanı öldürüyorlar!..

  Hemen yerimden fırladım. Emeti Kadın'la beraber koşmağa başladık. İşkence
yerine vardığımız zaman küçük Hasan'ı, artık, dövülecek ve hırpalanacak
tarafı kalmamış bir halde yolun kenarına atılmış bulduk. Bu facianın
failleri, eski Truva'nın kahramanları gibi çobansız kalmış sürüyü paylaşıyorlardı.

  Ben, eğilip Hasan'ı kucağıma aldım. Emeti Kadın saçını
yolarak ağlıyordu:

  -Öldü mü? Öldü mü? diyordu.

  Hasan'cığın ne oldugu henüz belli değildi. Ağzı burnu
kan içinde, kolu kanadı kırılmış, bir yaralı kuşu andırıyordu.
Eğer, kalbinin vuruşlarını omuz başlarımda hissetmesem
ben de onun öldüğüne hükmedeceğim. Yavaşça:

  -Sus, Emeti Kadın sus, ölmemiş; diye seslendim.

  Fakat, kadıncağız inanmıyordu:

  -Öldü, benim bir tanecik yavrum öldü! diyordu.

  Eve geldiğimiz vakit, çocuğu kendi yatağımın üstüne yatırdım. Ninesi, onu
kucağına almak istiyordu.

  -Sen, şöyle bir köşede rahat dur. Ben hekimim, şimdi
onu iyi edeceğim. Ama, sen telaş etmemelisin.

  Ve bir leğen içinde üç havlu ıslatıp çocuğun kanlarını silmeye
başladım. Soğuk suyun temasıyla aklı başına gelir gibi
oldu. Gözlerini açıp şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Zaten bir
ürkek ceylan gözlerine benzeyen gözleri büsbütün nemlenmiş, irileşmiş, parıl
parıl olmuştu. Emeti Kadın'a;

  -Gördün mü? İşte gözlerini açtı; dedim.

  Ve bileklerini, şakaklarını kolonya suyuyla oğuşturmak
istedim. Çocuk bu sefer dile geldi; kuru ve hummalı bir sesle:

  -İstemem bırak. Acıtıyorsun; dedi. Ve daha sonra neresine dokunsam:

  -Aman aman; diye bağırmaya başladı.

  Onu, bir süre kendi haline bıraktım. Emeti Kadın, şimdi,
biraz sükünet bulmuş, çocuğun başucunda sessiz sessiz ağlıyordu.

  Hasan, tekrar daldı. Ben ayakta, Hasan'a, bundan sonra
göreceğimiz faciaların bir küçük başlangıcı gibi bakıyordum.
Yüreğim birçok endişelerle dolup boşalıyor. Kendi kendime:
-Bunlar, hepimizi helak etmeden ve bu köyü yakıp yıkmadan
çekilip gitmezler.- diyordum.

  Gece, odamın pencerelerine bir uğursuzluk kuşu gibi kanat germişti.
Karanlıkta, artık hiç görülmeyen Hasan'ın kesik, düzensiz solumalarını
işitiyorum. Yaralı çocuk, arada bir içini çekiyor, küçük bir ses çıkarıyor,
sonra gene kesik kesik solumaya başlıyordu. Emeti Kadın, köşede dinmeyen
bir inilti kaynağıdır. Sanki, hava dolu bir tulumun ağzını bir el sıkıp
gevşetiyor; gevşetip sıkıyor.

  Derken sokaktan doğru bir gürültü, bir patırtı, bizim eve
yaklaşıp durdu. Ne oluyor? diye düşünmeye vakit kalmadan
güm, güm, güm sokak kapısının vurulduğunu işittim. Bunu:
-Aç vire haydi, çabuk sesleri izledi. Açsam ne olacak?
Açmasam ne olacak? İçimden: Bırakayım, kırsınlar dedim. Çok
sürmedi, kapı büyük bir çatırtıyla kırıldı ve aynı zamanda,
evin içi, sanki bir sürü başıboş hayvan istilasına uğramış gibi oldu.

  Emeti Kadın, köşesinden:

  -Amanın, geliyorlar. Şimdi ne yapacağız? diye seslendi.

  Sus! dememe kalmadı, gürültü bir hamlede odanın içini
dolduruverdi. Önce, birkaç elektrik fenerinin muhtelif noktalara
çevrilmiş ışıkları... Bunlardan biri benim yüzümü aydınlattı. Bir tanesi
dönüp dolaşıp Hasan'ı buldu. Öteki, Emeti Kadın'ı boş yere aradıktan sonra
geldi benim masamın üstüne saplandı.

  Bir ses:

  -Vire, kalk, lambayı yak.

  Ben, yerimden kımıldamıyorum. Donmuş duruyorum.
Bir pençe, omuzumdan kavradı; beni sarstı, sarstı:

  -Vire, kalk; diyorum.

  Bilmem görebildi mi, bilmem göremedi mi, başımı kaldırıp herifin
yüzüne öyle derin, öyle candan gelen bir nefretle
baktım ki, beni bırakıp lambayı yakmak zorunda kaldılar.
Emeti Kadın, saklı durduğu karanlık köşeden kendini tutamadı:

  -De ha, lamba pencerenin içinde, dedi.

  Bütün el projektörleri Emeti Kadın'ın üstüne çevrildiler.
Kadın'ın gözleri kamaşıp iki eliyle yüzünü kapadı. Düşmanlar kendilerini
tutamadılar. Hep bir ağızdan, bir kahkaha kopardılar. Emeti Kadın'ın bu
hareketi, cidden o kadar tuhaf oldu ki, ben bile kendimi tutamayıp
gülecektim.

  Lamba yanıp oda aydınlanınca, bizi basanların altı yedi
kişi kadar olduğunu gördüm. Bunların ikisi küçük rütbeli iki
subay veya çavuştu, öbürlerinden birkaçının demin beni soymaya kalkışan
askerlerden olduğunu tanıdım.

  Biri önüme dikildi:

  -Silah var mı?

  -Yok; sizden önce gelenler hepsini alıp götürdüler.

  Emeti Kadın söze karıştı:

  -Vallah, billah yok. Dedüğü gibi hepsini aldılar. Aha ben
şahidim; dedi.

  Aynı adam tekrar sordu:

  -Paran var mı?

  -Olacak. İşte, bunun içinde, dedim.

  Ve masamın çekmesini gösterdim. Ve cebimden anahtarını çıkarıp önlerine
attım. Bütün param orada, bir tomar halinde duruyor. Herif çekmeyi açtı ve
tomarı çıkarıp masanın üstüne koydu. Emeti Kadın'ın gözleri yuvalarından
fırlayacaktı. Bu esnada küçük Hasan da yatağın içinde birkaç defa
doğrulup kalkmaya çalıştı, muvaffak olamadı. Başı tekrar
yastığa düştü. Fakat, iri siyah ve parlak gözleri acayip bir
diklikte odadakilerin üstüne saplandı kaldı.

  İki subaydan veya çavuştan biri:

  -Bu çocuk kim?

  Emeti Kadın, hemen atıldı:

  -Benim yavrumun yavrusu. Onun babası da sizin gibi askerdi. Seferberlikte
şehit düştü.

  Sual soran, bu cevaba pek aldırmadı. Omuzlarını silkti
ve bana dönüp:

  -Bu kadın kim? dedi.

  -Benim işlerime bakıyor.

  Bu sırada öbür askerler odanın içini araştırıyorlardı. Gene geçen seferki
gibi, kitaplar altüst olmaya, eşyalar süngülenmeye başladı. Ben bunlara,
alışkın bir adam tavrıyla bakıyorum.

  Yalnız, bu defter, ellerine geçsin istemiyorum. Ona her
ellerini uzatışlarında yüreğim ağzıma geliyor. Derken esvap
dolabını, sandık ve bavullarımı açtılar. İçindekileri odamın
ortasına yığdılar.

  Bu rahat ve telaşsız talan karşısında, Emeti Kadın hayretten hayrete
düşüyor, iki dizi üstüne doğrulup ileriye atılmak, bir şey söylemek, bir
müdahalede bulunmak istiyor.

  Ben: Otur karşıma diye işaret ediyorum. Tekrar iki büklüm olup kalıyor.
Ve Hasan'ın kara gözleri, parıl parıl, dimdik bakıyor.

  Beni her şeyden ziyade bu gözler korkutuyor. Bana her
şeyden ziyade, bu gözler endişe veriyor. Yerimden kalkıp ona
doğru uzansam, belki bütün endişem, bütün korkum dağılacak. Kim bilir, belki
de! Odamın içindeki gürültüden, hala soluk alıp almadığını hissedemiyorum ki...
Hasan, Hasan diye seslensem mi? Ya cevap vermezse.

  Düşman askerleri, odamın içinde dönüp dolaşıyorlar, daha bir şey
arıyorlardı. Ben dedim ki:

  -Ne istiyorsunuz? İşte her şeyi aldınız.

  İçlerinden biri:

  -Bu eşyaları saracak bir şey, dedi.

  Ben omuzlarımı kaldırdım:

  -Artık o kadarını bilmem, dedim.

  Fakat, onlar benim yardımıma lüzum görmediler. İkisi
üçü birden Hasan'ın yattığı yatağın çarşafını; öyle bir el çabukluğuyla
çektiler ki, aman demeye vakit kalmadı, zavallı çocuk yere yuvarlandı.
Cansız bir cismin düşüşünden çıkan sağır, boğuk bir ses: Güm...

  Emeti Kadın ve ben, hemen fırladık. Çocuğu yerden kaldırmak istedik.
Lakin bu küçük vücut şimdiden kaskatı olmuş, ağırlaşmıştı ve sırtı zıypak
bir maddeyle sırsıklamdı.

  Lambayı yaklaştırıp bakınca gördüm. İki küreğinin ortasında bir küçük
nokta. Bir küçük ve siyah delik... Hasan'ın bütün kanları ordan akıp
gitmişti. Yere serili şiltenin ortasında da, bu kandan, zift gibi kapkara,
bir büyük leke hasıl olmuştu.

  Sesim, boğazımı yırtarak bağırdım:

  -Onu siz öldürdünüz. Onu siz öldürdünüz!

  Beni, haydi oradan vire diye bir kenara ittiler. Biri kafama bir yumruk
indirmek için kolunu uzattı. Fakat, gözü
yerdeki cesede ilişir ilişmez donakaldı. Birbiri ardı sıra küfürler
savurarak dışarıya çıktılar.

  Bu çıkışın, bir kaçıştan farkı yoktu. Küçük çobanın ölüsü, bizi herhangi
bir tecavüzden korumuştu.

  Küçük çobanın ölüsü... Emeti Kadın, onun başında ulumaya başladı.

  Ne uğursuz bir gece!.. Sanki hiç sabah olmayacak gibi.

  Sabah oldu. Ama, ne sabah! Çığlıklar içinde bir sabah.
Kadınlar bağırıyor ve çocuk hıçkırıkları köpek ulumalarına
karışıyor. Sanki bir gemi batmak üzere. Sanki çılgın bir bestekar
iptidai bir orkestrada, Dünyanın sonunu çalıyor.
Ben ve Emeti Kadın, bütün gece hiç gözlerimizi yummamışız. Ben, susarak, o
uluyarak Hasan'ın cenazesini beklemişiz.

  Sabaha karşı, kadında da uluyacak ses ve takat kalmadı.
Bütün ağlamaları boğazından yukarı çıkamayan derin bir hırıltı halini
almıştı.

  -Emeti Kadın, artık sus. İşte sıra bize geliyor. Hepimiz
Hasan'la beraber gideceğiz, dedim. Kadın, dizlerinin üstüne
dayanan başını kaldırdı:

  -Ne dedün? Ne dedün?

  -Dediğim şu: Bizi de öldürecekler. Sonra bütün bu köyü
yıkıp yakacaklar. Ondan sonra bırakıp gidecekler.

  -Aman, kaçalım bari. Bir yerlere kaçalım.

  -Kaçsan da kaç para eder? Sana, köyde taş taş üstüne bırakmayacaklar
diyorum. Bir yere kaçmış olsan da iki gün sonra açlığından ölürsün.

  -Vay bak. Yangın kokuları gelmeye başladı. Sahi, bir şey tütüyor.

  Oturduğum yerden kalkıp Hasan'ın gözlerini kapadım.
Hiç bu kadar canlı bakan ölü görmemiştim. Gözleri kapandıktan sonra bile,
kirpikleri arasından acayip, endişe verici bir bakış sızıyor. Yüzünde
hiçbir ıstırap izi yok. Sanki acı duymadan ölmüş gibi.

  Lakin, yalnız bu çocukta değil, ben savaşta ölenlerin hemen hepsinin
yüzünde bu sükuneti, bu tatlı sükuneti gördüm. Dudaklarında takallüs
yerine rahat bir gülümseme, bir güzel rüyaya dalmış adamın gülümsemesi...

  Ölüm, belki cismani hazların en büyüğüdür. Belki; kimbilir? Bakalım şimdi
göreceğiz.

  Küçük Hasan'ın yüzünü, bir gazete parçasıyla örtüyorum. Çünkü, odada bir
partal keçe, bir kirli havlu bile bırakmadılar.

  Dışarda çığlıklar devam ediyor. Arasıra tanıdığım insanların seslerini
duyar gibi oluyorum. Kulak kabartıyorum. İşte bir adam avazı çıktığı kadar
bağırıyor.

  -Ateş camiyi sarıyor. Suyu buraya getirin. Bu yana...
Bu, bizim İmamın sesidir. Derken bir başkası:

  -Ülen samanlık tutuştu. Gidiverin, gidiverin...
Bu Bekir Çavuş'un sesidir. Öbür taraftan muhtar:

  -Bizim hatun içeride kaldı, yahu... Ne yapsak ki... diye bağırıyor.

  İçimden, Muhtarın kötürüm karısı artık ölebilir, diyorum. Birden ve
uzaktan uzağa Zeynep Kadın'ın sesini de duyar gibi oluyorum:

  -Donguzlar, donguzlar!.. Aha şimdi de bizden yana gelirler.

  Bir atlayışta soluğu kapının önünde aldım. Tam eşiği atlayıp geçeceğim
anda insana benzer acayip, katı ve şekilsiz bir şeyle karşı karşıya geldim.
Az kalsın çarpacaktım. Durdum:

  -Süleyman sen misin?

  Bir sivrisinek vızıltısı bana cevap verdi:

  -Bizim odayı ateşlediler. İzin verirsen aşevinde bir kenara yatıvereyim.
Süleyman, bir pis yorgana sarılmış, incecik bacakları üstünde titriyordu.

  -Git, git. Git yat. Ama burası daha salim değil ki, nerede ise, buraya da
gelirler, ateşe verirler.

  Ve bunu söylerken, aklıma defterim geldi. Döndüm. Onu
masamın üstünde, kitap, kağıt ve gazete yığınları arasından
bulup çıkardım. Bütün uzunluğunca, gömleğimin altına, göğsümün üzerine
yerleştirdim. Sonra durdum, düşündüm, daha ne yapacaktım? Ha; yanıma bir
kalem alacaktım. Kimbilir, bir daha artık buraya dönemem. İşte yarısına
kadar yontulmuş bir kurşun kalem duruyor. Onu alıp pantolonumun
cebine soktum. Şimdi, artık bir daha dönmemek üzere gidebilirim.

  Hayatımın son dakikasına kadar başımdan ne gelip, ne
geçecekse bu küçük kalemle bu kapsız deftere yazacağım.
Gece karanlıkta, bu milli facianın bütün esrarını buraya dökeceğim, onu bir
taşın altına bırakacağım.

  Çok geçmez, hayır, hayır, ya iki, ya üç gün sonra buralarda tekrar Türk
askerlerinin çarık sesleri duyulacaktır. Bunlardan bir kısmının yolu mutlaka
buraya uğrayacaktır ve bu zavallı viraneyi gezip görmeden geçip
gitmeyecektir. İşte, tam bu gezintilerin birinde, tıpkı Mehmet Ali'ye
benzeyen yağız bir er, bu defteri bularak subayına koşacaktır. Otuz iki
dişini birden gösteren bir tebessümle sırıtarak:

  -Efendi, efendi şuna bakıversene, acep, nedir ki?.. diyecektir.

  Subay, defterin yapraklarını yavaş yavaş çevirmeye başlayacaktır. Bu merak
defterin son yapraklarına doğru derin bir heyecan halini alacaktır.
Ondan ricam şudur ki, burada bana bir yabancı muamelesi ettikleri, beni
kendilerinden sanmayıp daima manevi bir ezaya mahkum kıldıkları için
köylülere bir öfke bağlamasın.

  Onları, ben küçük sığırtmacın ölüsü başında affettim. Ve bu
umumi facia anında hepsine, hatta Salih Ağa'ya bile hakkımı helal
ediyorum. Bunların hiçbiri ne yaptığını bilmiyor.

  Eğer, bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat, benimdir.
Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş; senindir. Sen ve ben
onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her
şeyden ve her türlü yaşamak zevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde
bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve
cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları, her yanından
örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.

  Bu zavallı insanlardan, sevgi, şefkat ve insanlık namına,
artık ne bekleyebiliriz? Bu iklimin çoraklığı, ruhlarını kurutmuştur. Bu
ıssızlık ve bu gurbet onlara müthiş bir egoizm
dersi vermiştir. Onun için her biri kendi yuvasında bir kunduza dönmüştür.

  Defteri koynuma ve kalemi cebime yerleştirdikten sonra,
dışarıya çıktım. Ve ağır ağır yangın kokularının, dumanların, çığlıkların
geldiği tarafa doğru yürüdüm.

  Bütün köylüler, kadın erkek, çoluk çocuk meydanlığa
toplanmışlardı. Kadınlar; buraya ateşten kurtarabildikleri
eşyaları yığıyorlar ve bu iş bittikten sonra her biri kendi eşyasını teşkil
ettiği küme üstünde oturup ağlıyordu. Erkekler,
artık uğraşmanın, karşı koymanın faydasızlığını anlayıp elleri böğürlerinde
ayakta duruyorlardı. Ben bunlara doğru gittim.

  Etrafımızı çeviren düşman askerlerinin halimizle alay
eder gibi bir tavırları vardı. Kimi süngüsünün ucu ile kadınlardan veya
çocuklardan herhangi birini korkutuyor. Kimi nişan alacak gibi tüfeğini
şunun bunun üzerine çeviriyordu.

  İşte çığlıklar hep bir ağızdan o zaman kopmaya başlıyordu.
Arada bir gene onlardan birkaçı aralarına girip yangından kaçırılmış eşyayı
almaya kalkışıyordu. Kadınlar, Virmeyiz, canımızı alın gayri... Virmeyiz.
Aha, bir kuru canımız kaldı. Onu da alın diye saçmasapan birtakım şeyler
söylüyorlardı. Bu sözlere, derhal tekmeler ve yumruklar cevap veriyordu.
Bunun üzerine bir çığlık daha kopuyordu.

  Birisi Zeynep Kadın'ın önüne dikilip sordu:

  -Yüzüme neden öyle öfkeyle bakıyorsun? Altınlarını aldık diye mi? Sende
daha çok var. Biliyoruz.

  Zeynep Kadın:

  -Gözünüze dizinize dursun donguzlar... diyordu.

  -Domuz mu? Biz domuz ha? Al sana, al sana...

  Ve Zeynep Kadın, bir süre tekmeler, yumruklar altında
bunalıp kalıyordu.

  -Hele şuna bak. Kız ne örtünüp duruyorsun öyle?

  Bir başka gavur, bu sözlerle Emine'ye yaklaşıyor. Emine
bir mahşer içinde büzüle büzüle, kapana kapana şekilsiz bir
şey, bir bohça halini almıştı. İsmail, erkekler arasında ayakta duruyor. Yan
gözle başlayan sahneye bakıyor.

  -Aç suratını. Aç bakayım.

  Bu adam bir Ermeni şivesiyle konuşuyordu. Elini Emine'nin başına doğru
uzattı. Ben köylülerden birine yaklaşıp yavaşça:

  -Yahu bunların subayları filan nerede? dedim.

  -Bilmiyorum gayri...

  Biraz ötede gözüme Bekir Çavuş'un dik bıyıkları ilişti.
İşaret ettim. Yanıma geldi.

  -Bunlar böyle başıboş mu? Kumandanları yok mu?

  -Var. Demin buradaydılar. Şimdi, te orada Porsuğun yanında oturuyorlar.

  -Ben gidip bunları şikayet edeceğim.

  -Nafile dinlemezler.

  -Yok, yok. Ben gidip şikayet edeceğim.

  Kalabalığı yarıp, Bekir Çavuş'un gösterdiği yana yürüyorum. Derhal, üç
dört asker birden etrafımı çeviriyor. Tesadüf. Bunlardan da hiçbiri Türkçe
bilmiyor. Onlar, Rumca bir şeyler soruyor. Ben Türkçe bir şeyler söylüyorum.
Anlaşmak kabil değil. Nihayet, işi Fransızca'ya döktüm. Gene anlamadılar.
Sonra işaretle ve tek tük hatırıma gelen Rumca kelimelerle kumandanlarına
gitmek istediğimi anlattım. Onlar, belki kumandanlarının beni çağırdığını
söylediğime hükmettiler. Benimle yürümeye başladılar.

  Subaylar, Bekir Çavuş'un işaret ettiği yerde, derme çatma bir çadırda
oturmuşlar, bir şeyler yiyorlar.

  Daima yanımdaki askerlerle beraber, yanlarına yaklaştım. Fransızca:

  -Müsaade ederseniz, sizinle bir iki söz konuşmaya geldim, dedim.

  Dört kişi idiler. Dördü de birden ayağa kalkıp telaşla bana doğru
yürüdüler.

  İçlerinden biri:

  -Siz kimsiniz? Burada işiniz ne? dedi.

  -Ben, gördüğünüz gibi, bir sakat askerim. Bu köye çekilmiş oturuyorum ve
size askerlerinizin, köylülere ettikleri ezadan şikayete geliyorum.

  -Ne gibi? Ne gibi?

  -Haydi köyü yaktınız. Para ve yiyecek namına ne varsa
aldınız. Fakat, şu biçare insanlara eza edilmesinin mana ve
lüzumunu anlamıyorum.

  Subay, kaşlarını çattı:

  -Yunan askeri öyle şey yapmaz. Yanlışınız var, dedi.

  -Nasıl yanılmış olabilirim? Şimdi gözümle gördüm. Bir
çoban çocuğu benim evimde öldürülmüş yatıyor.

  -Eh, kim bilir ne yapmıştır. Bize husumet gösterenlere
karşı, en şiddetli tedbirleri almakta mazuruz. Biz oyun oynamıyoruz.
Savaşıyoruz.

  -Köyü yakmanızı, zahiresiz ve parasız bırakmanızı anlıyorum. Fakat, tekrar
ediyorum ki, kadınlara ve çocuklara edilen eza ve cefaları lüzumsuz bir
zulüm telakki ediyorum.

  -Rica ederim. Kelimelerinizi tartarak söyleyin.

  Arkasına dönüp bana yol vermek isterken birden hatırına önemli bir şey
gelmiş gibi.

  -Durun, durun... Biraz gelir misiniz buraya... dedi.

  Ve arkadaşlarına Rumca bir şeyler söyleyerek beni gösterdi.

  -Siz bir subaysınız öyle mi? Ne zaman? Nerede?

  -Umumi harpte, muhtelif cephelerde bulundum.

  -Kolunuzu nerede kaybettiniz?

  -Çanakkale'de... dedim.

  -Ha ha, öyle ise siz mükemmel bir Kemalist'siniz:

  -Bir Kemalist mi? Evet. Fakat, Çanakkale'de harp ettiğim için değil, sade
bir namuslu Türk olduğum için...

  Subaylar güldüler:

  -Pa, pa pa... Siz tahminimizin üstünde bir ateşli patrioyot'muşsunuz.

  Suratımı asıp önüme baktım. Subay devam ediyor:

  -Şu halde, niçin cephenin öbür tarafında bulunmuyorsunuz?

  Ben gene susuyorum. Subay devam ediyor:

  -Mutlaka, bizim buralara kadar geleceğimizi tahmin etmediniz ve rahatınızı
bozmak istemediniz. Lakin, işte görüyorsunuz ki, geldik. Ve isteseydik daha
ileriye gidebilirdik.

  Ben susmakta ısrar ediyorum.

  -Gidemez miydik sanıyorsunuz? Öyle bir giderdik ki...

  Fakat, bizim maksadımız fütuhat değildir. Biz, barışı temine
çalışıyoruz. Kaç yıldır döğüşmekten bıkmadınız mı? Siz
Türkler döğüşmekten başka bir şey bilmez misiniz? Bütün
cihan barış istiyor, yalnız siz, Kemalistler, ateşe devamda
inat ediyorsunuz.

  Subaylardan biri daha atıldı ve gayet fena bir Fransızca
ile:

  -Günün birinde aklınız başınıza gelecek amma, iş işten
geçtikten sonra, dedi.

  -Siz gittikten sonra... dedim.

  -Ne dediniz? Ne dediniz? Biz gittikten sonra mı? Hah,
hah, biz nereye gidecekmişiz? Bizi buraya büyük Avrupa
devletleri, sizin aklınızı başınıza getirmeye gönderdiler. Bu
insani görevi başarmadan bir yere gidemeyiz.

  -Çok teşekkür ederiz. Fakat, şu dumanı tüten köyde
yaptığınız şenaatler de büyük devletlerin emriyle mi?

  Bana, ilk hitap eden subay tekrar ayağa kalktı. Kepini
başına geçirdi.

  -Haydi gidelim, bakalım, neymiş bu şenaatler... dedi.

  Ben önde, o arkada köye doğru yürüyoruz. Gittikçe tekrar kulağıma
çığlıklar gelmeye başlıyor. Subaya döndüm:

  -Hep şirretliklerinden, hmp şirretliklerinden... dedi. Eminim, oraya
vardığımızda, bütün bu gürültüleri haklı gösterecek hiçbir müsbet vakaya
tesadüf edemeyeceğiz.

  Gerçi köylüler arasında, küçük Hasan'dan başka ne bir
ölen, ne bir yaralanan vardı ve askerlerin halka yaptıkları
şey nihayet zalimce bir sataşma hududunu aşmıyordu. Lakin, düşman
askerlerinin asıl bu tarz hareketleridir ki, bana
herhangi bir katliamdan daha ağır, daha acı geliyordu.

  Subay, sözde ciddi bir tahkikata başlayan bir adam gibi
Türkçe bilen askerlerden biri vasıtasıyla köylüleri birer birer
sorguya çekti. Kamçısının ucu ile soracağı kimseye (kalk)
işareti veriyordu. Sonra sorularını sıralıyordu:

  -Adın ne? Kaç yaşındasın? Seni döven veya yakınlarından birine bir kötü
muamele eden oldu mu? Bir şeyden şikayetin var mı?

  Tercüman bu garip soruları Türkçeye çevirdikçe benim
kanım dalga dalga tepeme çıkıyor. Ortaya atılıp her sorguya
çekilen köylü yerine cevap vermekten kendimi güç zaptediyorum. Hele
köylünün açıkça, dobra dobra söylemeğe başlarken tercümanın, yavaş sesle
dönüp büsbütün başka şekilde anlatması beni çileden çıkardı. Subaya doğru
yürüdüm:

  -Bu yaptığınız bir komedyaya benziyor dedim. Bu adam
köylüyü istediği gibi konuşmaktan menediyor. Bin bir türlü
tehditle sözlerini ağızlarına tıkıyor ve birçok sözleri de size
yanlış naklettiğinden eminim.

  Subay, yüzüme sert sert bakmakla yetindi. Tekrar askerine dönüp (sen buna
bakma) der gibi bir şeyler söyledi ve kaba ve gülünç oyununa devam etti.

  Köylülerin kimi kekeliyor, kimi aklınca, bir politika yapmak için bir
şeyden şikayeti olmadığını söylüyor. Kadınlar
ise hemen umumiyetle ağlamağa başlıyordu.

  Yalnız Zeynep Kadın ağlamadı. Bir Orta Anadolu kıraçlığını andıran çehresi
her zamankinden daha sert, daha yalçındı ve sesi bir dişi kurdun ulumasına
benziyordu:

  -Evimi yaktınız. Harman yerindeki buğdayımı yaktınız.
Bütün paramı, altınlarımı aldınız. Gelinlik kızlarımın boyunlarındaki
Mahmudiyelere kadar neyimiz varsa çaldınız.

  Şimdi de gelmişsiniz; şu altımdaki yatağı yorganı almağa çalışıyorsunuz.
Donguzlar, donguzlar...

  Tercüman:

  -Kadın, çok ileriye varma, diyor. Bu söylediklerini olduğu gibi kumandana
anlatırsam seni berbat eder. Aklını başına al.

  -Hele hele, şu dedüğüne bah... Benim bundan sonra neden korkum olacakmış.
(Göğsünü bağrını açarak) Aha, al canımı; aha al canımı...

  Tercüman kendi kendine söylenir gibi.

  -Peki, peki. Haydi otur yerine. Amma belaya çattık ha... diyordu.

  Fakat Zeynep Kadın bir nevi cezbe halinde idi.

  -Mal gittikten, yiyecek, içecek kalmadıktan sonra canın
ne hükmü olur? Şimdi de namusumuza, ırzımıza el uzatmaya başladınız.
(Kızlarına ve gelinlerine dönerek) Ne susuyorsunuz? Söyleyin be!..

  -Sus vire kadın, sus!

  Tercüman, bir başkasına geçmek istiyor. Zeynep Kadın
bu sefer, Emine'yi göstererek:

  -Aha, buncağıza kaç defa, bizim gözümüz önünde dokunmak istediler, diye
bağırdı.

  Tepeden tırnağa kadar titredim. Tekrar subaya dönerek:

  -Bu kadının, hiç değilse heyecanı size bir şey ifade etmelidir, dedim.

  Tam bu sırada yüz yüz elli adım ötede, bir köşe başında
Emeti Kadın, küçük Hasan'ın ölüsünü sırtına yüklenmiş, bin
zahmetle, iki büklüm yürümeğe çalışıyordu.

  -Amanın, amanın, amanın...

  Koşarak yanına vardım. Beni önünde görünce:

  -Senin ev de yanıyor. Senin evi de yaktılar. Çocuğu zor
kurtardım. Vıy anacığım, vıy; diye söylendi ve sırtındaki dramatik yükü ile
Shakespeare'in cadılarından biri gibi yere yuvarlandı.

  Çocuğu bir kenara yatırdım ve kadını omuzlarından tutup taşa dayadım.

  -Aman, amanın... Ne de ağırmış bu çocuk? Hiç de böyle
değildi... Saatlerce arkamda, kucağımda taşırdım da of demezdim. Şimdi
bak... Şuracıktan şuracığa yürüyemedim.

  Dizlerim kesiliverdi... Aman, yetiş evin yanıyor!
Kesik kesik, soluya soluya konuşuyordu.

  Belki birkaç parça eşyamı kurtarabilirim ümidiyle eve
koştum. Lakin, çok geç kalmışım. Parça parça alev dilimleriyle yalanan
koyu bir duman küçük kerpiç binayı çepeçevre sarmıştı. Yapacak bir şey
kalmamıştı. Geriye dönmek üzere iken hatırıma eşeğim geldi. Ahır tarafını
henüz büsbütün ateş sarmamıştı. Bir tekmede kapıyı ittim. Dünyadan habersiz
hayvan telaşsız, kaygısız bana bakıyordu. Onu, ite kaka
zorla dışarıya çıkardım.

  Ya Süleyman?.. Avazım çıktığı kadar bağırdım:

  -Süleyman, Süleyman...

  Hiçbir ses bana cevap vermedi. Gözlerim, dumandan yanarak akıyordu ve
hançerem zifir tıkalı bir boruya dönmüştü. Artık sesim çıkmıyordu. Sarhoş
gibi sendeleyerek Emeti Kadın'ı ve Hasan'ı bıraktığım noktaya döndüm. Bir de
baktım ki Emeti Kadın yapayalnız, saçını başını yoluyor:

  -Aldılar, aldılar götürdüler yavrumu... Nereye götürdüler? Ne yapacaklar?
Dizlerim tutmuyor ki, arkalarından koşup erişeyim.

  -Emeti Kadın, ben gidip anlarım.

  Ve tekrar meydanlıktaki kalabalığa karışıp rastgeldiğime soruyorum:

  -Yahu, Hasan'ın cenazesini alıp gitmişler... Gördünüz mü?

  Ahmak ahmak yüzüme bakıyorlar:

  -Hangi Hasan? Ne cenazesi?

  Hiçbirinde anlayış namına bir şey kalmamış. Sanki her
birinin kulağı ile beyni arasında bir uçurum açılmış gibi...

  Demin, halkı çevirmiş olan düşman askerlerinden de eser
yok. Hepsi bir yana dağılmış.

  Ben, Hasan'a dair bir bilgi almak için bizim köylülerden
ümidimi kesip, onlara koşuyorum. Birinden öbürüne gidiyorum. Kah Türkçe,
kah Fransızca, kah yarım yamalak bir Rumca ile soruyorum. Hepsinde, benim bu
telaşımla alay eden bir tavır var. Hiçbirinden ciddi bir cevap alamadım.

  Nihayet, Emeti Kadın'a görünmekten korkarak, ben de
gittim, köylülerin arasına sokuldum. Kendime bir yer bulup
oturdum. Şimdi herkeste bir (ne yiyeceğim) endişesi var.

  Dün akşamdan beri ağızlarına bir lokma koymamış çocuklar,
durmaksızın ağlıyorlar. Kocakarılar, Zeynep Kadın'dan örnek alıp mütemadiyen
sövüp sayıyorlar. Genç kızlar genç kadınlar, gözleri korkudan büyümüş, ürkek
ürkek etraflarına bakınıyorlar. Erkeklere gelince, hep bir arada yavaş yavaş
konuşmağa başlıyorlar.

  Bana hiç kimse bir şey söylemiyor. Omuz omuza, diz dize
oturmuş olmamıza rağmen, ben hala her birinden yüzlerce
fersah uzaktayım. Yalnız, Emine ile aramızda gizli bir aşinalık bağı
gerilmiş gibidir. Kalabalığın içinde yan gözle birbirimize bakıyoruz. Fakat,
bu ani ve gelip geçici bakışlarda neler yok! Onunkiler; beni kurtar diyor.
Benimkiler; peki, kurtaracağım diyor. Onunkiler; senden başka kimsem yok
diyor. Benimkiler; ben de senden başkasını düşünmüyorum diyor.

  Sonra birlikte, bizi kurtaracak olan çareleri araştırıyoruz. -Kaçalım mı?
-Kaçalım. -Nereye? -Hele bir gece olsun.

  Ya bizi ele geçirirlerse? -Ele geçiremezler. Geçirirlerse de ben
kolayını bulurum. -Sen bulursun.. Evet; ben yalnız sana inanıyorum.
Hiçbir zaman insan gözleri bu kadar dile gelmemiştir.
Emine'nin duru ve solgun yüzü üstünde, bunlar alevden iki
ses gibi... Ve bu seste, büyük sahne orkestrasının bütün perdeleri, bütün
beste ve ahenk ayrıntıları var. Sanki dramatik
musikinin bütün kadın kahramanları her biri kendine mahsus ıstırapla
kıvranarak, haykırarak, gözümün önünden geçiyorlar. Ben, yangın zifiri ve
insan kemiği kokan bu trajedinin içinden bu ezeli facia sembollerine
doğru uzanıyorum. Ve onların hepsi Emine'dedir.

  Ne kadar da süzülmüş! Sanki bir usta sanatkarın görülmez eli dün geceden
beri, bu yüzü, bu yanakları, uzun bir perhiz ve çileden sonra İsa'nın
tasviri önünde dua eden sıtmalı azizelerin yanakları gibi çukurlaştırmıştır.

  Alnına, derin bir düşüncenin asil gölgesi düşmüş. Gerdanı bir kuğunun
boynu gibi uzamıştır. İçimden kendi kendime diyorum ki: Seni bu hale
getiren felaketi takdis edeceğim geliyor.

  Yanıbaşımda birisi öbürüyle konuşuyor:

  -Harman yerindeki ekinlerden hepsi yanmadı. Acep, geriye kalanlar bir işe
yarar mı?

  -Azıcık yanık kokar sanırım.

  -Benim aklıma bir şey geliyor. Bunları bir iyice yıkadıktan sonra döğsek,
biraz da kepekle karıştırsak...

  -Eh, ziyan vermez. Şu çoluk çocuğun kursağına bir şey girmiş olur.

  Bütün bu kaygılardan ne kadar uzağım! Artık, mide,
kursak diye bir şeyim yok. Yalnız ruhtan, histen, sevgiden
ibaret ateş haline girmiş bir düşünceyim ve uçuyorum, uçuyorum ve bu yanmış
köyün külleri arasındaki bu küçücük insan kümesi, bana bozulmuş bir yuva
kenarında bir karınca birikintisi gibi görünüyor. Ben ve Emine bunların
üstünde karşılıklı iki alev parçası gibi uçuyoruz.

  Yanıbaşımdakiler, yeryüzüne ait konuşmalarına devam
ediyorlar.

  -Bu akşam, gidecekler galiba... Hepsi aşağıda, ovada toplanıyorlar...

  -Ben de gördüm. Hayvanlarını, yüklerini hep hazır etmişler. Biraz önce
kurnandan çadırı kurulmak üzere idi, sonra vazgeçip toplamağa başladılar.

  -Durup ne edecekler ki, onlar da bizim gibi aç kalırlar.

  -Amma da canavar heriflermiş be... Her şeyi silip süpürdüler. Ne üstte, ne
altta kodular.

  -Öbür köylerde de böyle mi yaptılar acep?

  -Ne olacak sankim, gitsen sana hayırları mı olur?

  Bir başka ses bahse karışıyor:

  -Git bakalım, bizim Ağaya... sana zırnık verir mi? Aha
onun evini yakmadılar. Tahılı, samanı, arpası, hayvanı olduğu gibi duruyor.
Bak, şimdi görünür mü?

  -Ne etti de başını kurtardı?

  -Öbür sefer gelenler yok mu? İşte, işini onlar yoluna koyuvermişler.
Onlardan bir kağıt almış, vesika mı, ne diyorlar; onu gösteriverince -Sana
ziyanımız olmaz, rahatına bak- diye çekilirlermiş.

  -Bizim İmam da öyle olacak. Meydanda hiç görünmüyor.
Geçen sefer, o da Salih Ağa'yla beraber gittiydi ya...

  Başka bir anda, beni kudurtmaya yetecek bu sözler karşısında, şimdi
tamamıyla kaygısızım. Varsın, işini uydursunlar. Varsın, bu perişan, çıplak
ve biçare kalabalık da açlıktan kıvrana kıvrana ölsün. Benim ne yemeğe, ne
içmeğe ihtiyacım var. Akşam, karanlık basınca, Emine'yi alıp gideceğim.

  Bir sürünün içinden bir kurt, bir kuzuyu nasıl kapıp giderse
öyle alıp gideceğim. Köyün sınırını aşar aşmaz, yanyana bizim hatlara doğru
koşacağız. Onu, yorulduğu vakit sırtıma alacağım. O kadar hafiflemiş, o
kadar hafiflemiş görünüyor ki, onu, bir kuş gibi taşıyacağımı tahmin
ediyorum.

  Eğer bunu yapmayacak olursam iş işten geçecektir. Bu
gece, düşman askerleri, gündüzün peyledikleri güzel kızların
ve genç kadınların hep üstlerinden geçeceklerdir. Yaptıkları
fecaatlar ancak bununla tamam olacaktır. Zira, hiçbir katliam bunsuz
yapılmamıştır.

  Yakıp yıkarken hayvanlaşan insanlar, ateşle, talanla teskin edemedikleri
kötü hırslarını, nihayet hayvanlığın en yüksek bir ifadesi olan cebri
temellükle yatıştırırlar. Zaten, cinayet bundan başka bir şey midir? Bir
adamın kanına girmek, bir kadının ırzına geçmek, bunlar hemen hemen eş
manalı tabirlerdir.

  Ben, şu anda kurban durumunda olmama rağmen bu tabii hadisenin başdöndürücü
vahşiliğindeki korkunç sırrı tahlil edebiliyorum. Dememiş miydim ki herkese
ve her şeye artık başka bir cepheden bakıyorum. Ademoğullarının içlerindeki
uçurum, artık benim gözlerimi karartmıyor. Çünkü, bende medeni insan
hassasiyetinden gitgide hiçbir eser kalmıyor. Bütün toplum bağlarından
sıyrılmış, bu kuru ve çıplak tabiatın ortasında, bu yarı çıplak insanlar
arasında, kovuğundan dışarı atılmış iptidai bir mahluktan hiç farkım
kalmadı. Artık, bir an için olsun, içgüdülerimin üstüne çıkıp
soyut ve genel fikirler mıntıkasına kadar yükselemiyorum.

  Ancak, cinsiyetimin sesini işitebiliyorum. Bu ölüm ve açlık
havası içinde, bu ses, bence bütün ilahi ve akli hakikatlere
bedeldir.

  İşte, akşam oluyor. Eşref saat yaklaşıyor. Emine'ye, bir
sürü sargılı kadın ve erkek başları arasından hazır mısın?
der gibi bakıyorum. Birkaç saattir, hareket hazırlıklarını
yapmak için bizden uzaklaşan düşman askerleri gece etrafımızda dolaşmağa
başladılar. Genç dişilere sataşıyorlar ve sağdan soldan söz atıyorlar:

  -Kız, gel sana yiyecek vereyim.

  -Pişt, pişt, yeşil gözlü, bana bak.

  -Başını çevirme öyle. Bana kızgın mısın? Ne yaptım ben sana?

  -Bırakmam seni. Seni alıp Atina'ya götüreceğim.

  -Beni, istemezsen, seni kumandanın yanına götürüveririm. O sana para
verir, yiyecek, giyecek verir. Bak, bak ayakların çıplak, onlara güzel
kunduralar istemez misin?

  Yavaş yavaş bu dil şakaları el ve ayak şakalarına çevriliyor. Zavallı
kadıncağızlar, zavallı kızcağızlar yegane korunma çaresini birbirine
sokulmakta buluyorlar. Sokuldukça sıkışıyorlar. Adeta, kocaman, yekpare bir
cisim haline girdiler.

  İçlerinden bir tanesine bir el uzandı, bir ayak dürttü mü,
hepsi birden bir çığlık koparıyor. O vakit askerler azıyor:

  -Al sana, al sana. İşte şimdi bağırın.

  Ve çığlıklar yürek parçalayıcı bir raddeye çıkıyor.
İçlerinden bir tanesi, vahşi bir şaka yaptı:

  -Şimdi, etrafınıza evleri yaktığımız eczalardan dökeceğiz
ve onu ateşleyeceğiz. Hepiniz bir arada cayır cayır yanacaksınız. Lakin
hepinizin birden öldüğünüzü istemeyiz. Hele güzel, genç kadınları mutlaka
kurtarmak isteriz. Bunlardan arzu eden kalabalığın içinden ayrılsın
çıksın...

  Şimdiden ölüm kokan bir sükut bu şakaya cevap verdi. O
ana kadar, hep elleri kuşağında, ayakta duran küçük İsmail'in dizlerinin
bağı çözülüp bulunduğu noktaya düştü. Zeynep Kadın teranesini boğuk bir
sesle tekrar etti:

  -Donguzlar, donguzlar...

  -Hey donguz, bu kızlar senin neyin oluyor.

  -Elinin körü oluyor.

  -Ne dedin? Ne dedin?

  Zeynep Kadın'ı bir iyi pataklamağa başladılar.

  Ben atıldım:

  -Ne yapıyorsunuz? Kadıncağızı öldürecek misiniz?

  -Vire otur yerine be. Sen ne karışıyorsun?

  Ve bir dipçik darbesi beni yerime oturttu.
Alacakaranlık, bu facianın üstüne yavaş yavaş bir kara
tül perde gibi iniyor. Çehreler gitgide siliniyor. Lakin, ben
her başımı yana çevirişimde, beş on kafa ötede, Emine'nin
bana dönmüş yüzünü hala görebiliyorum.

  Gerçi; bu yüzün bütün çizgileri erimiş, geceleri bahçelerde görülen iri
çiçekler gibi anonim olmuştur. Ama, ben gene ne demek istediğini
hissediyorum ve yanına yaklaşıp konuşmak için karanlığın biraz daha
koyulaşmasını bekliyorum.

  Fakat, işte ikinci bir çığlık. Nedir? Ne oluyor? demeğe
kalmadı, kümemizden bir parçanın, bir vücuttan bir uzuv gibi zorla
koparılarak, sürüklendiğini gördüm.

  O nokta, bir alabora oldu, bir toza dumana karıştı. Bu,
Emine'nin ve görümcelerinin bulunduğu nokta idi. Kadınların arkasından bir
yılan gibi yerde sürünerek uzandım. Sesimi mümkün olduğu kadar alçaltarak:

  -Emine, ayağa kalkmadan benim gibi sürünerek hemen
arkaya doğru çekil. Erkeklerin arasına katıl. Fakat yavaş
yavaş... ha şöyle, ha şöyle...

  Emine ayağa kalkmadan benim gibi sürünerek hemen
adım adım geri çekildi. Düşmanın alıp götürdüğü Mehmet
Ali'nin kız kardeşlerinden biridir. Gecenin içinde gittikçe
uzaklaşan feryatları işitiliyor. Biz tam kümenin ortasına sokulup duruyoruz.
Emine'nin kulağına fısıldıyorum:

  -Şimdi benim yanım sıra gel, sakın başını kaldırayım; belini doğrultayım
deme. Daima böyle, yerde sürüne sürüne...

  Köylülerden birkaçının bize eğilip baktığını hissediyorum. Fakat, herkes
hayret ve dehşetten o kadar donmuştu ki, kimsenin kimseye dikkat edecek hali
kalmamıştı. Şu dakikada, ben Emine ile sarmaş dolaş yatsam gene kimsenin
umurunda olmayacaktır.

  Emine ile uzun bir müddet omuz omuza dayanıp soluk
aldık. Biraz da etrafı dinliyorum. Sürü, kendi içinden kurbanını verdikten
sonra bir zaman sessiz ve hareketsiz kaldı.

  Hatta Zeynep Kadın bile susmuştu. Ama, askerler gene aynı
taarruz noktasından sataşmaya başladılar. Gene, yarı tehdit
yarı şaka konuşma sesleri:

  -Ne ağlıyorsun? O alıp götürdükleri senin kardeşin miydi? Ona bir fenalık
yapmayacaklar ki... Gel, istersen, seni onun yanına götüreyim.

  Köylüler tarafından çıt yok. Bu sözleri, öbür taraftan,
kahkahalar, iğrenç ve vahşi kahkahalar izliyor. Sonra gene
bir homurtu, bir fısıltı... Elli, altmış kişilik bir insan kümesinin can
korkusundan solumaları ve gece... ve nerede başlayıp nerede biteceği
bilinmeyen bir gece... Emine'ye:

  -Biraz daha uzaklaşalım; dedim.

  Ve daha yavaş sesle, ağzımı kulağına yaklaştırarak ona
niyetimi bildiriyorum:

  -Şimdi böyle, sürüne sürüne, kalabalığın öbür tarafına
çıktık mı iş kolay, mezarlığa gider saklanırız. Ama kalabalığın arasından
çıktıktan sonra da gene böyle yürüyeceğiz.

  Emine hiç cevap vermiyor. Fakat, bütün dediklerimi sessizce yapıyor.
Baştan başa keçi ve teke kokan bu kalabalık iki ağıl hayvanı gibi burun
buruna fısıldaşarak yüzükoyun yürümemizde hiçbir acayiplik sezmiyor.
Sanki, ezelden beri hep böyle yürümeye alışmışız gibi... Yalnız, dipçiğin
çarptığı omuzbaşım dehşetle sızlıyor.

  -Biraz dur Emine.

  Son çemberi yarıp çıkmak üzereyiz. Fakat, bende şimdiden takat kalmadı.
Dipçik darbesiyle sızlayan sol yanıma dayanarak ilerlemekte hayli azap
çekiyorum. Emine benim medium'um gibi olduğu yerde kıpırdamadan kalıyor.
Bu sırada, düşman askerleri ikinci bir kurbana pençe
salmış olacaklar ki, bir çığlık daha kopuyor. Bu sefer gürültünün içine
birtakım erkek sesleri de karışıyor. Bizim bıraktığımız noktada bir kızılca
kıyamet kopuyor. Bir boğuşma, bir didişme... ve havada kamçılar şaklıyor.
Halk, iki zıt çekişin etkisi altında bir kitle gibi bir öne bir arkaya
çalkalandı.

  Kitleden büsbütün ayrılıp çeşitli yönlerde kaçanlar oldu.
Emine'ye dedim ki:

  -Şimdi tam fırsat: Haydi kalk. Biz de kaçalım.

  Emine ile ben, taş yığınlarının, devrilmiş kazık veya araba tekerleklerinin
ve daha başka yıkıntıların üstünden atlayarak, koşmağa başladık. Tam bu
sırada, havada kurşunların vızladığını işittik. Emine:

  -Amanın bize atirler, diyecek oldu. Ben elimle ağzını kapadım.

  -Sus, sus. Hemen şu duvarın arkasına saklanalım.

  Yanan evlerden birinin sıcak külleri içine atlıyoruz ve
kerpiçinin samanları henüz tütmekte olan bir duvar artığını
kendimize siper yapıyoruz. Tamamıyla bana yaslanmış duran Emine'nin kalbi
küt küt atıyor:

  -Bu kadar korkma, bu kadar korkmak iyi değildir. Sonra
ne yapacağımızı şaşırırız.

  Fakat silah sesleri devam ediyor ve halk bağrışarak kaçışıyor. Gecenin
içinde birçok ayak sesleri pat pat sağa sola,
yana arkaya dağılıyor, yaklaşıp uzaklaşıyor.

  -Emine, ha bir gayret daha, dedim. Bizim evin dirseğini
dönüp karşıki yokuşu tuttuk mu, soluğu mezarlığın içinde
alırız.

  Gene düşe kalka koşmaya başladık. Bize, düşman askerleri kaçan
köylülerin arkasından kovalıyor gibi geliyor. Bunların her biri delice her
yana kurşunlar yağdırıp duruyor.

  Birden Emine'nin sendelediğini hissettim. Benim -Ne
var? Ne oldu? diye sormamla, onun: -Vuruldum demesine
vakit kalmadı, ben de, sağ böğrümde tuhaf bir darbe duydum. Fakat,
dişlerimi sıkıp belli etmeden ve sendeleyen kızı elinden kavrayıp, yarı
sürükler, yarı taşırcasına ileriye götürdüm.

  Bizim evin dirseğini nasıl geçtik? Mezarlığın yolunu nasıl
tırmandık? Bilmiyorum. İkimiz birden mezar taşlarının arasına düştüğümüz
vakit, artık ne bende, ne onda kıpırdayacak mecal kalmıştı. Emine:

  -Ben bittim, dedi.

  -Nerede bakayım yaran, nerede?

  Emine sol kalçasını gösterdi.
Elimi kalçasının üstünde gezdirir gezdirmez elimin kana
bulandığını hissettim. Benim de böğrümden bir ince sızıntı
ta bacağıma kadar akıyor. Ne yapacağımı şaşırmış bir halde,
bir süre Emine'nin yüzüne bakakaldım. Sonra, birden aklıma, üst gömleğimi
yırtıp ona ve kendime şimdilik bir sargı
yapmak fikri geldi. Önce, bin zahmetle ceketimi çıkardım.

  Emine'ye:

  -Şu gömleğimi de sen çıkar.:. dedim.

  Gömleğin bir ucundan ben, bir ucundan da o tuttu. İkiye
ayırdık, bir parçasını uzunlama katladık ve gene bir ucundan o, bir ucundan
ben tutarak yaralı kalçaya sardık.

  Emine yaslandığı yerden davrandı:

  -Ne! Sen de mi vuruldun? diye haykırdı.

  Bu ses bana umulmaz bir güç verdi:

  -O kadar ağır bir şey değil. Bir kurşun, sağ böğrümü çizip geçmiş olacak.
Ama biraz kanıyor, dedim.

  Emine bir hemşire şefkatiyle, karanlığın içinden, ellerini
bana doğru uzattı.

  Gerçi ne yapacağını bilmiyordu. Gerçi, bu eller benim vücudumun üzerinde
boş yere dolaşıyordu. Gerçi onlarda, ne bir İstanbul hanımının ellerindeki
beyazlık ve yumuşaklık vardı, ne de bir zambak gibi güzel kokulu idiler.
Fakat, kana bulanmış toprak içinden bana doğru uzunan bu katı, sert derili,
beceriksiz eller ölümle dirim arasında bulunduğumuz şu anda, bana bütün
acılarımı unutturmuş, bedenimi kasıp kavurmakta olan hummaya bir uhrevi
zevk vermişti. Gözlerimi kapayıp bir serin rüyaya daldım.

  Bu rüyada, Türk köylüsü ile, Türk entelektüeli arasındaki acıklı davadan
hiçbir eser kalmadığını gördüm. Emine'nin bir ağaç dalına benzeyen kolları
benimle o husumet ve ilgisizlik dünyası arasında kalın ve sağlam bir bağdı.
Köyde geçirdiğim iki üç yıllık zaman içinde, bana bir cehennem azabı
çektiren bütün tiksintilerim, öfkelerim, gayızlarım, isyanlarım,
umutsuzluklarım sağ böğrümdeki yaradan sızan kanlarla beraber akıp gidiyor.
Sanki içimin ufuneti patlayıp bu delikten boşalıyor gibi... Öyle bir
rahatlık, öyle bir rahatlık hissediyorum ki... Emine'ye:

  -Bırak beni, başımı biraz dizine koyayım, dedim.

  İsmail'in karısı biraz irkilir gibi mi oldu bilmiyorum. Fakat, ben onun
cevabını beklemeden başımı dizleri üstüne bıraktım.

  Uzaktan uzağa gelen katliam gürültüleri kulaklarımdaki
sıtma uğultularıyla karışıyor. Nice zamandan beri bu kadar rahatlık ve sükun
hissettiğimi bilmiyorum. Meğer, bir cadı kazanı gibi kaynayan kafamın
biricik ihtiyacı böyle bir dize yaslanmaktan ibaretmiş. Kaç yıldır, evet kaç
yıldır, annemin dizleri toprağın altında çürümeğe gittiği günden beri hiç
bunun kadar yumuşak bir yastık bulamamıştım.

  Emine, yaramın üstüne, gömleğimin parçasını katlayıp
koydu. Daha önce yırttığı kenarıyla da gövdeme sarıp bağladı. Sonra
çıkardığım ceketimle sırtımı örttü.

  -Biraz uyuyayım, şafağa doğru yola çıkarız. Tanyeri
ağarmaya başlarken beni mutlaka uyandır, dedim.

  Emine, dediğim gibi yaptı. Fakat ben kalkacak halde miyim? Koynumdan
defterimi ve cebimden kalemimi çıkardım.

  Sabahın alacakaranlığında şu son sayfaları bin zahmetle ve
yalnız sıtma ateşinin verdiği insan gücünden üstün bir kudrete dayanarak
yazıyorum:

  Şu yazıyorum kelimesine geldikten sonra artık en son
sözümü bitirmiş olduğuma hükmetmiştim. Meğer, asıl facia
bundan sonra başlıyormuş.

  Emine'ye:

  -Kalk, dedim.

  Bir türlü yerinden kımıldayamadı. Sol bacağı hiçbir hareket yapacak halde
değildi. Yavrucak, ne kadar gayret ettiyse olmadı.

  -Davranamirim; davranamirim, diye inliyordu.

  Bize, gene yalnız yol göründü. Bu defteri Emine'ye teslim
edip tek başıma, yarı aç, yarı çıplak ve böğrümden kanım sızarak bitmez
tükenmez uzaklara doğru yürüyeceğim.

  SON

  :::::::::::::
 
  TÜRK EDEBİYATINDA YABAN

  YABAN'ın yayımlanışından hemen sonra, Hakimiyet-i Milliye gazetesinin
sanat sütununda Reşat Nuri Güntekin, romanın etkisinden
hala kurtulamadığını belirttiği yazısında, Yakup Kadri'yi büyük bir
haileci (tragedya yazarı) olarak selamlar. Ona göre, romancının
gözlemi doğrudur. Bununla da kalmaz, Yakup Kadri'nin, nedenlerine
değinerek sergilediği, ama çözüm önermediği sorunun, halkı kurtarmanın
yolunun ne olduğunu açıklar. Çalıkuşu yazarının bu ilginç yazısını, bu
nedenle olduğu gibi alıyoruz:

  Yakup Kadri Bey'in bir romanı kimseyi lakayit bırakamaz. O sanat veya
zevk kaidelerini mevzuun kendinde vücude getirdiği emsalsiz heyecana serbestçe
feda edebilir. Biz de bu kaideleri onunla
birlikte unuturuz. Çünkü bizi, kitaplarının daha ilk sahifesinden
elimizden tutarak, sanatın ve zevkin müdahalesine tahammülü olmayan
canlı, özlü, hayatın uğultuları ile dolu bir aleme götürür. Ve
son sahifeyi kapadıktan sonra da o alemin füsunundan kurtulamaz,
içinde yaşamakta, muztarip olmakta devam ederiz.

  Bilhassa muztarip olmakta. Zira Yakup Kadri Bey'de, hayat telakkilerinin
belki en necibini teşkil eden bir hassa vardır ki, o da faciayı görmek,
duymak ve hissettirmek hassasıdır. Yunan hailesi zamanımızda da mergup
olsaydı Yakup Kadri Bey bu edebi tarzı Aeschylos'un yükselttiği mertebeye
kadar çıkarırdı. Kendisinde haile hassasının en kudretli şeklini taşıyan
Yakup Kadri Bey, onu edebiyata nakletmekle her saha ve mevzuda heyecandan
ibaret olması lazım gelen bu edebiyata müstesna bir unsur getiriyor. Bu
itibarla Yakup Kadri Bey'e büyük bir haileci diyebiliriz.

  Bunları geçenlerde çıkan eserinde, Yaban'da her zamandan ziyade hissettim.
Memleketimin en nazik davalarından birini deştiği
için mi beni en hassas tarafımdan vurdu, bilmiyorum, fakat diyebilirim ki
Yakup Kadri Bey'in, sanat kaidelerine göre en itinasız
yazılmış heyecan ve teesürü hasıl etti. Bunu herhalde müellifin müstesna
teheyyüc ve teessür hassasına medyunum. Aferin o edibe ki
basit, hatta müptezel tehyiç vasıtalarıyle, sırf kendi hassasiyetinin
zenginliği sayesinde, hiddet veya nefret uyandırması icap eden
mevzuları bile şefkat, sevgi, fedakarlık ihtiyacı gibi ruhi haletler
yaratıcı birer ahlaki kıymet seviyesine çıkarır.

  :::::::::::::

  Orta Anadolu'nun küçük bir köyüne yerleşmeğe gelen malul bir
ihtiyat zabiti, o köyde evvela bir infisah unsuru şeklinde görünür:
Ekmeğini toprağın haşin ellerinden lokma lokma koparan insanlara adalet,
aşk, şefkat ve samimiyet gibi medeniyet unsurlarından
bahsetmek o insanları ihtiyaç ve itiyatlarının alemi dışında bir aleme
götürmek istemektir ki, bunun ilk doğuracağı his, husumettir.

  Genç zabit tenevvür etmiş her Türk'ün ifa eylemek istediği ve
ekseriya edemediği bir vazifeyi deruhte etmiş bulunuyor. Filhakika
bu vazifenin memleketimize karşı görülecek vazifelerin en kudsisi
olduğunu anlamamış hemen hiçbir Türk yoktur; fakat en çoğu bunu,
tahakkuku imkansız bir hayal gibi senelerce sayıklamıştır. İşte,
Yakup Kadri Bey'in kahramanı hayallerini, mefkurelerini tahakkuk ettiren
Türklerden biridir.

  Onun azmine müstesna bir kıymet veren de karşılaştığı mukavemettir. Vatanın
en derin yerlerinde vatansızlık bulmak, yurdun esas unsurlarından yurda
karşı bir nevi yabancılık görmek: Acı, fakat münevverin tatması lazımgelen
bir müşahededir. O, bu sayede, memleketin muhtelif kuvvetleri ne suretle
tevezzü ettiğini, manevi kudretinin, maddi servetinin nerelerde bulunduğunu,
hangisine ne zaman ve ne münasebetle müracaat edilebileceğini öğrenir. Yoksa
fikri veya ahlaki kıymetler aynı nisbette her tarafta dağılmış bulunsa bugün
yalnız milli davalar değil, beşeriyet davası bile halledilmiş bulunurdu.

  Bu suretle muazzam bir husumet duvarına çarpmış olan genç
zabit girdiği muhitin düşmanlığını iki suretle celbeder. Evvela bir
şehirli, köylülere yabancı, hülasa bir Yaban olduğu, sonra memleket,
adalet sevgisi telkin etmek istediği için. Fakat o, bilmiyor
ki, yegane kusuru düştüğü muhitin itiyatlarını bozmuş olmaktır ki,
bunu hiçbir muhit affetmez. Diğer bir hatası da köylülere akıl lisanı
ile hitap etmek istemesidir: Ancak öyle necibane bir hata ki,
memleketini, onun fikri, ahlaki, bedii kıymetlerini sevenlerin hepsi
düşer. Halbuki aynı köylülerin içinden onları kurtarmak azmiyle çıkacak
olan herhangi bir fert, hemşerilerini zorla, fikirlerini
sormaksızın kurtarmaktan başka yol olmadığını görür, bilirdi.

  Bunu, Yakup Kadri Bey'in de bildiğine şüphe yoktur. Maksadı,
yakın tarihimizin en mühim bir zamanını, davalarımızın en can
alacak safhasını kaydetmek olmuş ve bunu, müstesna bir muvaffakiyetle
yapmıştır. Bu cesurane kitap elem ve hüzünle fakat ümidi
kırmak değil, bilakis kuvvetlendiren bir elemle, memleketi daha çok
sevdiren bir hüzünle doludur. Aradan kırk sekiz saat geçtiği
halde kendi hesabıma hala bu hüznün tesiri altındayım. Memleket
aşkı bu kadar kuvvetli mi idi ki onu, en korkunç müşahedeler bile
soğutmak değil, teşdit ediyor? Sevginin son hududuna vardığımızı
zannettiğimiz vakit, onu daha ileri götürmek mümkün olduğunu
keşfediyoruz. Yakup Kadri Bey'in kitabını okuduktan sonra memleketimi
bir kat daha sevdim.

  Yakup Kadri Bey biliyor mu ki, Yaban, şaheseridir? Ona bu kitabı
yazdıran his teessür mü, şefkat mı, vatan aşkı mı, insan düşmanlığı mı,
söyliyemem. Fakat söyliyebileceğim bir şey varsa o da
Türklerin bu kitabı, her Türk'ün ezberlemesi icap eden bir kitap,
Türk edebiyatında müstesna bir yer tutacak bir eser olduğuna
inanmaları lüzumudur.

  Kadro dergisinde çıkan yazılarda da, Yabana getirdiği tez açısından
sahip çıkılır. Kalkınma ve çağdaş uygarlığa ulaşma savaşında romanda
anlatılanlar veri kabul edilir. Ta-Hay imzasıyla yayımlanan (s. 15, Mart
1933) yazının başına konan not, Kadro'nun tutumunu açıklar. Kimi bölümlerini
seçtiğim yazıda ise halktan uzak düşmüş aydınlar eleştirilir:

  Kadro'nun yazının başına koyduğu not:

  Arkadaşımız Yakup Kadri Bey'in son eseri olan Yaban romam hakkında,
Afyon'da neşrolunan Taşpınar mecmuasından aşağıdaki yazıyı alıyoruz. Bu
yazı, yeni neslin fikir uyanıklığının en hareketliliğinin son tezahürlerinden
biridir. Türk edebiyatının son devrinin en kuvvetli ve henüz kendi sahasında
yegane orjinal eseri olan Yaban hakkındaki tahlillerimizi biz de
gelecek nüshada vermeğe çalışacağız. İnkılap nesli fikir sahasında, edebiyat
sahasında ve diğer sanat sahalarında her gün
yeni bir eserle şahsiyetini verir ve fütuhatını derinleştirmeye
çalışırken, fikirde istiklalin ve sanatta şahsiyetliliğin ve orijinalliğin
heyecanını tatmamış olan eski meşrutiyet münevverliğinin, filvaki,
her adımda hücumlarına ve itaplarına maruz kalmaktadır. Fakat hadiseler genç
inkılap neslinin veya inkılapçı düşünüşün zaferi istikametinde inkişaf
ediyor. Türkiye'nin her bucağındaki gençlik teşekküllerinden duyulan sesler
zaferin alametleri ve aşağıdaki yazı ise, bu alametlerden yalnız biridir.

  Bizim gibi yabanın biri; yani Türk okumuşu.
Niçin garip buluyorsunuz? Bu toprakta okumuşların yabandan
farkı ne? Alfabeyi sökenlerin hepsi birden, kendilerini kümeden üstün ve
bütünden ayrı görmüyor mu? İşte Yakup Kadri, bu romanıyla, bizim diyarda ilk
defa bu mevzu üzerinde, hem de dokunaklı konuşandır. 315'inci sayfayı
devirinceye kadar kafam burkuldu, gönlüm kanadı, sinirlerime felç geldi, kan
damarlarım şişti; ve ben'im eridi, rüzgarlarımızın sırtına atladı,
yaylamızda dolaşmağa çıktı, hala geri gelmedi. İstiklal mücadelemiz, her
mariasiyle, yerli ile yabanın bir boğuşması idi ve Yakub'un kitabı, bunun
bir remzidir.

  Kemalizm, Türk köylüsüne Efendi dedi. Fakat Türk köylüsünün ruhu, durgun
ve derin bir sudur. Bunun dibinde ne var? Bir yalçın kaya mı, bir yumuşak
kum tabakası mı? Bunu anlamayı da, kafası ile gönlünü bu toprakların
ıstırabına verecek bir nesilden, artık bekliyor. Bu topraklarda, on konserve
kutusunun eşi olanlar! Siz, Kemalizm davacıları değilsiniz; boş yere
tünemeyin ve ötmeyin!..

  Mektep görmüş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü
arasındaki fark bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki
farktan daha büyüktür. Usta! Bunu yazarken senin elin mi titredi?
Bunu, boğuşarak yaşarken, benim de alnım çizgilendi, saçlarım
ağardı ve belim büküldü.

  Kalemin kırılsın Usta. Niçin bizi tatlı münevverlik uykumuzdan
uyandırıyorsun? Niçin bizi hülyalarımızla başbaşa bırakmıyorsun? Niçin bizi
saran ve harap eden çıplak realite ile karşı karşıya
koyuyorsun? Biz, milleti, var biliyoruz; onun tariflerini münakaşa
ediyoruz; onun namına konuşuyoruz. Fakat sen, niçin bize dili, iş
ve kültürü, mefkuresi bir olmamış bir kalabalığı gösteriyorsun? Ve
diyorsun; Sen derviş olamazsın!..

  Senin bu kızoğlankız mevzuumuza yalın kaleminle dokunmak
delikanlılığından, daha çoooook şeyler bekliyoruz; çünkü ayarlı millet
yaratacak sanat eserleri için dudaklarımız, heeeey! çarık yırtıklarından
dökülen çatlaklara benzedi.

  Türk münevveri. Bu kitabı oku da, kendinin ne matah olduğunu düşünmeğe
başla artık! Zira bataklıklar kurutulacak: Ne sülük ne solucan!..

  Vedat Nedim Tör de (Kadro; s. 16, Nisan 1933) gerçeği dile getirdiği
için Yakup Kadri'yi alkışlar. Bu romanda köy ve köylü çevresinde
örülen edebiyat maskesinin alaşağı edildiğini belirterek Türk sanatçısına
toplumsal birgörev yükler:

  Yakup Kadri, asırların ufunet ve cerahatini içinde taşıyan büyük bir
çıbana neşter vurdu. Şimdiye kadar Türk köyü ve Türk köylüsü etrafında
örülen edebiyat maskesini erkek bir jestle alaşağı
etti.

  Maskenin alaşağı edilmesinden hoşlanmıyanlar bulunabilir.
Türk köyünü, cıvıltılar, şarkılar, kaval sesleri, yeşiller ve sular içinde
gösteren serabın bir anda yokoluvermesi rahatımızı bozabilir.

  Yakup Kadri, hiç şüphesiz ki, münasebetsiz bir harekette bulundu.

  Bizi, bir hamlede hayal aleminin cennetinden çekip, hukikat cehenneminin
ateşine oturttu.

  Muhakkak ki, o bir (Halk düşmanı)dır.

  İbsenin meşhur piyesinde de, hakikati söyleyen doktoru,
bundan menfaatleri zarar gören birkaç herifin tahrik ettiği efkarı
umumiye, halk düşmanı diye taşlamaz mı? Hakikat, bu kadar
acı ve katı söylenir mi hiç? Sen, bu kadar toy musun behey Yakup?

  İstanbul'un mondan Şişli alemlerinde, Boğaziçi'nin veya Adaların
sihirli tabiatı arasında geçen bir aşk macerası uyduramaz mıydın? Nene
gerekti senin, Türk köyünü sanatına malzeme olarak almak? Bıraksaydın, biz
onu yine santimantal şairlerimizin bize gösterdikleri gibi tanısaydık ve
avunsaydık!..

  Ya... Ya... Avunsaydık, avunsaydık. Fakat daha ne vakte kadar
bu avunmak?

  Türk san'atkarının içtimai rolü, bir şaklaban dadı olmak mıdır
ki, şımarık, avare, köksüz Türk münevverini boyuna avutup dursun?

  San'atını inkılabın emrine vakfeden san'atkar, ancak böyle bir
eser yaratabilirdi. Şımarık, avare, köksüz Türk münevverinin suratına
ancak böyle bir sille aşkedilebilirdi: Yaban!

  Yaban'ı yazan adam, Türk köyünü ve Türk köylüsünü ne candan seviyor:

  Yazıklar olsun, seni sevmesini bilmeyenler, ey gamlı ülke! Bu
sevgi ne derin!.. Bu sevgi ne içli! Ne özlü bir sevgi bu!

  Sevmiyenler anlıyamaz:

  Yakup, bizi içine çektiği cehennemde muhakkak ki, ilk önce
kendisi yandı... Ve işte kafasının potası içinde akot (narı beyza) haline
gelen beyninden, böyle bu kadar yakıcı bir eser döküldü. (...)

  Yaban, bizce ilk orijinal Türk romanıdır.

  Bu eser, herhangi bir yabancı dile çevrilse, yine zevkle ve alaka
ile okunur.

  Yaban, Türk edebiyatının cihan edebiyatına açılan ilk penceresidir.

  Motifleri bu kadar orijinal olan, tekniği bu kadar ustaca olan
bir eser Türkiye dışındaki san'at sevenleri de doyurabilir.

  Şevket Süreyya Kadro'da yayımlanan uzun yazısında (s. 18, Haziran 1933),
önce, Bate edebiyatından da örnekler getirerek milli
roman üzerinde durur. Daha sonra Yaban'da nasıl bir tez getirildiğini
araştırır. Yazının bu bölümünden seçtiğimiz parçalarda da görülebileceği
gibi ona göre Yaban İnkılab'ın kuruluş dönemine uygun düşer:

  (...)

  Yaban ilk bakışta basit bir Bozkır hikayesidir ve mevzuu gayet
sadedir: Sakarya muharebesinden sonra düşman orduları, Haymana, Mihalıçcık
ve Sivrihisar havalisini yer yer taş yığınlarıyla örtülü ıssız ve engin bir
virane halinde bırakıp çekiliyor.

  İşte Yaban bu katliam günü ortadan kaybolmuş İstanbullu
harp malulünün, Ferit Celal Paşa'nın oğlu Ahmet Celal'in bu köydeki
birkaç yıllık ömrünün ruznamesidir.

  Mehmet Ali'nin köyü Orta Anadolu yaylasında çorak çıplak bir
step köyüdür. Mehmet Ali daha köye ayak bastığı gün diğer köylülerden biri
oluyor ve onlara karışıyor. Ahmet Celal ise bütün köylüler için sadece bir
Yaban'dır! Artık hayatı, bu kurak gökle, bu katı
yer arasında kaybolmuş bu kara step köyü, bu bir avuç step insanı
ve basık bir yer odası içinde geçecektir...

  Fakat işte roman da asıl bundan sonra başlıyor. Vakıa bu roman
sessiz, hareketsiz ve vak'asızdır. Bütün maceralar bu köyün
içinde cereyan ediyor. Fakat bu maceralar içinde biz hatta köyün ismini
bile öğrenemeyiz. Sahneye çıkan şahısların isimleri hatta yarım düzineyi zor
aşar!

  Zaten bu şahıslar diğer köylülere, köylü stepin ortasında bir kara
yığınından başka bir şey olmayan köye ve köy bu stepe o kadar
karışmıştır ki, biz Yaban'ı okurken, önümüzde hiçbir zaman ferdi
değil daima yığın'ı görüyoruz. Bu romanda rol alanlar kimlerdir.

  Bir Zeynep Kadın mı? Bir Salih Ağa mı? Bir Ahmet Celal mi? Bir
Emine mi?

  Hayır canım ne münasebet! Bu romanın yalnız üç şahsı var:
Vahşi bir tabiat: Anadolu yaylası. Bu vahşi tabiat ortasında bunalmış ve
terkolunmuş bir kara insan yığını: Anadolu köylüsü ve
bir de Ahmet Celal.

  Bir Ahmet Celal ki bu kara tabiat ortasında bunalmış, bu kara
insan yığını içinde; bu zavallı insan yığınını asırlardan beri bu kara
tabiatın eline terkeden Türk Münevverliğinin kefareti zebununu
yaşıyor. Türk milleti, Türk münevveri ve Türk köylüsü, Yaban'da
karşı karşıya geliyor ve hesaplaşıyorlar. Türk köylüsü münevveri
yadırgıyor ve ona (Yaban!) diyor! Çünkü bu iki insan arasında asırların
açtığı ve henüz kapanmayan korkunç bir uçurum vardır. Bu
ayrılık onların dillerini, itikatlarını ve tefekkür tarzlarını da birbirinden
ayırmıştır. Türk münevverine gelince: O da Türk köylüsünü
tanımıyor. Çünkü bu kalabalık asırlardan beri terk olunduğu vahşi
step tabiatın ortasında en güzel cevherlerini hareketsizliğin, hedefsizliğin
ve iptidailiğin haşin maskesi altında örtmüştür.

  Niçin havada uçan düşman tayyaresi ve ufukları sarsan top
sesleri karşısında bu Kerim (Bekir olmalı. A.Ö.) Çavuş bu kadar
duygusuzdur? Niçin Ahmet Celal'in evini düşman askerleri basıyor da bu
miskin imam bu düzenbaz Salih Ağa bilakis bu askerlerin
önüne düşüyor ve onlara seferlerinde yol gösteriyorlar?

  Niçin bir Emine için bu malul gazi kolsuz bir herif'dir? Bir elin
yabanıdır. Fakat bir sümüklü İsmail'in koynunda bu kız bilakis
kendi cinsinden bir sıcaklık buluyor ve ona can atıyor?

  Bunlar öyle suallerdir ki, bunların cevabını verebilmek için en
az on Yakup Kadri ve on (Yaban) romanına muhtacız.

  Yoksa Türk münevveri Türk köylüsünü terketmekte ve yaylalar, stepler bu
kalabalığı kabartmakta ve köreltmekte devam edip gidecekti. Hulasa Yaban
Türk stepinde Türk insanının hikayesidir.

  Her inkılabin bir devri vardır ki o devirde mistik ve geniş kalabalıkların
antozyazmı bütün havaya hakimdir. Mistiğin sokak antozyazmının havaya hakim
olduğu devirde san'atkar yerini san'atkar olmayan coşkun insana bırakabilir.
Çünkü bu devrin edebiyatı her şeyden evvel gürültülü bir heyecanın
edebiyatıdır. Fakat her inkılabın seyrinde bir de kuruluş devri vardır ki,
bu devirde harcıalem fikir ve harcıalem malzeme artık ikinci plana çekilmeli
ve san'atkar yerini almalıdır. Bu devir, inkılapta hissin, şuura, idrake
inkılap ettiği devirdir.

  Yakup Kadri'nin (Yaban)ı 1923'de yazılsaydı, belki yakılabilirdi. Fakat
bugün (Yaban) Türk münevverinin beklediği ve özlediği
bir romandır.

  Çünkü bu romanda kalabalıkların hareket enstenkleri değil,
Türk stepinin insan malzemesi tetkik olunuyor. Bu stepin kuruluşu,
şenlenmesi için bu malzemenin olduğu gibi bilinmesi lazımdır.

  İşte Yaban'da akseden içtimai örgü, bu çorak stepler ortasında
şimdiye kadar bilinmeyen, şimdiye kadar terkolunan insan malzemesinin
karakteridir.

  Türk münevveri! Yaban'ı istersen yadırga! Fakat oku!
Çünkü bu kitap senin milli edebiyatında bir devrin başıdır. Ve
bu açılan devirde senin bir yerin ve vazifen vardır!..

  Kazım Nami Duru, Ülkü'deki yazısında (s. 3, 1933), daha öncekiler
gibi tam siyasal bir tavır takınmaz. Halk-ayden kopukluğu üzerinde
durur yüzeysel bir biçimde. Gerçekçilikten yana oluşunda da aydınca
bir acıma sezeriz:

  Yaban adında bir roman yazdı. Onun bilmem hangi yazısında
İspanyollarla Anadolu Türklerini karşılaştırdığını okumuştum.
Anadolu köylü Türk'ün de bugünde yaşayan bir şövalyelik görülüyordu.
Bu görüş benim gibi Anadolu'yu oldukça gezmiş, köylüsünün
içini oldukça öğrenmiş olanlar, onun bu şövalyeliğini bilirler. Nasıl
oluyor da bu şövalye Türk köylüsü gene kendinden olan münevver'e Yaban
diyor. Yaban gözüyle bakıyor. Türk köylüsü, Avrupa'nın Amerika'nın bilmem
neresinden gelen gezerken nasılsa köyüne uğrayan bir Frenke bile Yaban
gözüyle bakmaz. Hicaz'ın kumlu çöllerinden gelen çipil gözlü Arabı Peygamber
soyundandır diye başının üstünde taşır. Böyle iken neye bir Türk münevver'ine
yaban deyip geçer, ondan çekinir, korkar, kendi dilini söyleyen münevver'e
içini açmaz, dökmez? Yaban bize bunu ne iyi duyuruyor.

  Paşa oğlu Ahmet Celal, büyük savaşta bir kolunu yitiren bu zabit
köylüleri birer birer önümüze açıyor. Emireri Mehmet Ali bozulmamış
bir Türk'tür. Salih Ağa köyün kodamanıdır. Köylüyü soymasını, ezmesini nasıl
da iyi biliyor. Bekir Çavuş askerlikte köylü arıklığını bitirmiş
beğenmediğimiz bir biçime girmiş. Zeynep Kadın
mal canın yongasıdır sözü tipinden. Emine? Emine işte tipik bir
Türk kızı. Ben de Ahmet Celal gibi Emine'yi sevdim. Anadolu'da
böyle eşsiz güzel, ama bahtsız kaç bin, hayır kaç milyon Türk kızı
var. Zavallı Emineler. Onlara içimizin varılmaz derinliklerinde uçsuz
bucaksız bir sevgi bir acıma var. Bunlar bize eşsiz bir soy
yetiştirir! Yakup Kadri Yaban ile ilk Türk Romanını vermiş oldu. O bu
romanıyla gözümde öyle büyüdü ki... Bana İstanbul bucaklarında
süslü salonlarda geçen sevgi masalları artık bir şey söylemiyor. Ben
bu çevreyi sevmiyorum; Yakup Kadri'nin Yaban'da anlattığı Türk
çevresini seviyorum, ona vurgunum. Bu yollu yazılar istiyorum,
Türk köylüsünün iklimle, toprakla, taşla, yoklukla, Yaban'larla
çarpışmasına bakmak onu anlamak istiyorum.

  Burhan Ümit Toprak'ın Yaban'a bakış açısı, şimdiye kadar sergilediklerinin
tam karşıtıdır. Varlık'ta yayımlanan (s. 4, 1933) yazısında Toprak, Yakup
Kadri'nin gerçeği çarpıttığını öne sürer. Ona göre Yakup Kadri tek yanlı
davranmış, hamlet bozması bir paşazadenin gözüyle, üstelik bir genelleme
yaparak Türk köylüsüne iftirada bulunmuştur:

  Bu kitabı okuyup bitirdikten sonra bir Türk değil herhangi bir
insanın nefretle karışık derin bir ıstırap duymamasına imkan yoktur. Bu ne
cehennemi alem? Hiçbir yılan, çıyan yuvası bu kadar
korkunç, hiçbir hayat bu kadar acı ve hiçbir hapishane menfa havası bu
kadar kasvetli değildir. Bu lanetleme toprak nerededir? Ve
bu insanlar kimlerdir? Altında tabaka tabaka sayısız medeniyetler
uyuyan, evliya ve kahraman kanıyla yuğrulan Anadolu toprağı bu
kadar nankör olsun, kabil değil izah edilemez. Şüphesiz ki, Yakup
Kadri Bey bir romandan ziyade bir essai'ye benzeyen bu kitabı bu
intibar bıraksın diye yazmamıştır. O, sadece Türk devletinin bütün ağırlığını
sırtında taşıyan köylünün ıstırabını, onunla Türk münevveri arasındaki
uzaklığı, uçurumu gözönüne koymak için bu işe teşebbüs etmiştir. Her ideal
için ölmüş ve belkemiğine kadar çürümüş olan münevver Ahmet Celal buradaki
tezadı basitleştiren bir vesileden, bir aletten başka bir şey olmamalıdır ve
değildir.

  Ümit ederim ki, maksat sadece o zamanlar Orta Anadolu köylerinin akim
sefil bir süprüntülük olduğunu, köylünün mütemadiyen soyulduğunu, derisi
yüzülecek bir hale geldiğini, kadınların bile kütükten farkı kalmadığını,
sıhhat namına her şeyden mahrum bulunduğunu, ekserisinin kör-topal veya
illetli, cüce, sıska, çirkin olduğunu, çocukların adeta köpeklerin ağzından
lokma kapacak kadar aç bulunduğunu, insanı hayvandan ayıran hassalardan
birisi gülmek olduğu halde burada hiç kahkahaya rastgelinmediğini, sonsuz
bir cehalet içinde gömülü bulunduğunu haykırmak ve hastalığı teşhis edip
münevverleri vazifeye çağırmaktır.

  Bu itibarla Yakup Kadri Bey'in tasvir ettiği bu köy alemi ile
muhayyel, çeşme başlarında asi bakireleriyle, bahadır delikanlıların
mani söyleyerek seviştikleri mesut köy hayatından çok uzağız.
Acı ve sert hakikat ile karşı karşıyayız. Hatta ortadaki cinayete
benzeyen hadisenin sebeplerini bile arıyoruz. Ahmet Celal hiçbir
peşin hükümle, hatta sevgi ve şefkatla bile bulunmayan gözlerle
gördüklerini bir fotoğraf adesesi gibi tespit ediyor. Fakat acaba
Ahmet Celal tamamiyle afaki midir? Eşeğe geviş getirtecek kadar tabiatten
uzak ve müşahedesi kıt olan ve alelıtlak kadını ve kadınlığı
bir hükümle idam eden adamın afakiliğinden şüpheye düşmek hakkımızdır.
Bahusus ki hiçbir edebi eser tamamiyle afaki olamaz.

  Madame Bouary bile sadece bir itiraftan ibaret olan Adolphe romanı kadar
enfüsidir. Yalnız aynı şekilde ve tarzda değildir. Nitekim Yakup Kadri Bey
de bu eserinde azami bir enfüsiliğe varıyor.

  Münevver kahramanı hakkında mümkün olduğu kadar sempatik
ve sükuti, köylüler karşısında ise daima beliğdir. 315 sahifelik romanda
köylülerden bahsederken sevimli, müşfik tek bir cümleye
rastgelinmediği gibi bu zavallı mahlukları daima ya karınca sürüsüne,
ya kunduzlara, ya çamurlu bir karnıbahara, yahut bir meşe
kütüğüne benzetiyor.

  Keza Ahmet Celal yalnız onlar üzerinde yaptığı müşahedelerle
insanların, hayvanların en galizi olduğuna kani oluyor. Ve hayvanları, boz
eşekleri onlara tercih ediyor ve hatta ölürse bu köylülerin
kendisini gömmiyeceklerini, köpeklere, kargalara yemlik bırakacaklarını ve
yahut da tezek ateşinde yakacaklarını söylüyor. Nihayet Anadolu hakkında
tasavvur ve tehayyülün fevkinde iftiralarda bulunuyor.

  Öyleki Türk köylüsünün metanet ve vekan hissizlik, sükutiliği
bulanık bir derinlik, lokma ve abaya rızası, mecburi tevekkülü, miskinlik,
imanı ise gülünç oluyor. Türk köylüsü ne yaşamasını, ne
sevmesini, ne inanmasını biliyor, ne dini, ne imam vardır; kaba bayağı
iştihalardan, düzenbazlıktan, nekeslikten, alçaklıktan, kinden
ve sefaletten, hodbinlikten yoğrulmuş bir külçedir. Yakup Kadri
Bey'in yahut Ahmet Celal'in bu tasvirine nasıl inanalım? Ahmet
Celal'in kaleminden Yakup Kadri Bey'in bize tasvir ettiği alem, ismini
söylemediği köy müdür? Yoksa bütün Anadolu köyleri midir?

  Yahut bize bu köylüler vasıtasıyle muayyen bir sefalet derecesine
düşmüş insaniyeti mi anlatıyor? İnsanda bu sefil iştihalardan başka bir
şey yok mudur? Şüphesiz ki Yunus Emre, Mevlana, Fuzuli
bunlardan büsbütün başka çapta adamlardı. Yokluk içinde var olabilecek
bir madenden yapılmışlardı. Lakin alelade insanın, insan
yığınlarının ruhunda hiçbir şey yok mudur? Yakup Kadri Bey bu sinemasiyle
hakiki köylüyü mü anlatmış oluyor?

  Zannetmiyoruz. Yakup Kadri Bey bu derece bedbin görünüyorsa bunun sebebi
görünüşün tek taraflı olmasıdır. Tam manasiyle ne
fena, ne de iyi adam bulunamıyacağına ve tek parçadan biçilmiş insanın
yalnız klasiklerin uydurduğu bir efsane olduğuna kani olduktan sonra bu köy
tasvirini nasıl hakikat diye kabul ederiz.

  Dişinden, tırnağından artırarak beslediği hükümetin sıhhati
için doktorundan, ahlak ve imanı için mualliminden, bakımsız toprakları
için ziraatçısından ve hayvanları için raylarından, yollarından,
elektriğinden ve suyundan istifade edememiş ise kabahat kimin?..

  Kabahat köylüden iğrenen ve istiklal mücadelesinin en tehlikeli devirlerde
bir kolu yok diye Türk ordusu tarafına geçemeyen ve
bu sonsuz (?) fedakarlığının minnet ile karşılanmasını bekleyen, sümüklü
İsmail'in karısını kaçırdıktan sonra can çekişirken mezarlıkta terkedip yola
düşen Hamlet bozması paşazadede ve onun temsil ettiği değil midir?

  İhtimal ki bu paşazade bir bakıma göre tiksintilerinde, nefret
ve ithamlarında haklıdır. Fakat Falih Rıfkı'nın dediği gibi iki küçük
kusuru vardır. Evvela kendisini insan zannetmek. İkincisi de kendisini
bu milletten saymak...

  Köylüler yaptıkları veya sadece yapacakları rivayet edilen günahları için
affedilebilirler. Zira ne yaptıklarını bilmezler. Fakat
bilenler ve bile bile yapanlar...

  Allahın veya atinin laneti onların üzerinedir.

  Geçenlerde bir muallimle (...) köyüne giden bir arkadaş acı bir
hatırasını nakletti. Abdülhamit devrinde, meşrutiyette askerlik etmiş yaşlı
bir köylü ile konuşuyorlarmış, köylü dayı bir aralık:

  -İngilizler İstanbul'dan çıktı mı? diye sormuş.

  -O... demişler. On sene oldu. Haberin yok mu?

  Köylü bir müddet düşünmüş, düşünmüş sonra ilave etmiş.

  -Peki ama... buralarda siz ne ararsınız?

  Bu sual asırlardan beri terkedilmiş Anadolu köylüsünün bütün
acılarını, sitemlerini, isyanlarını ve münevverlere karşı hıncını hulasa
etmektedir. Onlara hayrı olsun diye kitap yazan Yakup Kadri
Bey ne yazık ki bilerek ve bilmeyerek yahut sadece istisnayı umumileştirerek
ihtiyar Anadolu'nun ahlak ve vicdanını da itham etmiştir. Halbuki hala daha
ve her şeye rağmen varlığımızın en sağlam ve en saf tarafı orasıdır.
Varlığımız onun üzerine dayanmaktadır. Yıldırımdan beter belalarda
çarpılmış bu insaniyet parçasının azıcık tanınabilecek bir tarafım
kompozisyonun içine koysaydı, Yakup Kadri Bey'in bu eseri kim bilir sanat
eseri olarak daha ne kadar kuvvetli olacaktı. Fakat her nedense onun her
kitabında mevcut olan rahmet ve sıcak şefkatten burada zerresi yoktur.
Bununla beraber bizim nesil Yakup Kadri Bey'in romanını ekşiten husumetten
de insan kalplerinin fethetmek için sevgiden, her şeye rağmen affeden
sevgiden başka bir silah olmadığı dersini bir defa daha öğrenerek istifade
edebilir.

  Filhakika gençlik içi köylü millet ve vatan karşısında yaratan,
faal sevgiden, bedelsiz ve ivazsız fedakarlıktan başka hiçbir vazife
yoktur ve bu sevgiden başka her iddia çirkin bir yalandır.
 
  İsmail Habib Sevük de aynı düşüncededir. Yaban'ın Almanca'ya
çevrilişi dolayısıyla yazdığı ilk yazıda (Cumhuriyet, s. 5704, 5714,
1940) Yakup Kadri'nin gerçekçilik anlayışını eleştirir. Özellikle
gerçeği yanlış yansıttığı, yabancıları aldattığı için yazarı kınar:

  Nadir Nadi, idarehanedeki odasında, bana bir mektupla bir kitap uzatıyor.
Mektup Türkçe, kitap Almanca, Yakup Kadri'nin Yaban romanını Der Fremdling
adı ile Almancaya tercüme eden Max Schultz yanlışsız bir Türkçe ile yazdığı
mektubunda ilk defa olarak Türk edebiyatından mühim bir eserin Almanca
lisanında intişar etmesinin gazetemizi alakadar edeceğini düşünerek
Leipzig'deki maruf A.H. Payne Basımevi tarafından gayet nefis bir şeklide
bastırttığı kitaptan bir nüshasının gönderildiğini bildiriyor. Basılış
sahiden çok nefis. Kitabın Türkçe aslı ile bu tercümeyi sırf basım bakımından
yan yana koysanız, tercümeler ki asılların astarıdır, burada bir Hind kumaşı
nefaseti ile duran astara karşı kitabın aslı bir çul parçası kadar zavallı
kalıyor.

  Muhterem mütercim mektubunda kitabın başına ilave ettiği
mufassal mukaddemeye de dikkatimizi celbediyor. 24 sahife tutan
bu mukaddemeden icap eden yerleri Nadir Nadi şifahen tercüme
edip anlattı: Mütercim Türk İstiklal hareketine karşı Anadolu halkının
vaziyetini gösteren, içtimai kıymeti haiz bir eser aramış. Bu
romanı bulmuş. Vak'a bir köyde geçmekle beraber bütün bir milleti
tasvir edecek kadar kuvvetlidir diyor.

  Yakup Kadri hayrete şayan bir realizmle, hiç çekinmeksizin,
katı bir şekilde, merhametsiz bir dürüstlük göstererek, Türk halkının
bir kısmında yaşayan milliyet duygusu eksikliğini tasvir etmiş.
Kitaba ne için ve ne bakımdan kıymet verdiğini görüyorsunuz.

  Fakat zeki mütercim nazikdir de: Halkın bu noksanlığı hep, halka
yabancı islami maya ile beslenen, saltanat rejimine atfediliyor.
Yeni rejim bu noksanı çoktan düzeltmiş. Hem bu ince nezaketine, hem
edebi bir Türk eserini tercümedeki himmetine, hem de o kitabı bir
bed'a denecek kadar nefis bir şekilde bastırmasına ayrı ayrı teşekkürden
sonra Yaban'daki o hayrete şayan realizmi'i açıkça konuşabiliriz.

  Eskiden Anadolu köyü ve Anadolu köylüsü deyince, romantik
bir saffet içinde gözönüne şu çeşit bir levha gelirdi: Yeşilliklere gömülü,
seyrek beyaz evler, evlerin çitle çevrili geniş avlularında
testi pembe yüzlü köy kızları; halis süt, hilesiz yağ, yağlı yoğurt, tabii
kaymak ve odaların kar gibi patiska minderlerinde oturan melek
gibi köylüler; ne hile ne hud'a, hepsinin dini bütün.

  Halbuki... bütün bunları tamamen tersine çeviririz. Anadolu
köyü mü? Çorak bir toprak, keleş tepeler, bulanık bir dere, izbe evler.
Davarı cılız, sütü sulu, yağı karışık, peyniri imansız; halk hep
sakat, kör, topal, kel, kambur; herkes kendi menfaatinde, ne
vatan hissi, ne mukaddes duygu, pislik, gübre, çirkef. Ne istila'ya karşı
nefret duyan var, ne istiklal hummasından haberdar olan.

  Evvelki tam müsbet ne kadar romantikse bu tam menfi de o
kadar romantik. Yakup Kadri'nin romanı işte bu tam menfi'yi anlatıyor. O
Yaban'da realizmin sonuna gideyim derken bilmeyerek,
romantizmin sonuna gitti. Anadolu köyünün hakikati sonda değil,
ortadadır. Tam müsbet ne kadar doğru değilse tam menfi de o kadar doğru
değil: Anadolu köylerinin cennet gibi olanları da var,
berbat olanları da. Köylülerin temizleri de var, madrabaz olanları da.
Yiğitler, korkaklar, sağlamlar, çürükler, müfsid olan, mümin olan...
Hayır, Anadolu'nun köyü de köylüsü de tek değildir.

  Herr Schultz'un Yaban'ı son derece realist telakki etmesini
mazur görürüz. Bir Türk'ün kendi milletini methetmesi bir ecnebiyi
belki inandırmaz ama hicvetmesi derhal inandırır. Meziyeti meydana çıkarırsak
romantik fakat nakiseyi teşhir edersek realist. Yaban
realizmin kendini değil cazibesini avladı.

  Muhterem mütercim yalnız maruz değil haklıdır da: Kendisinin
mukaddemede Yakup Kadri'nin şahsiyeti ve san'atını anlatırken
söylediği gibi Yaban müellifi Türkçemizin san'atkar bir naşiridir.
Kariini kaleminin büğüsü ile sürüklemeyi bilir. Sonra eserde yer
yer realist parçalar var. Mesela köyün en zengini ve en kötüsü Salih
Ağa'nın yaz kış çorapsız ayaklarına verdiği hareketlerle gösterdiği
manalar ne kadar diri anlatılıyor. Gene mesela Süleyman'la
Cennet'in macerası bir küçük hikaye olmak itibariyle ne güzeldir.
Gene mesela Emeti Kadın'ın torunu küçük sığırtmaç Hasan'ın portresi
nasıl füsunlu çizilmiş, gene mesela... saymağa lüzum yok. Parça parça
güzellikler, peki; fakat romanın umumi havası, hayır.

  (...) Bizleri değil bizler Anadolu'yu da biliyoruz, davayı da,
fakat bilmiyenleri aldatıyorsun; bak, Almancaya yapılan tercüme ile meydana
çıktı. Alman mütercim tasvir etmektedir.

  Ah muhterem Max Schultz eğer millet Ahmet Celal'in anlattığı
köy olsaydı istiklal cengi mi olurdu? İşin asıl mühim tarafı burası.
Mühim, sakat, sakar ve feci tarafı... Bunu bir yazı ile konuşalım.

  :::::::::::::

  Ahmet Celal'in sakarlığı ve sarsaklığı bize kötüleri yazışında
değil yalnız kötüyü görüşündedir. O gözüne sadece kara gözlük taktı. Kara
gözlük, mavi gözlük, hayır, realite ancak tabii gözle görülür. Muhterem
mütercim, sizi temin ederim, Türk köylüsü henüz
romana girmemiştir. Biz henüz kendimizi arıyoruz.

  Madem ki mukaddemenizde dediğiniz gibi, Türk istiklal hareketine karşı
Anadolu halkının vaziyetini gösteren içtimai kıymeti
haiz bir roman arıyordunuz, bari Halide Edip'in Vurun Kahpeye'sini
tercüme edeydiniz. O da Yaban gibi Milli Mücadelenin ilk devrine aiddir.
Onda da vak'a küçük kasabada geçer. Orada da Hacı Fettah Efendi gibi
mürteciler, Kantarcıların Hüseyin gibi dessaslar, orada da Yaban'ın Salih
Ağa'sı gibi düşmanla elbirliği edenler var.

  Fakat orada ihtiyar Ömer Ağa ve karısı Gülsüm gibi tertemiz halk
tipleri, Tosun gibi yiğit, Aliye gibi idealist kızlar da var.
Mademki öyle bir kitap arıyordunuz keşke elinize Yaban yerine Vurun Kahpeye
geçseydi.

  Nasuhi Baydar'ın Yücel'de yayımlanan (s. 85, 1942) yazısı ise, bir
bakıma gerçekliği çarpıttığı için Yaban'ı ele, tirenlere verilmiş bir
cevaptır:

  Yaban'ın tezi inkılap nesilleri için pek aziz olan Köyü kalkındırma
davasında en iyi niyetlilerin bile önüne aşılmaz bir engel gibi sık sık
çıkan bir ruh uçurumunu bütün derinliği ve genişliği, girinti ve çıkıntıları,
belki korkunçluklarıyla, fakat beğenilmemesi imkansız bir medeni
cesaretle aydınlatan tezdir.

  Köylü, duygusunu, düşüncesini, dilini anlayamadığı ve hayat
şartıyle uyuşamadığı için şehirliye yaban -yabancı diyor; fakat şehirli
için de duygusunu, düşüncesini, dinini anlıyamadığı ve hayat
şartlarıyla uyuşamadığı köylü yabandır. Lakin kusur kimde? Köylünün,
duygusu basit, düşüncesi geri, dili işlenmemiş ise onu o halde
bırakmış olarak vebali şehirlinin değil midir? O Osmanlı şehirlisinin ki
asırlar boyunca yalnız kendini düşünmüş köylüye başka bir
cinstenmiş gibi hep yüksekten bakmış, onu ancak her türlü hizmetine
koşmuş, tarlada rençber, aşar mültezimi önünde durmadan veren
mükellef, kapısında uşak, sınırında nöbetçi olmaktan başka bir
rol sahibi tanımamış, okutmamış, öğretmemiş, maddi ve manevi
binbir bela ve musibet karşısında müdafaasız, çaresiz, zavallı bırakırken
hiçbir merhamet ve mesuliyet duymamış ve sonra, günün birinde, kolu ve
kanadı kırılıp da, mağlüp ve bezgin, sığındığı köyde
kudretsizliği kadar şüphesinden, beceriksizliği kadar gururundan
ona ısınamamış, onu kendisine ısındıramamıştır.

  Yaban'ın tezi işte budur. Ne müthiş tez!

  İmparatorluk idarecilerinin bile bile, isteye isteye yıllarca ve
yıllarca tatbik ettikleri obscurantisme politikası hasılalarıyle
Cumhuriyet idarecilerinin iyi niyetlerini kıyaslayan muharrir, bütün
bunları ve ilerleme emeli karşısına dikilecek olan daha nice köstekleyici
unsurları tasavvur etmemek ve realiteyi -elbette mübalağalandırarak-
münevverin önüne koyup: Gafil, gafil, büyük davanda
yardımını beklediğin köylü işte! Ve işte sen! dememek kabil miydi?

  Yaban, bence, ancak bu endişenin mahsulüdür ve yalnız yazıldığı
günler değil, ilhamı alındığı tarih, yani Osmanlı İmparatorluğu'nun
yıkılışına rastlıyan devir dahi gözden uzak tutulmamak şartiyle, itiraf
etmeli ki köylerimizde Yaban'ın bütün kahramanları birer birer, Yaban'dan
tasvir edildiği gibi; yaşamışlardır ve yine itiraf
etmeli ki, zaman zaman köye yaklaşmak hevesine düşmüş olan münevverler
birer Ferit Celal Paşazade Ahmet Celal vaziyetine düşmekten
kurtulamamışlardır. Bu hali bilmek mi, bilmemek istemek
mi bir cemiyet için faydalıdır?

  Yaban'da bazı teknik zaaflar olduğunu, bir Flaubert dikkat ve
itinası ile her tarafının defalarca gözden geçirilmiş bulunmadığını
hatta Balzac'a has ihmallere onda sık sık rastlandığını kabul etmekle
beraber Yaban'ı bir Madame Bauvary, bir Egenie Grandet gibi mensup olduğu
edebiyata damgasını vuran çok kuvvetli bir eser olarak bir daha selamlarız.

  (...) Fakat Yaban, tok sözlü dostun sözlerindeki gerçek merhametle dolu
ve merhametin bizzat kendisidir. Onu romantizmanın
hayal ve his aleminde yetişmiş, bu alemin pembe ufuklarına, soluk
benizli narin kızlarına veya sinema perdeleri kahramanlarının hep
Happy end ile tatlıya bağlanan maceralarına alışmış olanlar, bir
de ne acıklı bir madunluk duygusu içinde çalkalandıklarını farkedemiyen
demagoglar anlamadı.

  Vecdi Bürün de (Çınaraltı, s. 49, 1942) Nasuhi Baydar'la aynı düşüncededir:

  (Yaban), İstiklal Harbimiz esnasındaki Anadolu'nun yediği birçok
darbelerle, yapyalnız kalan, ihanetlere uğrayarak asırlardır çocuğu
olduğu imparatorluğun çöküşü ile yerle gök arasındaki kimsesizliğin
kefeniyle sarılı, tek kollu bir adamın ve bu tek portresidir
diyorum: Zira her portre bize çizenle çizilen arasındaki münasebetlerin,
kifayet ve kif'ayetsizliklerin yekünunu verir. Anadolu,
o zaman güzel müsbet ruhlarla dolu olduğu kadar, çirkin menfi ruhlarla da
doludur. Her bozulma her nizamsızlık böyledir. Sonra romanın kahramanı
birçok sebeplerle tam bir adamcıl olmuştur. Elbette
insanlardan ve bilhassa çözülme anında o bir türlü toparlanamayanlardan;
toparlanmaya ve ayaklanmaya karşı (gaflet içinde), hiçbir şey olmuyormuş
gibi hareketsiz kalanlara kızarak, onlardan nef'ret edecektir; Allah'ın bile
son derece hasis davrandığı topraklar
üzerinde böyle bir hava ile zarflanmış adam, adamcıl olur, evinin
altındaki ahırda beslediği eşeği sever: Fakat koca Türk İmparatorluğu'nun
sağlam, temiz, hem de bir atom taşımamacasına temiz ruhunun ayaklanmasına ve
üzerine saldıranların, canına kastedenlerin suratında devirler açar
bir tokat gibi şaklamasına tek kollu adamcıl iştirak edecektir. Bu tokatta
mana olarak onun da hissesi var. Çünkü bir nizamı; bir Türk nizamını o kadar
özlüyor.

  Yakup Kaari'nin müspete dönük adamcıl muvaffak olmuş bir
yaratmanın bütün şartlarını taşıyor. Fakat onun müstakil bir kahraman, tam
bir roman kahramanı olabilmesi için bir parça daha
serbest kalması, müellifin müdahalesinin yaptığı bazı yerlerde kahramanı
silecek kadar üzerine şiddetli hissedilen baskıdan kurtulması lazımdır.
Diğer bütün şahıslar halis reelin ipliğiyle dokunmuş,
fevkalade canlı, varlıklarını vergilere borçlu olmayan kendiliğinden
yaşamakta olan insanlar.

  Bütün kusurlarına rağmen (Yaban), İstiklal Harbimizi bir izah
teşrifatından, hitabet kürsülerindeki, radyo kürsülerindeki aletlerin
içine girerek fiziki bir tevrit halinde donup kalmaktan
kurtararak, bütün kahraman ve korkakları, insan ve şüphe edenleri, aziz
ve rezilleri ile vatan sahnemize çıkaran bir eşerdir. (Yaban)da sanat
bakımından yer yer rastladığımız kıymetleri bir tarafa bırakırsak
bile yalnız bunun için, tam bir portre olabilmenin bir çok
şartları, kendisile ittifak etmiş olan bu esere gözlerimizi çevirmemiz
lazımdır. Ve yine bunun içindir ki bu eserden hakaretle bahsetmek
doğru olmaz. (Yaban) sağlam kıymetlerin romanı olduğuna göre
ona çatmak bir parça da kendimize çatmak olur.

  Nihad Sami Banarlı ise, Resimli Türk Edebiyatı adlı kitabında (s.
395) Yaban'a karşı çıkanlarla birleşir. Ama onlar gibi tam reddedemez
romanı:

  Yaban, Birinci Dünya Harbi'nde sağ kolunu kaybettiği için hemen
bütün cemiyete, hatta bütün hayata küsmüş, isteksiz ve hedefsiz bir insan
gözüyle görülen Türk Köylüsünün romanı'dır. Türkiye'deki köylü-şehirli
anlaşmazlığının (...) iktisadi, içtimai, din, dil,
velhasıl tarih bakımından sayısız sebepleri vardır. Bu sebepler iyi
araştırılırsa, bu tarihi talihsizliğin kabahatini ne köylüye, ne de
hatta şehirliye yüklemek kolay değildir. Yaban ise, böyle bir maziyi
araştırmaya lüzum görmeksizin köylüye adeta fena gözle bakan bir
roman olmuştur.

  Yaban, esas itibariyle ciddi bir yaramıza dokunan ve dokunduğu için
hayırlı bir iş gören romanlarımızdandır. Fakat bu yaraya
dokunuş, o kadar sert, öylesine hoyratça olmuştur ki, okuyan, ister
istemez, muharririn Türk köylüsüne karşı bir hayli zalim davrandığını
düşünmek zorunda kalır.

  Bu eserde vahşi denilebilecek kadar iptidai, insani hayal şartlarından,
insan zevk ve duygularından uzak, bilhassa şehirliye karşı
düşmanlık hisleriyle dolu bir köylünün hayatı vardır. Bu köylünün
güzel denilebilecek hiçbir hareketi, hiçbir san'atı yoktur...

  Gerçi köylüyü bu derece sefil ve iğrenç bulan adam, yine köylünün
-bizce- pek haklı olarak yaban dediği, bir ruh hastası, zayıf ve
mütereddi bir mahluk, bir yarım münevverdir. Bu adam elbette
köylünün iyi cephelerini de görebilecek bir karakter değildir. Fakat
vaziyet bu duruma girince Türk köylüsünü böyle menfi bir adamın
gözleriyle görüp, o kadar insafsızca hırpalamakta ne mana kalır?

  Yine Yaban'ın bize tarif ve tasvir ettiği köylü, Orta Anadolu'nun
bağrı yanık topraklarında kavrulup kalmış bir tek köyün halkıdır.
Fakat Yaban'ı okuyan yabancılar ve hatta bir çok şehir insanları diğer
bir çok köylerimizin de böyle olmadığını bu eserin neresinden
anlayabileceklerdir.

  Öyle görülüyor ki, bu eserin kudretli san'atkarı bizim zayıf kalmış
taraflarımızı milli ve marazi bir infıalle karşılayan, o kadar ki
hiddetini, ancak bizi hırpalamak suretiyle yenebilen, tamamiyle
müsbet duygularla doludur.

  Önce de belirttiğim gibi, 1960'tan sonra Yaban'a farklı bir biçimde
yanaşıldığını görürüz. Artık, ne gerçek-yalan tartışması, ne de günün
siyasal isterleri doğrultusunda tavır alma sözkonusudur. Yaban Yakup
Kadri'nin romancılığı içinde ele alınır, edebiyatın ölçüleriyle
değerlendirilir, Türk edebiyatının gelişimindeki yeri
belirtilir. Çeşitli yazarlarımızın kitaplarından ya da yazılarından
alıntıladığımız aşağıdaki parçalar, Yaban'ın değeri konusunda yeterli
bir bilgi verecektir:

  :::::::::::::

  NİYAZİ AKI

  Yaban, Yakup Kadri'nin 1921'de Tetkik-i Mezalim heyeti ile
Anadolu'da yaptığı tetkik gezisinin mahsulüdür. İfadesine göre,
kendisine Erkan-ı Harbiye tarafından 2. Şube istihbaratı namına
yarı resmi bir vazife verilmiştir. Yirmi kadar hikaye ve bir hayli
makaleyle döndüğü bu seyahat yazarın gözleri önünde yurda ait yeni
mevzular ve yeni meseleler çıkarır. Bunlardan biri köy, diğeri
köylü ve münevver ayrılığıdır.

  Ergenekon 1 de toplanan (Ankara Yolunda-1921), (Kütahya'dan
Simav'a-1921), Dergah'ta çıkan (Düşmanın yaktığı köyler ahalisine 1922) gibi
makalelerde yazarı halka götüren duygu ve fikirlere rastladığımız gibi,
yazarın kafasında köylü ve münevver anlaşmazlığı diye bir davanın belirtileri
de sezilir. 1922'de yazdığı Kadın ve Ukubet'i de Yaban'da (s. 43)
buluruz; bilhassa, Anadolu toprağının insan için ne tükenmez bir sabır ve
metanet kaynağı oluşunu anlatan sayfaların (56, 57) 1923'te yazdığı Yunus
Emre ile yakın alakasını görürüz. Hüküm Gecesi'nin son sayfaları da münevver
ve köylü münasebetlerine temas eder. Bütün bu hazırlıklar Yaban'a bir zemin
teşkil eder.

  Vak'aları Eskişehir, Kütahya, Simav havalisinde geçen Yaban,
Sakarya Savaşı'nda bozulan düşmanın kaçışı esnasında biter. Ankara,
Sakarya Savaşı'ndan önce başlar; bu itibarla iki eser zaman
bakımından iç içe girerler. (...) Yaban'da bazı meseleleri ortaya koyan
yazar Ankara'da bunların cevabını vermeye çalışıyor gibidir.

  Her iki roman da aynı mevzu etrafında döner. Yaban, nüfusunun
çoğu köylü olan bir memlekette bu kitlenin hayat şartlarını; manevi
durumunu, zavallılığının sebeplerini inceler; Ankara ise yine bu
kitle de dahil olmak üzere aynı kötü şartların devamına rağmen bir
kalkınışın hikayesidir.

  (Y.K Karaosmanoğlu, 120-121, 1960)

  :::::::::::::

  VEDAT GÜNYOL

  Yaban, bir bakıma, aydınla köylünün, halkın anlaşmamalarının verdiği bir
acıyı dile getiriyor denilebilir: Bir yanda, en ilkel içgüdülerden
kurtulamamış, bakımsız, kılavuzsuz, kadere boyun
eğen cahil bir köylü tabakası, öbür yanda, aslından, kökünden habersiz,
bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler, unsurlarla
yoğrula yoğrula adeta sınai adeta kimyevi bir şey halini almış olan tabiat
garibesi bir aydın tabaka var. Kendini büyük bir tehlike önünde hisseden ve
bir fedakarlık ihtiyacı içinde halka doğru giden aydın, karşısında, güvensiz,
kümes mahlukatı gibi her biri bir köşeye sinen insanlar buluyor.
Hiçbir yerde, hiçbir devirde, bir milletin iki sınıfi yekdiğerinden bu
kadar ayrı, yekdiğerinden bu kadar zıt kalmamıştır. (Ergenekon)

  Yaban bizi ilk olarak, bir köye gerçekten sokmayı başarmıştır.
Yüzbaşı A. Celal'in benliğinde birbirine zincirlenen parça parça tablolar,
bize bir köy çevresini yansıtıyor. Edebiyatımızda Yaban'la Vurun Kahpeye'den
önce, bir çok köylere, kasabalara girmiştik. Ama, hepsinde, köyden, kasabadan
sadece kuru bir dekorun ruhsuz iskeleti vardı. Yaban'da köylüyü ruhuyla,
hayat felsefesiyle canlanmış buluyoruz. Bu, büyük bir başarıdır; Orta
Anadolu, kaderciliğin, bağnazlığın en geniş anlamda ağır bastığı;
tembelliğin, dünyadan kopmuşluk duygusunun kökleştiği yer. Anadolu
köylüsünde ta cinsiyete, ta instenktlere kadar hükmeden bu mahallilik bu
tecerrüt duygusu, acaba ruhları yalnızlığa, uzlete davet eden bu ıssız
yaylaların icabı mıdır? Yoksa içtimai bir teşekkül kusurundan mı hasıl
oluyor? İkisinden de. Ama, Halide Edip kadar Yakup Kadri de bu
ikincisi üzerinde daha çok duruyor.

  (Dile Gelseler, s. 6, 16, 1966)

  :::::::::::::

  FETHİ NACİ

  Yakup Kadri denilince Yaban gelir çoğumuzun aklına. Kimi
eserlerin böyle talihi var: Önemleri değerlerinden büyük oluyor. Bu,
sanırım eserin bir toplum gereksinmesini karşılayışından ileri geliyor.
Aydınlarımız arasında Yaban'ı okumayan yok gibidir. Bunda
aydınlarımızın, bugün bile, Ahmet Celal'i kendilerine yakın bulmalarının
payı büyük olsa gerek. Aydınlarımız da Ahmet Celal gibidirler. Bir yandan
birtakım ülküler uğruna giriştikleri savaşların değerinin halkça
anlaşılmasını isterler, öbür yandan halkın geriliği
karşısında bir suçluluk duygusuna kapılırlar. Toplumsal yapıları
bakımından kitle hareketlerinden çok aydın kişilerin çabalarına elverişli
ülkelerde aydınların kaderi budur sanıyorum.

  Yaban, dünyadan elini eteğini çekmek isteyen bir aydın kişinin
acı ve korkunç bir hakikatle karşı karşıya gelmesinin tepkilerini
anlatır. Aydın kişi ile köylüler (acı ve korkunç hakikat) arasındaki
düşünce ayrılığı bütün ayrıntılarıyla verilmiştir. Sağ kolumu
ben onlar için kaybettim diyen Ahmet Celal, bir yandan da köylülerin
geriliği, cehaleti karşısında aydınlar takımını suçlayan bir aydın
kişidir. Yakup Kadri hep Ahmet Celal'ir karamsar gözüyle bakar olaylara,
kişilere: Ama bu, söylenmesi yürek isteyen birtakım
acı gerçeklerin söylenmemesine engel olmaz. Yaban'ın en önemli
yanı da burasıdır. Ne var ki Yakup Kadri'nin, Ahmet Celal'e, Emine'den
biraz sevgi görünce, Türk köylüsü ile Türk entelektüeli arasındaki acıklı
davadan hiçbir eser kalmadığını söyletmesi kişiyi yadırgatıyor; pek ucuz
bir çözüm yolu gibi görünüyor. Ama roman sonunda Emine'yi bırakmak zorunda
kalan Ahmet Celal'in Bize gene yol göründü, demesi sembolik ve epey
karamsar bir anlam kazanıyor: Aydınlar yollarında gene yalnız yürüyecekler.

  (On Türk Romanı, s. 28-29, 1371)

  :::::::::::::

  CEVDET KUDRET

  Roman, anı biçiminde yazılmıştır. Yazar, eserini, Kurtuluş Savaşı
sıralarında, Porsuk Çayı kıyısındaki bir Anadolu köyüne yerleşen
Ahmet Celal'in anı defteri olarak sunar.

  Eserin bir çok yerlerinde (...) köylü-aydın ilişkisi üzerine, roman
sınırını aşıp makale sınırına giren ve yazarın kişiliğini açıkça
ortaya koyan sahifeler vardır. Yazarın deyimiyle hikayeyi bölük
pörçük eden bu feryadımsı hutbeler ve bu çeşit tiradlarla Yaban'ın hemen
her tarafı tıklım tıklım doludur. Bu tutum, realist bir
eserde, roman tekniği bakımından bağışlanamayacak önemli bir
kusurdur. Bunu, önsözde kendisi de açıklayan sanatçı, Yaban bir
objektif roman değildir. (...) Bu, ne bütün manasıyle bir roman, ne
bütün manasıyle bir sanat ve edebiyat işidir. (...) Yaban, çölde bir
feryattır der.

  (Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, 2. bas., 152-153, 1970)

  :::::::::::::

  RAUF MUTLUAY

  ... Eserin tezi, yüzyıllarca aydınların hiçbir şey vermediği Anadolu
halkıyla, üst kat kişileri arasındaki uyuşmazlık, uzaklık, yabancılık,
ilgisizlik sorunudur. Yazarın gezi izlenimlerindeki
gözlemlerinden doğmuş bu tablo, Sakarya Savaşı sonrasındaki ezik
Anadolu'nun, Kurtuluş Savaşı sırasındaki umutsuz halkımızın yaşamını
canlandırdığı için karamsar görünmüş, haksızca eleştirilmiştir.

  Dönemine uygun bir roman, edebiyatımızın köyü konu edinen en
uyarıcı eserlerinden biridir.

  (100 Soruda Çağdaş Türk Edebiyatı, s. 207, 1973)

  :::::::::::::

  Cumhuriyet'in onuncu yıl eşiğinde yazarın toplumuna ödediği
borçtur Yaban. Sezgiyle bile olsa Yakup Kadri, Türk köyünün, verdiği
görev oranında zaferden pay almadığını -dolaylıkla- anlatmaktadır. (...)
Birinci Dünya Savaşı'nın yoksunluklarını yaşamış bir Batı Anadolu köyünün
sorumluluğu kime aittir? Ne padişahlık devrinin eleştirisi söz konusudur, ne
Cumhuriyet hükümetine yol gösteriş. Ama gene de bu gerçekçilik, halkımızı
masabaşı söylevleriyle sevdiklerini söyleyenlerin pembe gerçekçiliğini
tedirgin edecektir.

  ... Günümüzden kırk yıl önce yazılmış bu röportaj-anı defteri biçimindeki
roman, sanıldığından çok etki getirmiştir. İlerde köy edebiyatına koşulacak
pek çok kişi bu gözlemlerin gerçekliğine yaslanacak, gerekliliğini
savunacaktır. Ve tektir bu kitap Karaosmanoğlu'nun repertuvarında. (...)
Yakup Kadri, bu dönemde -belki sürekli yolculukların izlenimiyle hiç olmazsa
tren pencerelerinden gördüğü- Anadolu bozkırının gerçeğini dile getirmek
istemiştir. (...)

  Yaban, toplumumuzun ilerde meydana çıkacak ana sorunlarına, biraz
anakronik de olsa, dikkatli bir yaklaşımdır ve onun zaferi, Yakup Kadri'nin
adı yanına eklenen bir onur olur.

  (50 Yılın Türk Edebiyatı, s. 552-553, 1973)

  :::::::::::::

  DR. AYTEKİN YAKAR.

  Yaban'da Karaosmanoğlu'nun maksadı, doğrudan doğruya Milli Mücadele
gerçeğini yansıtmak değildir. Yaban, o günlerin geri ve
bakımsız bir köyünün hastalıklarını teşhir etmektedir. Yalnız bu
teşhirin zamam olarak, Milli Mücadele günleri seçilmiştir.

  1919-1923 yıllarının verileri üzerine kurulmuş görünen ve
1923'de yayınlanan Yaban, gerçekte 1923-1930 yılları arasının, yeni
toplum yapısının yeniden kurulmaya çalışıldığı devrimler çağının,
bu devrimlerle çalkalanan sosyal ortamın direniş ve davranışlarının yazarda
yarattığı hayal kırıklığından etkiler taşır.

  Yazar, devrimler çağında uğradığı bu hayal kırıklığını, Milli Mücadele
günlerinde İkdam'da yazdığı makalelerini topladığı Ergenekon'larının
sonsözünde kendisi de doğruluyor. Sonsözün yer aldığı Ergenekon'ların
İkinci Kitapı 1930'da yayınlanmıştır. Yaban'ı
1932'de yayınlandığı düşünülürse, Ergenekon'ların sonsözüyle Yaban'ın aynı
psikoloji ortamının mahsulleri olduğu kesinlikle belirir. (...)

  Yazar psikolojisini, yani hayal kırıklığını verebilecek kahramanı da
başarıyla yaratmıştır. Teşrih, olayda Birinci Dünya Savaşı'nda kolunun
birini kaybetmiş bir yedek subayın, Ahmet Celal'in tespitlerinden veriliyor.
Bu sakat yedek subay Mütareke ve ordunun dağılması üzerine, yıkılmış bir
psikolojiyle, gidecek yer bulamayarak emir erinin çağrısına uymuş, Porsuk
dolaylarındaki bu köye gelmiştir. İşte köy, yurdu parçalanmış bir kolunu da
yurduyla beraber yitirmiş bu psikolojiden aksettirilmektedir. Bu psikolojiyi,
çevreyi karanlık görecek bir sakat adam yaratmak düşüncesinin mahsulü
saymamak icabeder. Tersine, köy, vücudunun bir parçasını
kendi için feda eden ve sığınacak başka hiçbir yeri bulunmayan, bu
ölçüde kendisine bağlı ve muhtaç bir adamın sevgisinin ışığından
geçerek romana aksetmiştir ki, kusurlar, kusur görmemek için çırpınan
yazarın hissiliğinde daha belirginleşmiş, daha kararmıştır.

  (Türk Romanında Milli Mücadele, s. 114-117, 1973)

  :::::::::::::

  SELİM İLERİ

  Yaban, Yakup Kadri'nin romanları içinde değişik bir yeri kaplar. Kurtuluş
Savaşı coşkusunun yaşandığı yıllara ilişkin romanlarda, Yaban'la özdeşlik
kurabileceğimiz niteliklere, konusal benzerliklere rastlarız; ama bu yapıt,
Yakup Kadri'nin kendi çizgisinde köye yönelik ilk ve son ürünüdür.

  ... Yakup Kadri, yarı aydının şaşkınlığını, üzüntüsünü anlatırken
ilginç bir ikilemi de vurgular. Bir yanda ulusal bağımsızlık sorununu
önemsemeyen, önemsememe durumunda olan köylüler;
öbür yanda, önemsenmeyişin bilincine henüz varamamış bir Ahmet
Celal... Şunu belirteyim: Yaban bu tür açılımlarıyla ustalığa ermiş
bir yapıt. Kendinden sonra yazılmış bir çok aydın-köylü karşıtlığı
romanına önayak olmuş, yol göstermiş.

  Romanın anı biçiminde yazılmasından, bir başka açıdan da yararlanılır.
Şeyh Yusuf, Süleyman, Cennet gibi yan kişiler zaman zaman tanıtılırken,
serüvenleri işlenir; yapıtın genel bütünlüğüne bircanlılık kazandırırlar,
olay örgüsünü de zedelemezler. Olay örgüsü katılaşmış kurallardan soyutlanır
böylelikle. Dramatik uçlar, başlangıç-düğüm-sonuç evreleri parçalanmış,
romana yedirilmiş, dağıtılmıştır. Yakup Kadri, denemeyi çağrıştıran bir
rahatlıkla köy yaşamından sahneler çizer. Kurtuluş Savaşı'nı da
toplumbilimsel diyebileceğimiz bir anlayışla ürününe katar. Bu
değerlendirişleri biçimin yapısından dolayı sarkmaz...

  (Türk Dili, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı Özel Sayısı, s. 298, 1976)

  Türk Dili'nde (s. 306, Mayıs 1977) yayımlanan yazısında (Yabancısı
Olunan Bir Konunun Romanı: Yaban) Hüseyin Altunya, Yaban'ın
konusu, getirilen, özü, Yakup Kadri'nin bakış açısını ve anlatım tekniğini
irdeliyor, romanı başka yazarların yapıtlarıyla karşılaştırdıktan sonra bu
sonuca varıyor:

  ... Görüşlerimizi özetlersek; örnekleriyle gördük ki:

  1. Yaban'da yurt gerçeklerinin canlı betimlemesini göremiyoruz, yurt
gerçeklerinin verilmesinden çok, buna ilişkin soyut düşünceler verilmiştir.

  2. Yerel bilgiler de (konuşmalar, töreler, çevrenin betimi...) gerçeklere
uygun değildir.

  3. Romanın başkişisi gerçek bir kişi gibi görünmüyor, yazarın
kafasında yaratılan bir kişi olduğu hemen seziliyor.

  4. Yapıt, uzun gözlemlere, incelemelere dayanmamıştır, soyut
düşüncelerle birazcık gözlemin karmaşasından oluşmuş bir tablodur.

  Evet, Yaban'ı temel alarak yaptığımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu'yla
ilgili eleştirilerimizi, yine de, Şükran Kurdakul ile Emin
Özdemir'i birleştiren şu yargıya katılarak noktalamak zorundayız:

  Yakup Kadri'yi toplumcu gerçekçi anlayışa bağlı bir sanatçı sayma
olanağı yoktur. (Ş.K.) Ama bu, Yakup Kadri'nin güçlü ve usta bir
romancı olduğu gerçeğini değiştirmez. (E.Ö.).

  Ayrıca bu yıl Türk Dil Kurumu'nun düzenlediği hafta sonu konuşmalarından
biri de Yaban'a ayrıldı. Yaban ve Romanda Gerçekçilik konulu açık oturuma
Emin Özdemir, Hikmet Dizdaroğlu, Vecihi Timuroğlu ve Adnan Binyazar konuşmacı
olarak katıldılar.

  Yönetici Emin Özdemir, Yaban'ın gerçekçilik açısından değerlendirilmesi
yolunda biçimledi sorusunu. İlk konuşmacı Dizdaroğlu,
Yaban'ın coğrafyasını çizerek başladı işe. Sonra romandaki kişileri
tanıtarak Yaban'ın önemine değindi: Yaban, köyü tanıtmak için değil,
bir ikilemi (aydın-halk-köylü) belirlemek için yazılmıştır. Vecihi
Timuroğlu, sorunu gerçekçiliğin gelişimi açısından ele aldı, bunu
toplumun gelişme süreci içinde değerlendirdi. Her toplum düzeninde
gerçekçiliğin başka başka yorumlandığını ileri sürdü. Ayrıca,
Yaban, uluslaşma süreci içinde köylü ile aydın arasındaki ilişkileri
ele alıyor diyerek, Timuroğlu, romanı içsel gerçekler açısından değerlendirdi.
Adnan Binyazar, Yaban'da köye kültürel dünya görüşü diyebileceğimiz bir
açıdan bakıldığını ileri sürdü. Köyün önyargılı biçimde ele alındığını
savundu. Kimi yönleriyle romanı bir (deneme) olarak niteledi. (Türk Dili,
s. 309, 1977)

  Milliyet Sanat Dergisi'nce, Türk Romanının bugününü topluca gözden
geçirmek amacıyla düzenlenen yazı dizisinin ilkinde (s. 237, 24
Haziran 1977) Adnan Binyazar, Türk edebiyatının köye ve köy insanına
yönelen ilk romanları üzerinde dururken Yaban'ı şöyle değerlendiriyordu:

  Yaban Karabibik'ten kırk iki, Küçük Paşa'dan yirmi iki yıl
sonra yazılmıştır. Amacı, köy gerçeklerini ortaya sermektir. Ayrıca,
Türk aydınını yargılar, bireysel sınırlar içinde kalsa da topluma bir
özeleştiri getirir. Öbür romanlara göre Yaban, Atilla Özkırımlı'nın
saptayımıyla gerçekdışı bir düş ülkesi görünümündeki köy edebiyatını
yıkmıştır. Ancak Yakup Kadri Karaosmanoğlu köye bakışında
önyargılıdır ve olumsuz bir tutum içindedir. (...) kör inançların, sakat
insanların, balçık akan ırmakların, ilkelliklerin bulunduğu bir
köy özellikle seçilmiştir. Bu nedenle Yakup Kadri'nin kişileri, Ahmet
Celal de içlerinde olmak üzere, gerçek kişiler olmaktan çok bir
model etkisi bırakırlar.

  Halk-aydın çelişkisinin ve suçlu aydının romanıdır Yaban, Tetkik-i
Mezalim Heyeti'nden bir üyenin köye bakışıdır. Köyü dışardan
değerlendirmedir. Romanın kimi yerlerinde olayın geri plana düşüp
özeleştirinin (hesaplaşmanın) öne çıkmasının nedeni de budur. Coşkulu
tirad'ların bol bol yer aldığı roman, bir bakıma bir deneme-essai'dir.
Türk aydını Yaban oluşunun nedenlerini araştırırken, İstanbul dışına neden
taşra dediğinin bilincine de varmamıştır Yaban'da. Köyü dıştan da
değerlendirse, Yaban, ilk gerçekçi romanlarımızdan biridir:
            
  Berna Moran Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı yapıtının
Yaban'da Teknik ve İdeoloji başlıklı bölümünde, Yaban'ın etkileyiciliğinin
sadece içeriğinden gelmediğini belirttikten sonra, Yakup
Kadri'nin köylüye karşı tutumunun nedenlerini açıklamaya çalışır
ve bu tutumu dile getirirken ne gibi yollara başvurduğunu
araştırır. Moran'a göre Yaban belli bir ideolojinin ürünüdür:

  1922 ile 1932 arası, Karaosmanoğlu'nun coşkun bir içtenlikle
desteklediği devrimlerin yapıldığı yıllardır ve biliyoruz ki geleneklerine
ve İslam ideolojisine bağlı Anadolu eşrafi ve köylüsü bu devrimleri
benimsemiş değildi. Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisine
adlı ve 1922 tarihli yazıda söz konusu edilen köylü, Karaosmanoğlu'nun
gidip gördüğü ve acısına saygı duyduğu perişan köylüdür.
Yaban'daki köylü ise 1932 yılındaki Kadro'cu Karaosmanoğlu'nun
düşündüğü ve her şeyden önce tutuculuğun ve gericiliğin kaynağı
olarak gördüğü Anadolu köylüsüdür. (...)

  Yine unutmayalım ki 1932'lerin Karaosmanoğlu'su demek Kadro
dergisinin imtiyaz sahibi, Kadro'cuların görüşlerini paylaşan Karaosmanoğlu
demektir. Başka şekilde söylersek, devleti, Kurtuluş
Savaşı'nın-anlamını kavramış ve devrimin bilincine varmış bir aydın
grubunun inkılapçı bir kadronun yönetmesi gerektiğini savunan
bir adam. Kadro'nun ilk sayısında derginin çıkış amacı açıklanırken
deniyor ki: İnkılabın irade ve menfaati... azlık fakat ileri
bir kadronun iradesinde temsil olunur... İnkılabın derinleşmesi demek...
inkılabın ahlak ve disiplininin ileri bir kadronun dimağında
genç neslin, şehir halkının ve köylünün dimağına inmesi ve yerleşmesi
demektir.

  Böylece otoriter bir yönetimle devrimler sürdürülecek, derinleştirilecek
ve yeni bir ulus meydana getirilecektir.

  Madem ki yeni ulusu, Karaosmanoğlu'nun Yaban'da söylediği
gibi bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Ağalar, bu Zeynep Kadınlarla...
yeni baştan yapmak gerekecektir ve madem ki bu iş aydın bürokratlara
düşen bir iştir, o halde bu yönetici sınıfın kullanacağı malzemeyi
gerçekçi bir yaklaşımla tanıması gerekir.

  Yaban basıldığı zaman Kadro'da çıkan yazıların romanı, bu
malzemeyi cesaretle tanıttığı köylünün nasıl yenileştirileceğini de
söylüyor: Ona teknik aşısı yapacağız... İleri tekniğin olgun yemişlerini
elleriyle toplayan, gözleriyle gören köylü, artık yobazların ve
softaların safsatalarına kulak asar mı? İnkılapçı aklın aniane ve görenek
karşısında üstünlüğünü gören köylü artık ileri münevvere
(yaban) diyebilir mi? (sayı 16)

  Vedat Nedim Tör'ün de gözüne batan karşıtlık aynı: Bir yanda
vatanı kurtaran inkılapçılar ve onların karşısında gerici köylü.

  :::::::::::::

  Sanırım Yaban'da vurgulanan temayı köylünün yalnızca olumsuz yönlerinin
sergilenmesini ve yaratılmak istenen boğucu atmosferi ancak Karaosmanoğlu'nun
ideolojisinin gereği olarak açıklayabilir ve diyebiliriz ki romandaki köy
gerçek Anadolu'yu temsil etmez; 1930'lardaki yönetici sınıftan bir aydın
bürokratın kafasındaki Anadolu'nun simgesidir. (sayfa 183-184)

  :::::::::::::

  ALMAN BASININDA YABAN

  Bu eser, milletine olan sevgisinden adeta meczup bir adamın
romanıdır. Bu yüzdendir ki, yeis verici münasebetlerin tasviri okuyanda
daha trajik bir tesir bırakıyor. (D.H. Tötter, im Westdeutsehen Beobachter)

  Bu, yeis içinde şikayet eden ve nadiren iyimser olan yerlerinde
bile insanı daha büyük ihtirasla saran bir eserdir. (Literatür).

  Yakup Kadri, Yaban'ıyla Avrupa'nın artık ihmal edemeyeceği
şayanı dikkat bir sima olarak Garp edebiyatının Forum'una ayak
basıyor. Anadolu'da Yunanlılara karşı harbin derin ve sarsıcı sahneleri,
bir köyün tahribi, feci bir surette işgali, bu müthiş
realist ve yer yer lirik renkleri olan eserin sert profilini teşkil ediyor.
(Das Deutsche Wort.)

  Fransız Flanbert mektebinden gelen Yakup Kadri, bizi kavrayarak ikna eden
ve tamamen kendisine has bir şekilde yaratmasını bilen bir yazardır.
Sonraları inkılabı yapan aydın zümre ile romanın cereyan ettiği yolsuz,
çıplak ve sert Anadolu parçasında yaşayan geniş köylü tabakasının derin
donukluğu ve acarlığı arasında birlik kurmanın güçlüğü o kadar büyük ve edip
için o derecede deruni bir milli ve şahsi dava ki, okuyucu bile onu birçok
kuru makalelerin yapabileceğinden daha iyi anlıyor. (Wille und Macht).

  Fasıldan fasıla heyecan derinleşiyor ve biz, gerçekten sarsılarak okuyoruz.
Köylülerin ıstıraplı hayatını, ölümünü, Emine'nin sevgilinin- ölümünü...
Eser, sadeliği içinde dramatikti. Yazar, tesir
yapmak isteyen darbeleri, birbiri üstüne yığmaksızın vuruyor. Çünkü,
edebiyatın ezeli kanunlarını yerine getirmiştir: Merhamet ve
uyandırmak. Gündelik ve adi manada değil, yüksek seviyede. Bu,
bütün bu sanat eseri kadar gerçektir. (Reinish-Westfizlischen Zeitung).

  Bu tasvir, sarsıcı ve ihtiraslı bir realistliktir. Ve kül renkli
atmosfer o kadar içe giren bir güçle şekillendirilmiştir ki, insan
adeta azap duymaya başladığı zaman bile okumağa devam etmekten kendisini
alamıyor. Bu çok enteresan romanın üslubu ve yapısı bıçak
kadar keskin bir zekanın hakim olduğu şarklı bir hikaye sanatıyle
Avrupai kültür değerlerinin çok orjinal bir karışımını veriyorlar.
(Bresauer Neusten Nachrichten)

  Bu romanın sert bir güzelliği var. Şiirin ethnos'unu şayanı
hayret bir erkeklikle taşıyor. Vakaların dramatik akışı insanı yakalayınca
bırakmıyor. Bu Hölderlink mikyasında alayişsiz şiiri tanıdığım için
bahtiyarım. (Arthur Müller).

  Eser, hem yorgun, hem de genç bir tesir yapıyor. Bunun çok
garip ve hiç de edebiyat olmayan bir cazibesi var. Belki,
Kadri'nin sıcak bir kalpten koparıp çıkardığı soğukkanlılık bazı genç
Amerikalıları hatırlatıyor. Yazarın sempatik tarafı, bence, bundan gelir.
(Erich Pfei ffer Belli).

  Anadolu'nun geniş bozkırlarında giden ve bu merhametsiz tabiatın rüzgarları
kulaklarında ve kalbinde bir açın çığlığı gibi çınlıyor, enkaz altında
kalmış bir halkın münzevi arayıcısı, bu Yaban'ın ta kendisidir. (Völkische
Beobachter-Yarı resmi parti organı).

 
 
   
 
 



İngilizce Almanca Türkçe Sözlük
Kelime:
Sözlük:
© www.sozluk.web.tr
MySpace Codes
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol